Nereden nereye, nasıl?
Kadın cinsinin maruz kaldığı şiddet ve sömürünün bu derece toplumsal bir boyutta ortaya çıkması, sorunun kaynağına işaret ettiği gibi çözümüne de işaret etmektedir.
Fotoğraf: Pixabay
Zehra ÖZÖCAL
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi
Kadın sorunu birçok farklı alanda, toplumsal yaşantının ve üretimin olağan akışında gün be gün tanık olduğumuz görüngüleriyle karşımıza çıkmaktadır. Kadın cinsinin maruz kaldığı şiddet ve sömürünün bu derece toplumsal bir boyutta ortaya çıkması, sorunun kaynağına işaret ettiği gibi çözümüne de işaret etmektedir.
Kadın cinsi, itildiği ikincil cins konumunu neye borçludur? İnsanlık tarihinin başlangıcından beri kadın ve erkek üzerinden geliştirilmiş değerler bütününün tarihin değişmez ve özden gelen öznellikler olduğunu savunan düşünceler bir yanda dursun, kadının tarihini anlamada biz tarihsel diyalektik yöntemin bize sağladığı hareket alanını kullanalım. İlkel komünal dönemde henüz sınıfların ortaya çıkmadığı ve üretimin tüm bir klan üyeleri tarafından eşit bir şekilde üstlenildiği gözlemlenir. Avlanmaya çıkan grupların içerisinde erkeklerle eşit emek görevleri bulunur. “Antropolojik* araştırmalar, insanın ilk gelişim aşamalarında, yani avcılık ve toplayıcılık evresinde kadın ile erkeğin bedensel özellikleri arasında -güç ve çeviklik vb. bakımından- ciddi farkların bulunmadığını ortaya koyuyor.”* Yalnızca kadınlar ortada hayati becerilerini kendi başlarına sağlayamayacak yaşta çocuklara sahip olduğu dönemde bu av etkinliklerinden muaf oluyordu zira çocuklar avlar için ayak bağıydı. Bu süreçlerde çocuklarıyla avlanan gruplardan besin beklemenin yanında bitki köklerinin ve tohumların yeşerdiğini fark eden (bu elbette bugünkü anlamda bilinçli bir fark edişten ziyade rastlantısal ve ritüel boyutuyla bir anlamlandırmadır) kadın giderek toplumda ön plana çıkan ve saygı gören bir cins olmaya başlar. Bunun temel sebebi ise avcılıktan ziyade çok daha güvenli ve kolay bir biçimi keşfetmiş olmasıdır. “Kadının üretimdeki yeri ile toplumdaki konumu arasında son derece yakın, organik bir bağ mevcuttur. Bu, -en iyisi hafızamıza büyük bir özenle yerleştirmemiz gereken- sosyoekonomik bir yasadır.”* Bu bağın kendisini kanıtlar nitelikte olan tarımsal faaliyetin ana üretim biçimi haline gelmesiyle birincil cins haline gelen kadın aynı zamanda zanaat ve süsleme işleri ile ilgilenmesiyle de üretimin yöntemine ve bilgisine sahip olan cins olarak, kas gücüne yönelen erkekten daha önemli hala gelmiştir. Peki, kadının bu konumundan ikincil cins konumuna gelişi nasıl gerçekleşmiştir?
İLKEL KOMÜNALIN SONLARI
Zira kadının üretim sürecinde bulunuşu ile yeniden üretim sürecinde, yani insan türünün doğurganlığı sebebi ile doğal taşıyıcı olması arasında birbirini dışlayan veyahut birini diğerini kontrol altına almaya yarayan bir ilişki bütünü var olmamıştı. Şeylerin üretiminde üretici güçlerin gelişimi özel mülkiyeti doğurdu. Bu durum da yeni bir toplumsal ilişki biçimini dayatmaya başladı. Burada ortaya çıkan özel mülkiyet ile kadın emeğini ikincil emek konumuna itmiştir. “Böylelikle ilkel komünizmin ve kapalı komün toplumlarının varlığının sonuna geliniyor, yerine özel mülkiyete, artan mübadeleye, ticarete dayanan bir ekonomik sisteme geçiliyordu. Toplum sınıflara bölünüyordu.” “Ataerkillik (baba hukuku) özel mülkiyetin ortaya çıkışına ve bunun komün üyeleri arasında yarattığı çıkar çatışmalarına bağlı olarak egemen hale geldi. Komünün dağılmasının önüne geçilmesi gerekiyordu. Bu ise, şimdiye kadar olageldiği gibi ortak ananın hükmettiği ocağın etrafında içgüdüsel bir dayanışmaya değil, güçlünün otoritesine dayanması gerekiyordu.” Böylelikle kadın emeğinin ikincil plana itilmesi süreci başlamış oldu. Bu sürecin kendisiyle mülkiyet ilişkilerinin doğması arasındaki tarihsel paralellik kuşku uyandırıcıdır.
