05 Ekim 2019 20:34

Deprem neyi sarsar?

Türkiye'nin en kalabalık kenti deprem(ler)le sallanıyor! Trafik kilitleniyor, telefonlar çekmiyor, GSM operatör sistemleri çöküyor, toplu taşıma araçlarına yığılan halk, her bir yöne koşturma içinde..

Fotoğraf: DHA

Paylaş

Neval Oğan BALKIZ*

Hiç düşündünüz mü? Deprem, yer kabuğu ile birlikte neyi yerinden oynatır? Hangi temelleri sarsar, yıkar? Birey olarak her bir insanın biyolojik varlığının güvende olduğuna yönelik kaygısız duygularını mı? Korku ve korkusuzluk arasında, günlük yaşamda düşünmediğimiz o en çaresiz, en yalnız anın başımıza gelmeyecek olmasına duyduğumuz kırılgan inancı mı? Bize ihtiyaç duydukları her anda, sevdiklerimizin yanlarında olabileceğimize, onları koruyabileceğimize dair duyumsadığımız o sınırsız güveni mi? Sahip olduğumuz, olmak için bir ömür verdiğimiz evlerimiz, eşyalarımız, yatlarımız, katlarımız, kartlarımız ve banka hesaplarımızın devletin, yetkili organ ve idari birimlerin, kolluğun emin ellerinde korunduğuna, ihtiyaç anında onları sınırsız ve sorunsuz kullanacağımıza kendimizi inandırdığımız, iyimser umudu mu? Teknolojinin sarmaladığı dünyamızda, yedi yirmi dört her kanaldan gözümüze sokulan "teknoloji varsa, size ölüm yok" reklam söylencesinin sihirli büyüsüne kapıldığımız yanılgılarımızı mı?

Gerçekten, deprem önce ve aslında neyi sallar?

Türkiye'nin en kalabalık kenti deprem(ler)le sallanıyor! Trafik kilitleniyor, telefonlar çekmiyor, GSM operatör sistemleri çöküyor, toplu taşıma araçlarına yığılan halk, her bir yöne koşturma içinde... Bir korku filmi çekimindeyiz sanırsınız! Ve halk, daha önce gördüğü bu filmin tekrarında figüran! Hafızasında 17 Ağustos depreminin acıları! Basın ve medya kanalları derhal devreye giriyor, devlet idaresi yetkilileri açıklamalarda bulunuyor, çalışmalara başlandığını bildiriyor. Cumhurbaşkanı konuşuyor, yardımcısı konuşuyor, ama kentin “iki kez” seçimle işbaşına gelmiş Belediye Başkanı konuşamıyor! Ne adı anılıyor ne de varlığı! Gün boyu Afet Koordinasyon Merkezinden yönettiği/ yürüttüğü çalışmalar, gözetimler, belediye olarak alınan önlemler, halkı bilgilendirmeye yönelik sık ve sürekli yaptığı açıklamaların hiçbiri, ana akım medya ekranlarında, gazete sütunlarında yer almıyor!   Üstelik, “Türkiye Afet Müdahale Planı” Toplantısına da çağrılmadığı basına yansımış durumda. Toplum; neye, nasıl hazır olması gerektiği, önlemlerin kim tarafından, nasıl bir iş birliği içinde planlanıp uygulanacağı konusunda, doğru bilgi alma hakkına bile sahip değil!

DEPREMİN EKONOMİ POLİTİĞİ

Anadolu bir deprem coğrafyası. Kuzey Anadolu Fay hattı üzerine kurulu İstanbul, son dönemlerde bu ana fay hattı ile ilişkili yan fayların hareketlenmesi veya kırılmasıyla oluşan depremleri sıkça yaşıyor. Uzmanlar, öngörülebilir yakın zamanda da ana fayın tek veya iki parçalı kırılmasıyla oluşacak, şiddeti 7’den az olmayan büyük bir depremin yaşayacağını belirtiyorlar. Bu, veriler ile ortaya konulmuş bilimsel bir saptama. Üstelik Türkiye’de deprem tehlikesi, yalnızca İstanbul ile sınırlı da değil! Deprem, doğal bir olaydır, bu doğa olayının kendisini engellemek olası değildir, ancak depreme karşı önlem almak, koordinasyon içinde gerçekleştirilecek çok yönlü, çok faktörlü insansal bir eylemliliktir; bilimsel bakışı temel alan bir yöntem ile, interdisipliner bir çalışmayla depremin etkilerini en aza indirgeyecek kent ve yaşam koşulları oluşturmak, insanı merkeze alan bir yönetsel akıl ve yönetim işidir, politika işidir!

