Türkiye'nin yoksulluk ve işsizlik gündemi | Ekonomi kimin için iyiye gidiyor?
2001 krizi sonrası en yüksek işsizlik yaşanırken hükümetten gelen "iyiye gidiyoruz" açıklamalarını, işsizlik ve krizin nedenlerini Evrensel Gazetesi Ekonomi Editörü Bülent Falakaoğlu ile konuştuk.
Türkiye dünya genelinde 104 ülke arasında işsizliğin en yüksek olduğu 10'uncu, OECD ülkeleri arasında ve Avrupa ülkeleri arasında ise 3'üncü ülke. Resmi işsiz sayısı rekor seviyede. 2018'de işsizlik rakamı 3 milyon 670 binken son açıklanan ağustos ayı işsizlik rakamlarına göre işsiz sayısı 4 milyon 650 bin kişiye yükseldi. 2001 krizi sonrası en yüksek işsizlik 2002 yılında yüzde 10,8'e çıkarken bugün yüzde 14 seviyesine yükselen rakamları Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, “İş gücüne katılım oranının eskisine göre fevkalade yükselmiş olması"na bağlıyor. Hükümet sözcüleri de ekonominin, enflasyonun iyiye gittiğini ve verilerin iyi olduğunu "müjdeliyor." Peki rakamsal "iyiliklerin" gündelik hayattaki karşılığı ne oluyor? Evrensel Gazetesi Ekonomi Editörü Bülent Falakaoğlu değerlendirdi.
15 Kasım’da işsizlik rakamları açıklandı, Bir yılda 980 bin kişi daha işsizler ordusuna katıldı. Bu rakamlar bize ne söylüyor?
Verilere baktığımızda birkaç ana şeyin bize söylendiğini tespit ediyoruz. Nedir bunlar? Bunlardan bir tanesi, