Adnan Özyalçıner: Bugünkü en büyük eksik kültürel bir kalkışmanın olmaması
İsmail Afacan, TÜYAP'ın bu yılki onur konuğu seçilen edebiyatımızın çınarlarından Adnan Özyalçıner ile söyleşti.
Fotoğraf: Kadir İncesu
İsmail AFACAN
İstanbul
Edebiyatımızın çınarlarındandır Adnan Özyalçıner. 85 yıllık yaşamının, 66 yılını edebiyata adamış bir yazın emekçisi... Heybesinde yüzlerce öykü, çocuk kitabı, roman, araştırma ve inceleme var... Daha nicesi de temennimiz...
Özyalçıner, edebiyatıyla paralel olarak örgütlü mücadelesini sürdürdü, sürdürüyor. Bugün kurucuları arasında yer aldığı, uzun yıllar genel sekreterliğini yaptığı Türkiye Yazarlar Sendikasında genel başkanlık görevini üstlenen Özyalçıner, emeğin ve demokrasinin önemini her platformda dile getiriyor.
Bu yıl Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı’nın Onur Konuğu Yazarı seçilen Özyalçıner’le ’50’li yıllara gittik, dönemin edebiyat atmosferini konuştuk... İlk öyküsünü, dostlarını, Varlık Dergisi’ni, İkbal Kahvesi’ni o anlattı biz dinledik. Söz ustada...
CAĞALOĞLU YOKUŞU’NDAN ÇIKARKEN KİTAPLARLA KARŞILAŞTIM
Edebiyata ilginiz ne zaman başladı?
Ben Eyüp Ortaokulunu bitirdikten sonra İstanbul Erkek Lisesine başladım. O zamanlar Haliç’le Eminönü arasında vapurlar işliyordu, o vapurlar Kağıthane’ye kadar giderdi. Haliç o kadar temiz ve güzeldi. Vapurdan inip Cağaloğlu Yokuşu’ndan çıkarak İstanbul Erkek Lisesine giderdim. İşte ben o zaman kitaplarla karşılaştım. Ortaokuldayken Halide Edip’i , Yakup Kadri’yi okumuştum. Cağaloğlu Yokuşu’nun altındaki Semih Lütfi Kitapevinde yeni yazarlarla karşılaştım. Orada ucuz romanlar serisi satılırdı. Bu serinin içinde Refik Halit Karay, Reşat Nuri ve Reşat Enis’in romanları vardı. Ben bunları teker teker alıp okuyordum. Benim liseye gelişim bir okuma seferberliğiydi aynı zamanda...
Ömer Seyfettin’in “Kaşağı” ve “And” öyküleri müthiş hoşuma gidiyordu. Biraz buruk ve hüzünlendirici öykülerdi. Başka kitapları var mıdır yok mudur diye merak ediyordum. Sanırım Ahmet Halit Kitapevinde ya da sahaflarda buldum. Kitapları tek olarak alamıyordum, on kitabını toplu olarak satıyorlardı. Kapağında resim olmayan, sadece kitabın ve yazarının isminin yazdığı büyükçe kitaplardı...
SUR BENİ İLK YAZMAYA İTEN ŞEYDİ
Okurluktan yazarlığa geçişiniz nasıl-ne zaman oldu?
Salim Rıza Kırkpınar öğretmenimizdi. Sabahattin Ali’nin okul arkadaşı... Vaktiyle Nâzım Hikmet’i tanımış biriydi. Onlardan bahsederdi. Bir ödev vermişti bizlere, İstanbul’daki anıtlardan birini yazmamızı istemişti. Ben de surları yazmaya karar verdim. Sadece ansiklopedilerden aldım bilgiyi yazmadım. Surun yıkık dökük hali, etrafının çöplü oluşu, kırda atların otlayışı, Suru insanlarıyla, hayvanlarıyla, arabacıları, demircileriyle yazdım. Salim Rıza ödevleri okuduktan sonra benim Sur kompozisyonumu sınıfa örnek olarak okuttu. O süreçte Salim Rıza beni baya yönlendirmişti. Sur beni ilk yazmaya iten şeydi. Sur benim sonradan metaforum haline geldi. İnsanı ve kenti kuşatan bir metafor olarak sürdü gitti.
İLK ÖYKÜ: BİR GARİP ADAM
Peki ilk öykü...
Ben ilk öykümü İstanbul Erkek Lisesinde öğrenciyken yazdım. 10. sınıfta öğrenciyken Naim Tirali’nin kardeşi Ahmet Tirali’yle oturduk tek sayılık Demet dergisi çıkardık. Yenilik Matbaası Ahmet’in ağabeyinin olduğu için beleş bastırdık. İlk öykümü burada yayımladım. Mayıs 1953’te... Adı ‘Bir Garip Adam’dı. Öykü bir yılbaşı gününü anlatıyordu. Bu öyküm sözlüklerde hatalı olarak “Bir yılbaşı gecesi” ismiyle geçiyor. Son dönemde yapılan çalışmalarda tespit ettiğimize göre Demet dergisinden önce Türk Sanatı dergisinde Ocak 1953’te bir öyküm çıkmış. Bir de 1953 yılında Vatan gazetesinin gençlik sayfasında da bir öyküm yer almış. Ama sözlüklere Demet dergisinde çıkan öyküm geçti.
AMACIMIZ HEM SİYASETİ HEM DE EDEBİYATI ÖZGÜRLEŞTİRMEKTİ
Ve üniversite yılları... Edebiyat tarihimize ’50 Kuşağı olarak geçecek yazarlar ve şairlerin tanışıklığı da sizin bu döneminize denk gelir... O günlere gidelim biraz biraz, nasıl bir araya geldiniz?
Konur Ertop, Kemal Özer ve ben İstanbul Erkek Lisesinden arkadaştık. Doğan Hızlan’ı Pertevniyal Lisesinde okuduğu yıllarından tanıyorduk. Konur Ertop’un mahalle arkadaşı olduğu için. Demir Özlü ve Ferid Edgü’yü lise edebiyat matinelerinde tanımıştık. İstanbul Üniversitesinde yollarımız tekrar birleşti. Daha sonra Onat Kutlar, Önay Sözer, Erdal Öz, Hilmi Yavuz, Yılmaz Güney ve Ferit Öngören aramıza katıldı. Ülkü Tamer’de Robert Kolejden gelip gidiyordu. Birbirimizi dergilerde çıkan öykülerimizden de takip ediyorduk.
Burada a dergisi’nden söz etmemek olmaz... ’50 Kuşağı’nın oluşmasında önemli bir yeri var çünkü. Nasıl oluştu bir dergi çıkarma fikri?
Demokrat Partinin baskılarının arttığı yıllardı. Küçük küçük karşı çıkışlar vardı. Eylemselliğin yanında kültürel olarak nasıl karşı çıkabiliriz diye tartışıyorduk. Dergi çıkarmaya karar verdik. Amacımız hem Demokrat Parti iktidarına hem edebiyatın basma kalıpçılığına, gerçeği yüzeysel anlatımına karşı çıkmaktı. Hem siyaseti hem de edebiyatı özgürleştirmekti... Bu arada insanı ve toplumu da özgürleştirmekti. Tüm meselemiz buydu. ’56 ile ’60 yılları arasında çıkardık dergimizi.
"SOSYALİZMİ, İNSANIN EŞİTÇE BÖLÜŞMESİ DÜŞÜNCESİNİ EDEBİYATTAN ÖĞRENDİK"
Dergi sizin kuşağınızda nasıl bir gelişim sağladı?
Tartışmalarımız gerçeği daha gerçek bir biçimde anlatmaya odaklanıyordu. Varoluşçu düşünce o zamanlar çok yaygındı. Varoluşçuluktan yararlanarak hem insanı hem toplumu birlikte ele almak istiyorduk. Varoluşçu düşünce hakkında ilk başlarda Sartre ve Camus’yu biliyorduk. O sırada Selahattin Hilav Paris’ten yeni gelmişti. Bize, Varoluşçuluk özel sayısı hazırladı. Varoluşçuluktan yola çıkarak Marksizm’e yöneldik ama Marksizm konusunda pek bir şey bilmiyorduk. Nâzım Hikmet ve Sabahattin Ali’nin kitapları yasaktı. Marksist kuram kitapları yoktu. Sosyalizmi insanın eşitçe bölüşmesi düşüncesini sadece edebiyattan öğrendik. Sait Faik ve bulabilirsek Sabahattin Ali hikayelerinden; Oktay Rıfat, Melih Cevdet ve Nâzım Hikmet’in şiirlerinden çıkarıyorduk. Hiç unutmam pelür kağıda çekilmiş Nâzım Hikmet şiirleri okurduk. En çok dağıtılan Havana Röportajı’ydı. Dağıtanlardan biri de Sennur Sezer’di.
a dergisiyle çıkış yaptığınızda, dönemin merkezi edebiyatının ilgisini nasıl çektiniz?
Seçilmiş Hikayeler, Yeditepe dergilerinde öykülerimiz yayımlanıyordu. Varlık’ta daha sonraları yayınlandı. Çünkü Yaşar Nabi bizim öykülerimize biraz mesafeli davranıyordu. Erdal Öz’ün öyküleri değil ama şiirleri ve desenleri yayımlanıyordu. Sonra aramızda konuştuk, Yaşar Nabi öykülerimizi basabilir, niye basmasın, ön yargılı davranıyoruz dediler. Birimiz götürsün dedik. Kura bana çıktı. Aslında Yaşar Nabi ile aramızda iyi bir ilişki de vardı. O sıralar Yaşar Nabi’nin kitap tashihlerini de yapıyorduk. Öykümü Yaşar Nabi’ye götürdüm. Bir hafta sonra gelmemi söyledi. Bana ‘Öykünüzü çok beğendim ama benim okurlarım için değil’ dedi. Ben de öyküyü Yeditepe’ye verdim, orada yayımlandı. İki yıl geçti geçmedi. Varlık’ta tashih işleriyle uğraşıyoruz. Hemen bitişiğindeki odada Kemal Özer’le birlikte oturuyoruz. O zaman benden bir öykü istedi. İlk öyküm Varlık’ta yayımlandı.
Dönemin yazarları nasıl tepki gösterdi?
Öykücülerden Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Haldun Taner; şairlerden Melih Cevdet, Oktay Rıfat, A. Kadir’i tanıyorduk. Orhan abiyle (Kemal) kahvede oturup sohbet ederdik. Orhan abinin yeniliğe karşı sevgisi vardı. Benim öykülerim için Turgut Uyar; “Sait Faik’in küçük adamının toplum içindeki yeri ruhsal yapısı irdelenmekte, Sabahattin Ali’nin toplumsal içeriğinin ekonomik ve siyasal yönden araştırması yapılmaktadır. Adnan Özyalçıner denebilirse, bu iki damarın ortaklaştığını simgelemektedir” değerlendirmesinde bulunmuştu.
DARBEYE VE BASKILARA KARŞI DİRENİŞ HEP OLDU, BUGÜNKÜ EKSİKLİK....
O günlerle bu zamanı karşılaştırıyor musunuz hiç?
O dönemle bu dönemi karşılaştırmak mümkün değil. ’60’lı yıllarda bir kültür patlaması yaşandı. Marksist kuram kitapları, Nâzım Hikmet ve Sabahattin Ali kitapları basılmaya başlandı. 12 Mart döneminde de baskıya karşı kültürel direniş devam etti. 1980 darbesinden sonra 40 yazar YAZKO edebiyat dergisini kurdu. Darbenin yarattığı baskıcı ortama karşı. Edebiyatçılar daha sonra yaşamdan uzaklaştı ve içine kapandı. Edebiyatçılar zaman zaman toplumsal konularda tepkilerini gösteriyor ama bugünkü en büyük eksiklik kültürel bir kalkışmanın olmaması.
CAĞALOĞLU ADETA BİR EDEBİYAT MÜZESİYDİ AMA...
Biraz da İstanbul’u konuşalım mı... Öğrencilik yıllarınızın Cağaloğlu’su nasıldı mesela?
Gazete idarehaneleri ve dergiler burada bulunuyordu. Özellikle dergi yönetim yerleri okurlarla beraber genç yazarların gidip geldiği, oturup sohbet ettiği yerlerdi. Mesela Yeditepe dergisinin olduğu büroda, Orhan Kemal, Haldun Taner, Melih Cevdet, Oktay Rıfat, Kemal Özer, Ece Ayhan gelirdi onlarla oturup sohbet ederdik. Hem edebiyatı hem de güncel meseleleri konuşurduk. Böyle bir ortam vardı. Varlık’ta öyleydi. Varlık’ta genellikle tashih odasına misafirler gelirdi.
Edebiyatçıların buluştuğu kahvehaneler vardı Cağaloğlu’da... Bir tanesi İkbal Kahvesi’ydi. Nur-i Osmaniye’ye doğru giden yönünde bir kahvehaneydi. Bir tanesi de Babıali’nin altındaki Meserret’ti... Biz ona yetişemedik. Biz daha çok İkbal Kahvesi’ne giderdik. İkbal Kahvesi Orhan Kemal’in mekanıydı. Orada Orhan (Kemal) abiyle sohbet ederdik. Edip Cansever oraya sık sık gelirdi. Özellikle Edip Cansever’le Orhan Kemal’in tavla maçları meşhurdu. Orhan Kemal, Edip Cansever’e dahi anlamına gelen ‘öke’ derdi. Kıran kırana oynarlardı. Orhan Kemal’in bütün mektupları oraya gelirdi. Öykülerini burada temize çekerdi. Ona Sennur Sezer yardımcı olurdu.
Bizim kuşak daha çok Çınaraltı’da otururdu. Onat Kutlar, Ece Ayhan, Kemal Özer, Hilmi Yavuz, Ülkü Tamer falan hep orada olurduk. O zamanlar üniversite hocaları gelirdi, başka yazarlar da uğrardı. İnsanlar sahaflardan aldığı kitapları orada okurlardı. Yani bir okuma mekanıydı, sohbet mekanıydı. Başka ülkelerde olsa buralar aslı bozulmadan korunur. Bir iki kez yapıp yıktılar, şimdi bir şey kalmadı artık.
BU ÖYKÜLER HİÇ HİKAYEYE BENZEMİYOR...
Panayır'dan sonra çıkan Sur kitabınızın ilginç bir anısı var. ‘Sait Faik Hikaye Armağanı’nı Mehmet Seyda ile birlikte kazandınız. Ödülün hikayesini sizden dinleyebilir miyiz?
Panayır kitabından sonra birtakım öyküler yazdım ama bunlar öykümsülerdi. Kısa parçalar ve metinlerdi. Ben onlara öykü dememiştim alıştırmalar demiştim. Onlar epey birikince Ülkü Tamer, bunları basalım dedi. Kitap formunu Ülkü hazırladı ve Sürek Yayınları diye bir isim uydurdu. 1963’te bastık ve ‘Sait Faik Hikaye Armağanı’na gönderdik. Hiç mi hiç umudum yoktu. Ödül açıklandığında Babıali’de beni Nurer Uğurlu gördü, “Sait Faik Hikaye Armağanı’nı sen kazanmışsın” dedi. Ben de ona hadi oradan dedim. Gazetede çıktı dedi, baktım ve doğruydu. Sonra Haldun Taner bana ödülün nasıl verildiğini anlattı. O sırada Sait Faik jürisinde Refik Halit Karay, Sabri Esat Siyavuşgil vardı. Bunlar klasik hikayeyi seven öykücülerdi. Demişler ki Haldun Taner’e, “Bu öyküler hiç hikayeye benzemiyor”. Haldun Taner de “Bir pasaj okuyacağım sizlere” demiş. Betimleme bölümünü okuyunca Karay ve Siyavuşgil “Tamam inandık ama Mehmet Seyda’nın hikaye kitabına vermek istiyorduk. Artık Adnan Özyalçıner’le bölüştürelim.” demişler. Ben Mehmet Seyda’yı orada tanıdım. Ama ben çocukluğumda ve gençliğimde onu tefrika romanlarından tanıyordum.