ZENGİNLİĞİN BÖLÜŞÜLMESİNDEN ZENGİNLİĞİN TEK ELDE TOPLANMASINA
Toplumsal emeği bölüşen erkek ve kadın için gelişen üretim ilişkilerinde doğanın insan cinsinin yaşamsal faaliyetleri üzerindeki etkisini kırma çabası kaçınılmazdı. Bu çabanın kendisiyle ilerleyen aletler( barınmak, avlanmak için kullanılan araçlar) ve bunların yarattığı birikim ile toplumda yeni bir ilişkisellik ortaya çıkardı. Üretimde kullanılan araçların birilerinin mülkiyetinde kullanımı ve yaratılan “zenginliğin” toplulukta bölüşülmesi yerine bir grubun ellerine bırakılması. Bu ilkel formda araçların ve üretimden elde edilen “fazlalıkların” “ölüm” olgusuna çarpmasıyla “miras bırakma” da doğmuş oldu. “Özel mülkiyet bir kez doğduktan sonra, insan ölümlülüğü karşısında daha direngen olduğu için, bir insanın ölümünden sonra ne olacağı kaygısı miras kurumunu doğurdu. Toplumsal ilk iş bölümünün getirdiği üzere; üretim aletlerinin, hayvan sürülerinin, çeşitli avadanlıkların sahibi olan erkek, sahip olduğu bunca şeyi sadece, kendisine ait çocuklara bırakmalıydı. Bu da akrabalık ilişkilerinin yeniden gözden geçirilmesi, topluluğun ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlenmesi gereğini dayatıyordu.”* Bu gereğin kendisiyle birlikte tek eşli aile kurumunda yeniden üretici pozisyonun biricikliğiyle yer bulan kadın için baskı da kurumsallaşmış oldu. Henüz gözünü açan bu sınıflı toplum yapısına ve mülkiyet ilişkilerine feda edilen kadın cinsi böylelikle toplumsal üretimin yalnızca egemen sınıfının çıkarlarına göre biçtiği biçimlerinde görünür oldu. Bu sebepledir ki kadının ikincil cins konumuna itilmesi mülkiyet ilişkilerinden ve tarihselliğinden bağımsız bir okumayla anlaşılmasının olanağı tartışmalıdır.
KADININ SESİ SINIF MÜCADELESİNDE SES BULUR
Sınıflı toplumların başlangıcından bu güne çatışan ana sınıflar açısından tarihsel öznelliğini koruyan kadını kapitalist toplum yapısı da es geçmemiştir. İşçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki çelişkide tüm toplumsal birikimiyle mücadelesine devam eden kadınların pozisyonu bu tarihsel öznellikleri açısından elzemdir. Zira kadının ezilmişliği kapitalizmin yaratmadığı ama giderek derinleştirdiği ve yeniden ürettiği bir sorundur. Bu sebeple de sınıf ve ezilenlerin mücadelesinde kendisine ses bulur.
Sınıflı toplumların temelinde yatan aile ve bu sınırlarda yeniden üretim göreviyle aile içine konumlandırılan kadın cinsi bu toplum yapısı tasfiye edilmeden gerçek anlamda bir eşitlik kazanamaz. Zira aile içerisindeki konumunun yanında gelişen üretim biçimleri erkek emeğinin yanında kadın emeğine de muhtaçtır. Bu muhtaçlığı aslen kadın emeğini önceki toplumsal üretim biçimlerine kıyasla ana konuma getirir. Ancak ihtiyaç duyduğu emek gücünün öznesi olan kadınlar egemen sınıflar tarafından toplumsal konum olarak ikincil plana itilir. Ataerki zihniyetin kadın cinsini ezmek üzerine kendiliğinden veyahut bir takım doğal güdülerle kazandığı bir tavır bahis değildir. Ancak denilebilir ki bütün özgün sınıflarda ve özgün üretim tarzlarında kadını baskılama birbirine devredilen ve toplumsal ilişkiyi şekillendirmede en kullanışlı yöntem olmuştur.
TARİHSEL AKIŞIN BİR PARÇASI
Ancak buradaki kasıt da kadın sorununu salt ekonomik ilişkilere indirgemek elbette ki değildir. Marx’ın da bahsettiği üzere kapitalizmden de öte asıl olan bütün ezilmişliklere son vermektir. Bu denli toprağa sıkı sıkıya kök salmış ve birçok üretim biçiminin girdisi olmuş aile kurumunu ve kadının ikincil konumunu ortadan kaldırmak çok büyük bir yanıyla sınıfların da ortadan kaldırılmasının bir koşuludur. Zaten bu söylemin kendisi onu salt iktisadi ilişkilerin bir konusu olmaktan çıkarır. Çünkü bu anlayış kadın sorununa dair değişmez reçeteler vermek yerine onu toplumsal yaşantının içerisinden açıklama ve ona tarihsel akışın karakterinden zaten sahip olduğu yeri verme çabasından başkası değildir.
Kadın sorunu adı altında kadınların günlük yaşantıda maruz kaldıkları taciz, her türlü şiddet ve tecavüzün kadın ile erkek cinsini iki ayrı “sınıf” sayarak bir yanıyla çok farklı toplumsal ilişkilerden gelen kadınların ataerki ile olan mücadelesinde bir sınıf yaratmaya çabalamak kadın sorunun derinlikli işlenememiş bir yorumunu önümüze bırakır. Bu belirli sınıf tipolojileri çizmekten ve kadınları bunlarla yargılamaktan çok daha fazlasıdır.
İşçi kadınlar ve burjuva kadınlar hane içi yeniden üretimi üstlenmektedir. Fakat demokratik bir takım haklarda ortaklaşır olmaları ufak bir hacim kaplarken bunun karşısında ise ondan daha hacimli bir ayrışma söz konusudur. Zira burjuva kadının, kadın ezilmişliği sorununu bütün tarihsel kökleriyle kazıyıp atmak iddiası olan bir sınıfsız toplum mücadelesi perspektifinde kadın sorununa bakması olası gözükmemektedir. Bundan farklı sınıftan kadınların bireysel mücadele deneyimlerinin göz ardı edildiği veyahut her kadının da bir kadın olarak kurtuluşu için ortak demokratik talepler etrafında birleşmesinin gerekliliğinin göz ardı edilerek “her kadını ilgilendiren sorunları kapı dışarı bırakmalı” sonucu kesinlikle çıkmamalıdır. Yalnızca sınıf hareketi ile birleşemeyen kadın mücadelesinin, yeni toplumsal hareketler formunda ve nereye işaret ettiği muamma “kadın özgürlüğü” biçimine eklemlenmesi mücadele deneyimlerinin yanı sıra “sonuçsuz” kalacaktır.
ŞİDDETE KARŞI KADINLAR YAN YANA
Kadına karşı şiddetinin kaynaklarının da her biçimiyle sömürünün kulvarlarından beslendiği açıktır. Kadın üzerindeki ayrıştırıcı devlet politikalarının, şiddeti önleyici cezai yaptırımların olmayışının üst yapıdan beslenen hem kültürel hem de politik zemini de sınıflı toplum hafızası ile doğrudan bir ilişkisellik içindedir. Kadın sorununun toplamına dair gerekli hamlelerin yapılmıyor değişen iktidar politikalarının etkisinin büyük ölçekte yön verici olmasının yanı sıra yukarıda çokça bahsettiğimiz üzere çözüm için üst ve alt yapının değişimini ve dönüşümünü gerektiren bir süreci zorunlu kılar. Artan ekonomik krizin ve savaşın ekonomik ve toplumsal etkilerinin çok büyük oranda kadınları etkilemesi, bu süreçlerin her birinin kadın yaşamını baskılamak yönünde araçsallaşması yine ve yeniden kadın cinsinin özgürlüğü için bütün gediklerde duran mülkiyet ilişkileriyle kopmaz bağları bulunur. Bu sebeple Savaşın ve krizin tüm bir yükünü sırtlayan halklar için kadının ezilmişliğinin karşısında durmak, bu faturayı üstlenmemek açısından da elzemdir. Egemen sınıfın iktidar temsilcisi olan AKP hükümeti de tüm politikalarını kadının ikincil bir konuma itilmesi üzerinden kurup, muhafazakâr bir toplum yapısı inşa etmede uyguladığı önermeler bütünüyle yine tüm bir yükü kadınlar üzerine yıkmaktadır.
Kadına karşı şiddetle mücadelede iktidarın gün be gün kadınların kazanılmış haklarına olan müdahalesine, erkek şiddetine sürekli göz kırpan söylemlerine, işlemeyen yasalara keyfi ceza indirimlerine karşı kadınların birleşmesinin, öncelikle kendi yaşam hakları için birleşmelerinin elzemliği her gün kat be kat artmaktadır.