Avrupa mülteci şantajına boyun eğiyor
Avrupa'nın gündeminde bu hafta Türkiye'nin Suriye operasyonu, Fransa'daki “Türban yasaklansın mı yasaklanmasın mı” tartışması ve Brexit vardı.
Fotoğraf: Arif Hüdaverdi Yaman/AA
Almanya’da halkın çoğunluğu “Savaşa hayır” derken hükümetin ve AB’nin tavrı havanda su dövmek olarak niteleniyor. Çevirdiğimiz makalede, “Avrupa kendini şantaja açık hale getirdi. Maas ve Merkel de kendilerine şantaj yapılmasını kabul ediyorlar” yorumu yapıldı, “Trump’ın yaptığı alaycı bir ihanet olarak eleştirilebilir. Ancak, Kürtlerle olan önceki ilişki bağlamında AB’nin ve Alman hükümetinin tavrı bundan daha az alaycı ve haince değildir” denildi.
Öte yandan Fransa’da ise 11 Ekim Cuma günü bir il meclisinin genel kuruluna bir ilk okul sınıfının “yurttaşlık dersi”ne somut bir örnek olması için düzenlenen bir gezi ulusal bir tartışmaya neden oldu. Sınıfı götüren öğrenmen kendisine eşlik etmesi için ebeveynlerden yardım istedi ve türbanlı bir anne gönüllü olarak sınıfa eşlik etmeyi kabul etti. Fakat Meclis Kurulu esnasında aşırı sağcı ırkçı partinin bir encümeni sözlü olarak anneye saldırdı ve tüm sahneyi de cep telefonundan çekerek yaydı. “Türban yasaklansın mı yasaklanmasın mı” tartışmaları böylelikle bir tez daha hortlatıldı ve kısa bir süre içinde yaygın bir tartışılma başlatıldı. Femme Egalite örgütü, provokasyona gelmeme çağrısında bulundu.
İngiltere’nin gündemi ise uzun zamandır Brexit. New Statesman’dan çevirdiğimiz yazıda Brexit’in koşulları tartışılıyor.
ALMANYA’NIN SURİYE POLİTİKASI: ŞANTAJA AÇIKLIK, GÜÇSÜZLÜK, HAİNLİK
Benjamin KONIETZNY
Ntv Almanya
ABD Başkanı Trump’ın Kuzey Suriye’deki Kürtleri terk etmesi, uluslararası çapta öfkeyle karşılaştı. AB ve Federal Hükümetin davranışı pek ondan farklı değil. Almanya Dışişleri Bakanı, AB’den mevkidaşları ile yaptığı görüşme sonrasında kameraların önüne çıktı. Heiko Maas, “Bugün AB’nin tutumu çok netleşti ve Türkiye’nin kuzeydoğu Suriye’deki askeri operasyonunun sona ermesini istiyoruz” dedi. İki gün önce de Başbakan Angela Merkel, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile görüştü ve “askeri harekatın derhal sonlandırılması” çağrısında bulundu. Bir şey mi oldu? Erdoğan’ın başkanlık sarayında omuz silkerek söyledikleri duyuluyor. Merkel içinden geçenleri söylüyor, Maas endişeli. Türkiye’nin uluslararası hukuka aykırı Suriye harekatına karşı alınan tutum resmen Alman dış politikasının iflas beyanı.
Fakat federal hükümetin daha ne yapması gerekiyor? 2015 yılında ülkeye yüz binlerce Suriyeli savaş mültecisini kabul ettikten bir sonraki yılın önceliği bu sayıyı azaltmaktı. O sırada Erdoğan sevimli bir suç ortağıydı. Mülteci anlaşmasının sonuçlanmasından sonra sorunu çözdü. O zamandan beri Brüksel’den milyarlarca para alıyor. Ancak aldığı başka bir şey daha var: Ülkesini ve görünüşe göre bölgeyi kendi fikirlerine göre yeniden dizayn etme planında, artık ciddi eleştiriler almayacağı kesin. Suriye’ye girişiyle ilgili yanlış kelimeler kullanılması halinde tehditler başlıyor. Erdoğan, “Operasyonumuzu işgal olarak göstermeye çalışırsanız, görevimiz basittir: kapıları açacağız ve 3.6 milyon insan size gelecek” dedi. Avrupa kendini şantaja açık hale getirdi. Maas ve Merkel de kendilerine şantaj yapılmasını kabul ediyorlar. Merkel, kibarca bir “askeri operasyon”dan söz ediyor. Maas, yalnızca AB dışişleri bakanlarının zayıf bir ifadesini “başarı” olarak satmaya kalkmakla yetinmiyor, kendisinin ve meslektaşlarının silah ambargosu kararı aldığını bile iddia ediyor. Lüksemburg Dışişleri Bakanı Jean Asselborn, görüşmeden sonra en azından Avrupa’nın Suriye’nin kuzeyindeki olayları durduramayacağını kabul ederek büyüklük gösterdi. Maas bu özellikten yoksun.
2011’de Suriye’deki iç savaşın başlamasından bu yana, Almanya çatışmayı büyük ölçüde doğal bir felaket gibi değerlendirmekte. Böyle bir durumda çok az şey yapabilir ama sonuçları konusunda endişe duyabilirsiniz. Yüz binlerce savaş mültecisinin ülkeye girmesine izin veren iç politik güç gösterisi, dış politika ile uyumsuz, tamamıyla kayıtsız kalmak şeklinde. Alman dış politikasını şantaja açıklık, güçsüzlük ve hainlik belirliyor. O zamandan beri çok acı yaşandı. Çatışmanın faturasını ölen yüz binlerce insan ödedi. Şimdiki durumda ise bir zamanlar IŞİD’e karşı mücadelede müttefik olan Kürtler acı çekiyor. Onlar, radikallerle dolu bir savaşta demokratik ılımlı olarak görüldüler. 10 binden fazlası, IŞİD milislerinin geri çekilmelerini sağladıkları mücadele içinde öldüler. Terörizmi Avrupa metropollerine getiren hilafetle savaştılar. Aynı zamanda, Suriye ve Irak’taki mücadeleleri nedeniyle, önemli ölçüde Avrupa’da IŞİD saldırılarının günlük yaşamdan kaybolmasında rol oynadılar. Bunun karşılığı ne oldu? İlk önce en güçlü müttefik olan ABD onları terk etti. Ardından Avrupa’daki destekçileri tepkilerini bir şey yapmayarak gösterdiler.
Erdoğan, uzun zamandır Kürtlerle sadece kendi ülkesinde değil, Suriye sınırının ardında da savaşmayı bekliyordu. ABD Başkanı’nın askerlerini geri çekerek Türkiye’ye yeşil ışık yakmasıyla bu gerçekleşti. Trump’ın yaptığı alaycı bir ihanet olarak eleştirilebilir. Ancak, Kürtlerle olan önceki ilişki bağlamında AB’nin ve Alman hükümetinin tavrı bundan daha az alaycı ve haince değildir. Belki de Federal Hükümet’in dış politika uzmanları, Kürtlerin elinde bir zamanlar Almanya’dan, demokratik milisleri destekleme adına gönderilen binlerce G36 tüfeği olduğuyla avunabilirler. Kürtler üzerlerine yürüyen Alman Leopard 2 tanklarına karşı bu tüfeklerle savaşabilirler ne de olsa...
(Çeviren: Semra Çelik)
BÖLÜNME TUZAĞINA DÜŞMEYELİM, DAYANIŞMAYI GÜÇLENDİRELİM
Femme Egalité*
11 Ekim Cuma günü, Bourgogne Franche Comte il meclisin genel kuruluna katılırken bir anne şiddetli bir şekilde türbanını çıkartması için (aşırı sağcı Le Pen’in partisi) Ulusal Birlik (RN) partisinin bir encümeninin sözlü saldırısına uğradı. Neyse ki kurulun başkanı sağlam bir şekilde bu saldırıya karşı tavır aldı. RN’nin encümenleri toplantıyı terk ettiler. Söz konusu anne ve sınıftaki tüm çocuklarda aynı şekilde kurulu terk ettiler. Daha sonra başka bir RN encümeni, kadına koridorda hakaretlerle saldırdı.
Sözde “laikliği ve Cumhuriyetin değerlerini” savunma bahanesiyle halkımızın bir bölümüne karşı kışkırtılan bu nefret, bölünme ve parmakla göstermeye yol açan bu ırkçı ve islamofobik saldırıyı şiddetle kınıyoruz. Çocuğunun okuluna destek çıkan bu anneyi destekliyoruz, ister türbanlı isterse türbansız olsun okul gezilerine katkıda bulunan bu anneler olmasaydı, öğretmenlerin kabul ettiği gibi birçok okulda öğrencilere yönelik pedagojik gezi düzenlemek mümkün olmazdı.
Başta Cumhuriyetçiler’in (LR) yeni başkanı C. Jacob olmak üzere, okulların sınıf gezilerinde türbanlı annelerin katılmasını yasaklamak isteyen, kurt saldırısı diye haykırarak korku yaymaya çalışan “akıl vericileri” teşhir ediyoruz. Bir yandan türbanın yasak olmadığını belirtirken diğer yandan da türbanlı annelerin bu gezilere katılmasının “istenmediğini” belirten (Eğitim Bakanı) Blanquer’in iki yüzlüce tavrını da şiddetle kınıyoruz, zira böylelikle türban takan anneler fiili olarak bu tür gezilerden dışlanmış olacak.
Laiklik üzerine kışkırtılan bu tartışma bir kez daha Müslümanları dışlamak için şişirtiliyor. Laiklik, başta Müslüman kadınlar olmak üzere 5 milyon Müslüman din ve kültüründen olan insanı suçlamaya alet ediliyor. Zira, kadın davasını savunmak bir yana başlatılan tartışma nefreti yaymak için kullanılıyor. Bu anneye yapılan saldırı tehlikeli bir ortamda gerçekleşti, zira Ulusal Mecliste hükümet göçmenlik üzerine iğrenç bir tartışma başlattı ve Paris Valiliğine yönelik saldırıdan sonra Macron’un konuşması tüm Müslümanlara karşı toplumda genel bir şüphe yaydı.
Okul personeli, ebeveyn ve halk arasında eğitim sisteminin olanaklarının arttırılması için gelişen dayanışma, özelliklede emekçi mahallelerinde somut eylemler olarak gelişirken bölme ve hedef çarpıtmayı amaçlayan bu girişimler iğrençtir. Bölünme tuzağına düşmeyelim, okullarda, mahalle ve semtlerimizde dayanışmalarımızı güçlendirelim.
* Basın açıklaması
(Çeviren: Deniz Uztopal)
BİRLEŞİK KRALLIK, AB ÜYESİ ÜLKELER ARASINDAKİ EN İYİ KOŞULLARDAN VAZGEÇMEK ÜZERE
George EATON
New Statesman
AB üyeliği Brexitçilerin söylediği kadar külfetli olsaydı şimdiye AB’den çoktan çıkmıştık; ama tam tersine 47 yıl üyesi olmaya, son üç yıl zorla gibi de görünse, devam ettik.
2016 referandumu öncesi Birleşik Krallık seçmeninin yüzde 10’undan daha azı AB’yi en önemli sorun olarak görüyordu. Ayrılma oyu kazandıktan sonra daha çok göze batmaya başladı (şimdi yüzde 47 en önemli sorun olarak görüyor). David Cameron’un söylediğinin tersine halk politikacıları değil politikacılar halkı yönlendirdi.
Dominic Cummings, (Başbakan) Boris Johnson’un başdanışmanı ve (AB’den) Ayrılma Kampanyası (Vote Leave) direktörü, az konuşulan bir yazısında AB referandumunun bir zorunluluk değil seçim olduğunu geçen sene yazmıştı: “Referandumu isteyen karşı konulamaz bir güç fikri Farage ve Cameron taraftarlarının bir dayatması… İkisi de yanlışlar. Ülke bir referanduma sıcak bakıyordu ama her zaman onu hırsla isteyenlerin dışında hiç kimsenin böyle bir acil arzusu yoktu. Muhafazakar (Parti) milletvekilleri ise kesinlikle istemiyordu.”
Yapabileceğini düşündüğü için başbakan olan Cameron, kazanacağını düşündüğü için bir referanduma gitti. Tam tersini başardı. Ayrılma oyu çıkan Brexit oylaması statükoyu değiştirdi. Kolay bir ayrılma yöntemi mümkün değil ve artık var olmayan bir geçmişe özlem duyuyoruz.
2016’dan bu yana Birleşik Krallık’ın üyeliği -Schrödinger’in kedisi gibi- hem canlı hem ölü. Kutu yakında açılıp gerçek durum ortaya çıkacak mı?
Görünüşe göre Boris Johnson şimdi Kuzey İrlanda ve Birleşik Krallık’ın gerisi arasında bir sınır mevcut olmasına razı; tam da AB’nin Şubat 2018’de önerdiğinde Britanya’nın şiddetle reddettiği bir durum. Tartışmalı son anlaşma şimdiden Theresa May’inki ile karşılaştırılıyor.
Fakat bu daha aydınlatıcı bir karşılaştırmayı engelliyor: Yürürlükte olan anlaşma. Şu anda Britanya tam üyelik ve gümrük birliğinden yararlanırken, Avro bölgesi, Şengen vize alanı ve iç işleri planı dışında kalmayı tercih edebiliyor; 4.9 milyar sterlinlik bir para iadesi. AB’nin Sosyal Politikası’ndan (Social Chapter) muaf tutulma hakkı kendisine sunulmuştu ve bunu doğru bir kararla geri çevirdi. Sosyal Politika işçilerin senelik 28 gün ödemeli tatil hakkı, analık ve babalık izinleri ve yarı-zamanlı çalışan işçilerin eşitlik haklarını koruyor.
Asıl ironi, Brexitçilerin sürekli AB’den istediği “esnekliği” zaten sürekli göstermiş olması. Hiçbir üye ülke bu kadar avantajlı koşullara sahip değil ve bir daha da olmayacak. Günümüzde böyle bir anlaşmayı sağlayacak olan bir Başbakan mükemmel bir pazarlıkçı olarak adlandırılırdı (Brexitçilerin nefret ettiği John Major kendisini göz ardı edilmiş hissetmeli!)
Evet, AB Britanya’ya serbest hareket konusunda daha çok kontrol vermedi. Fakat Cameron’a Britanya üyeliği görüşmelerinde göze çarpan tavizler verilmişti. Buna ‘daha yakın birlik’ten muaf tutulma hakkı dahildi; Britanya’ya, AB göçmenlerine sunulan, çalışanlara yönelik sosyal yardımlardan dört yıl (yedi yıla uzatabilecek) muaf tutulma hakkı sunulmuş ve City of London banka sektörüne garantiler önerilmiştir.
Serbest hareket konusunda ise Britanya zaten ayrıcalıklara sahip. AB vatandaşları herhangi bir ülkede yaşama hakkına sahip olsalar bile, üç ay içerisinde çalıştıklarını (işçi ya da serbest meslek), kayıtlı öğrenci olduklarını ya da kendilerine bakmaya “yetecek kadar kaynakları” olduğunu (birikim ya da emeklilik maaşı) ispatlamalılar. Koşulsuz olmak bir yana, serbest hareket birçok koşula dayanmakta.
Johnson’un önerdiği anlaşma May’inkinden çok daha iyi diye lanse edilebilir. Fakat Birleşik Krallık’ın şimdiki anlaşmasından çok daha kötü olduğu kesindir.
(Çeviren: Haldun Sonkaynar)