İstanbul’u yirmi beş, Türkiye’yi on sekiz yıldır yöneten anlayışın, 26 Eylül’de yaşanan 5.8 şiddetindeki deprem sonrasında gerçekleştirilen “Türkiye Afet Müdahale Planı” toplantısının ardından yapmış olduğu: “Türkiye’de bir afet yönetim planı var”, “Türkiye'de olası bir depreme karşı yıllardır yaptığımız çalışmaların ne kadar sağlıklı olduğunu gördük. Bu sistem dünyaya örnek bir sistemdir” şeklindeki açıklamalar, bugüne kadar yaşanan olaylar düşünüldüğünde, bu nasıl bir yönetsel akıl? Sorusunu gündeme getiriyor.

Bu yönetsel akıl; yönetici koalisyonun konumunu, ekonomik gücün ve rantın paylaşımını koruyan politikaları, toplumsal yaşamın her alanında, kamusal/ özel mekan sınırı tanımadan, bütün işlem ve eylemlerle daha da güçlendirme üzerine kurulu. Dolayısıyla, bu yönetsel aklın oluşturduğu politikalar ve gerçekleştirdiği işlem, eylem ve önlemler, halk kesimleri arasında kalıcı ve geçici ekonomik ve sosyal eşitsizlikleri, giderek büyütüyor ve genişletiyor. Rant paylaşımının ekonomik ve sosyal eşitsizlikler içinde boğulan halk kesimleri üzerindeki etkisi de, 6 Şubat 2019 tarihinde İstanbul Kartal’da çöken, yirmi bir kişinin öldüğü Yeşilyurt Apartmanı örneğinde olduğu üzere, ölümcül oluyor.

Aynı yönetsel akıl, çöken apartmanın yıkıntılarına bakarak; “buradan almamız gereken birçok dersler var”… “Ranta yönelik kaçak yapılar yüzünden bu olaylar yaşandı” şeklinde açıklamalarda bulundu. Diğer yandan "rant sağlamaya yönelik, daha çok para sağlamaya yönelik kaçak yapılan bu tür işlere” siyasi çıkarlar uğruna, yasal nitelik sağlayan ‘imar barışı denilen uygulamayı yürürlüğe koydu! Yapı ruhsatlarında mühendis imzalarının bulunması zorunluluğunu ve kaçak olup da ruhsatlandırılması istenen binalarda teknik yeterlilik koşulunu kaldırdı. Böylece, Türkiye’nin her yerinde aktif fay hatları bilinmesine rağmen bu hatlar boyunca, dere yatakları ve ağızları dahil, her yerde yoğun yapılaş­maya izin verdi, “zemin şartlarına uy­mayan yanlış temel tasarımları, kötü iş­çilik, inşaatlarda kullanılan yapı malze­mesi hatalarını ve her tür çürüklüğü” yasa ile “meşru” hale getirdi.

Ama doğa, sel suları ve deprem, kendi yasası dışında ‘yasa’ bilmiyor! Onları, çıkaracağınız yasalar (?) ile ‘meşru’ hale getirmek de mümkün değil! Bu koşullarda “depremden koruyan dua”, tek etkin yöntem olarak devreye sokuluyor! Ama deprem, dua’dan da anlamıyor!

1999 depre­mi sonrası geçici olarak getirilen, sonrasında da kalıcı hale dönüştürülen ‘deprem vergilerini’ duble yollara harcadığını övünerek anlatan AKP iktidarının, bugüne kadar olduğu gibi “depreme hazır­lıktan çok”, depremi “ranta”, “betona”, AVM’lere, çılgın projelere, finans merkezlerine, hasta garantili şehir hastanelerine, “duble yollara” çevirerek yoluna devam edeceği ortada. 3. Havaalanı inşaatından sonra, şimdi de aynı şekilde sorunlu (basında çılgın proje diye anılan) Kanal İstanbul projesi için ÇED sürecinin başlatılması, Türkiye Varlık Fonu’nun, İstanbul Finans Merkezi projesinin 465 bin metrekarelik kısmına proje, hafriyat, arsa bedelleri ve bugüne kadar tamamlanan inşaat maliyetleri dahil olmak üzere 1,67 milyar TL karşılığında ortak olması (müteahhit şirketleri kurtarması), AKP iktidarının bu yolda kararlılıkla yürümekte olduğunu ortaya koyuyor.

