Bizim Albay’dan bizim Metin’e...
Gebze'den bir işçi, yıllar önce iş cinayetinde yaşamını yitiren arkadaşını ve hayatını kaybeden Emek Partisi MYK Üyesi Metin İlgün'ü yazdı.
Metin İlgün (solda) ve metal işçisi 'Albay' | Fotoğraflar: Evrensel
Metal İşçisi
Gebze
Bu mektuba başlamadan önce aklınız karışmasın diye üç şeyi açıklamak isterim.
1- Bu mektubu yazmaya çalışan eski bir Kroman Çelik işçisidir.
2- Albay dediysek apoletli asker eskisinden söz etmiyoruz. Bizim Albay.
3- Bir haftadır düşünüyorum hâlâ da cevabını bulabilmiş değilim. Benim için Metin İlgün’ün sesinde samimiyet ve içtenlik ve bir o kadar da kararlı bir öfke vardı. Nasıl oluyor da bir insanın sesi hem içten ve samimi olacak hem de öfkeli.
Gebze’de irili-ufaklı onlarca demir-çelik fabrikası vardır. En kocaman ve bilinenleri Çolakoğlu, Diler ve Kroman’dır. Bilen bilir, zordur bu demir-çelik fabrikalarında çalışmak. Çöllerdeki kum fırtınaları bile hafif kalır bu fabrikalardaki toz bulutları karşısında. Ark ocaklarında hurda demiri eritmek için dokundu mu binlerce tonluk elektrik yüklü elektrotlar hurda demire, çıkan gürültü ve ışık karşısında hafif kalır gök gürültüsü ve şimşek. Bu kadar da değil, demir-çelik fabrikalarında hangi bölümde çalışırsanız çalışın, elektrikçi, hurdacı, bakımcı, vinçci, kontinücü, izabeci hiç farketmez, ateş kardeşinizdir. 8, 10, 12 saat değil, bir ömür boyu sarılıp yatarsınız ateşle koyun koyuna. Ekmeğinizi 1000 dereceyi aşan ateşin karşısında kazanırsınız Kroman’da. Bizim Albay’ın dediği gibi cehennem kazanlarının karşısında kazanılır ekmek kelle-koltukta. Yerin 7 kat altında Soma maden işçisi, yerin üstünde Kroman demir-çelik işçisi. Kömür ve ateş.
Çalıştığımız fabrikalarda öyle işçiler vardır ki o fabrikanın neşesi, keyfidirler. Vardiyaya canınız sıkkın, moraliniz bozuk, ‘Bu vardiyada biter mi’ diyerek geldiğiniz anlarda onlarla şakalaşmak, onlara takılmak sizi bir rahatlatır. Fabrikanın o yorucu ortamını bile bir süreliğine unutur kendinizi dertlerinizden kurtarmış, rahatlamış hissedersiniz. Bazen bu işçi kardeşlerimizin damarına basar onları kızdırarak, bazen de oturup bir sigara içip havadan sudan konuşarak, karşılıklı en güzel küfürleri hak edenlere savurarak hafiflersiniz. Servisten inip de kart basmaya doğru ilerlerken gözleriniz bu işçileri arar, gördüğünüzde tamam dersiniz bugünü atlattık, bizimkisi burada… Yok siparişlerin yetişmesi için ocak arızasız çalışacakmış, yok ocağı zamanında devirip bilmem ne kadar döküm almamız şartmış diyen amirlere karşı bu işçi arkadaşların ağızlarındaki küfür hepimizin ortak sesi oluverir kulaklarımızda. Sanırsın küfür değil, dilinden Nazım şiiri dökülüyor, Nazım’dan da bihaber. Bütün işçilik hayatım boyunca böylesi işçiler hep yanı başımda oldu. Doğu Galvaniz’de, Zahit hâlâ Gebze’de şiir bile yazıyor, Akkardansa’da Mehmet, ilk işçilik hayatımda tanıdığım Rona Makina’dan Sedat, Anel’de Mustafa, şimdi çalıştığım fabrikada bizim Cengo, tavukçu Zülfü, Sanikor’da Fiko ve elbette Kroman’da Albay...
Albay’ın adı neydi o bende kalsın umarım Kroman işçileri unutmamıştır Albay’ın adını. Belki onlar yazar. Kroman’da herkes Albay derdi. Niye Albay derlerdi onu ben de bilmiyorum ama sanırım kendisi bile unutmuştu gerçek adını.
Bizim Albay pek söz dinlemezdi, sözünü de pek esirgemezdi. 2 yıla yakın Kroman’da aynı vardiyada çalıştık 90 yılların başlarında. Bizim vardiyanın çay demleme işi Albay’a aitti. Hele gece vardiyalarında demlediği çayın keyfine diyecek yoktu. Albay ark ocağında çalışsa bile fabrikanın girmediği bölümü neredeyse yoktu. Ara ki bulasın, bir bakmışsın pota ocağında, bir bakmışsın kontinüde, hurdalıkta, bir bakmışsın bir köşede kıvrılmış... Ulan Albay neredesin ocak hurdayı eritti çık da gel hangi delikteysen... Ama işinin ustasıydı, bilirdi hurdanın çeliğe dönüşme vaktini ama dil bir pabuç: “Ya ne bağırıyorsanız lan, sanki ocağın içindeki bizim.” Sahi ocağın içindeki çelik kimin?
Çeliğin ve çay demlemenin ustası Albay bana getirdiği su bardağındaki çaya tuz katmadan duramıyor. Ya Albay niye bu çaya tuz katıyorsun? Cevap da hazır: “Ustam şeker sağlığa zararlı.” Sanırsın tıbbiyeyi bitirmiş bizim Albay. Albay’ın getirdiği her çay tuzlu... Baktık olacak gibi değil, evden termos getirdik de çayın tadını kurtardık. Yukarıdaki fotoğrafa dikkatlice bakarsanız albayın arkasında duran termosu görürsünüz. İçinde bizim Albay’ın demli çayı. O yıllarda Kroman’da Albay’ı tanımayan yoktu. Şöhreti ark ocağını çoktan aşmıştı.
Yine bir MESS grup sözleşmesi dönemi gelip çatmıştı. Uzun uğraşlardan sonra Kroman’da olağanüstü temsilcilik seçimi kararını çıkarabildik. Albayın elinde kağıt, imza almadığı işçi kalmamıştı. Temsilcilik seçimlerinde de çok koşturdu. Bizim saatlerce anlatmaya çalıştığımızı albay 3-5 dakikada anlatıveriyordu kendi dilince. Seçimler yapılıp sonuçlar açıklandığında temsilcilik kazanılmıştı. Fabrika içinde Albay’ı gördüğümde takılmadan edemedim. “Bak Albay şimdi baş temsilci olduk artık çayımıza tuz katmazsın. Ayağını denk al.” Sen misin diyen, bizim albay yapıştırdı cevabı: “Ustam biz seni kıçın koltukta rahat etsin diye seçmedik, ne sen önde ne biz arkada, yan yana. Hani derler ya, seçilmişi seçen görevden alır o hesap.” Neyse Kroman’da temsilciliğimiz çok uzun sürmedi. Bizim Albay değil ama birileri alıverdi bizi temsilcilikten. Sanırım 1996 yılının ortalarında Kroman’daki 2 yılı bulmayan işçilik yaşamım son buldu.
23 Kasım 2004... Bizim Albay Kroman’da gece vardiyasında. Ark ocağı çeliği kıvamına getirmiş, üzerindeki cürufu, cüruf çukuruna boşaltıyor, Albay ortalıkta yok. Vardiyadaki arkadaşları “Kim bilir hangi delikte” deyip pek önemsemiyorlar Albay’ın yokluğunu. Ocak ikinci dökümü bitirmiş, Albay hâlâ ortalıkta yok. İşkilleniyor vardiyadaki arkadaşları, aramaya başlıyorlar Albay’ı ama ortalıkta yok. Mekanik bakımdan bir işçi ya bu cüruf çukurundan ağır bir koku geliyor deyince ocak durdurulup cüruf çukuru kazılmaya başlanıyor. Cüruf çukurunda 300-400 derece sıcaklık, uzunca bir zaman sonra bir kafatası ve bir dirsek kemiği bulunuyor. Albay ortalıkta yok. DNA testi yapılıyor ölen bizim Albay. Bedeninden geriye kalan bir avuç kül bile değil... Ah ulan Albay ah, kim katacak şimdi çayımıza tuzu!
Albay’ın cenazesinden 1 ay sonra Albay’ın evine ablayı görmeye gittim. Önceden de gitmişliğim vardı, odanın ortasında soba içten içe yanıyor, üstünde çaydanlık. Neredeyse hiç konuşmadık, derin bir sessizlik. Abla kalktı büyük bir su bardağına çayı doldurdu getirdi. Şeker yok, tuz yok, gözleriyle iç der gibi, hayatımda ilk kez şekersiz çayı bizim Albay’ın evinde ablanın elinden içtim. O gün bugündür çayı şekersiz içiyoruz.
Şimdi başa dönelim ve kısa bir süre için gözlerinizi kapatıp yüreğinizle düşünün. Ben hayatımda 3-5 kez ya görmüşümdür Metin İlgün’ü ya görmemişimdir. Toplasanız bir mitingde, bir direnişte, bir toplantıda ayaküstü 3-5 dakika ya konuşmuşumdur ya konuşmamışımdır. Ama sesindeki samimiyet ve içtenlik ve sesindeki kararlı öfke nasıl oluyordu bir arada. Açın gözlerini cevabı buldunuz mu? Benim cevabım, o cehennem kazanlarının karşısında çalışan işçilerin mücadelesindeki samimiyet ve içtenlikti Metin İlgün’ün sesi. O cehennem kazanlarının düzenini yerle yeksan etmeye kararlı bir öfkeydi Metin İlgün’ün sesi. Şimdi bizim Albay’ın demlediği çayı hep birlikte yudumlama vakti. Üstelik şekersiz. Siz var mısınız Metin olmaya?
Bu kanadı kırık garip mektubu 90’lı yılların ortasında Kroman’daki mücadeleye büyük emek vermiş Rüştü Yıldırım’ın bir şiiri ile bitirelim.
POTANIN ATEŞİNDE PİŞER SEVDA
“Can suyudur
Arktan akıp potaya dökülen
Potanın ateşinde pişer sevda
Katık olur ekmeğe
Aydınlatır ortalığı
Bir iğne deliği kadar ışık
Döndüğünde yüzümüzü kendimize
Bir dağ rüzgarı olur
Eser durur özgürlük.’’
Unutmayın şimdi kömür ile ateş birleşiyor Metin’in sesinde.