DEVLETİN ‘YAŞATMACILIK’ GÖREVİ

Ünlü hukukçu Bahri Savcı "yaşam hakkı" başlıklı yazısında, "devletin yaşatmacılık ödevi ve görevi" olduğunu, bunun da yaşam hakkının korunmasının kapsamını oluşturduğunu belirtir. Bu ödev ve görevi de: "yaşamın bozulmaması için bir güvence örgütlenmesi kurmak; yaşamın gerçekleşmesi için ona elverişli bir ekonomik, sosyal düzen önlemleri almak ve bu önlemlerle yaşamı, -bizzat devlet olarak- sağlamak" olarak tanımlar. Savcı’nın tanımladığı devletin bu “yaşatmacılık ödevi”; Anayasanın çeşitli hükümlerinde de ifade edilmiş bulunuyor. Anayasanın “Başlangıç” kısmında; “vatandaşların…. hukuk düzeni içinde onurlu bir hayat sürdürme, maddi ve manevi varlığını bu yönde geliştirme hak ve yetkisine doğuştan sahip olduğu” ifadesi yer alıyor. “Kişinin dokunulmazlığı, maddi ve manevi varlığı” başlıklı 17. maddesinde; “herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir” deniliyor. Anayasanın “Devletin Amaç ve Görevleri" başlıklı 5. Maddesindeki düzenleme ile kişiye tanına bu hak ve yetkinin koşullarını sağlamanın devletin amaç ve görevi olduğu belirtiliyor. Ancak, AKP iktidarının yönetsel aklı ve politikaları ile devletin “yaşatmacılık ödevi” birbirine  uyuyor mu? Ya da ne kadar uyuyor?  Albert Einstein; “hiçbir sorun, onu yaratan bilinç düzeyiyle çözülemez” der!

Bu koşullarda, toplum olarak bizlerin: Deprem konusunda bir toplu seferberlik halinin uygulanması, 2007 yılında “uygulama alanı kalmaması” gerekçesiyle lağvedilen 20 bi­lim insanı ve araştırmacıdan oluşan Ulu­sal Deprem Konseyi’nin derhal yeniden oluşturulup göreve başlaması, bugüne kadar reddedilen  Marmara Denizinin tabanına sabit bir gözlem is­tasyonu kurulması  projesinin öncelikle hayata geçirilmesi, deprem riski altındaki her kentte, amaca uygun ve  konteynırlarla donanımlı deprem  toplanma alanlarının oluşturulması ve ilan edilmesi,  insanların olası bir depremde ilk olarak nereye gireceklerine ilişkin açık, anlaşılır bilgilendirmelerin ve haritaların oluşturulması, ilk yardım eğitimlerinin sürekli ve yaygın hale getirilmesi yönündeki yaşamsal istemlerimiz, son derece önemli. Ancak, bütün bunlar sorunun kaynağını oluşturan ‘bilinç düzeyinin kurumsal yapısını/ örgütlülüğünü’ aşmaya, etkin, kalıcı ve sürdürülebilir önlemler oluşturmaya yeter mi? 

“Her izleyicinin bir müşteri olduğu, tartışmanın üsluplar arasındaki rekabete indirgendiği, en son kamuoyu araştırmasına gelecekle ilgili ortak bir beklentiden daha çok itibar edildiği ve kendi kendini övmenin zorunlu olduğu” bu siyasal ortamda, deprem en çok, rızamızın olduğu kabul edilenler karşısında sergilediğimiz suskunluğumuzu sarsar.

*Hukukçu/Akademisyen

ÖNCEKİ HABER

Avcılar Kent Konseyi: Deprem riskine karşı ücretsiz yapı kontrolü getirilmeli

SONRAKİ HABER

Sarıyerspor maçı öncesi dört Amedspor taraftarı ırkçı saldırıya uğradı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa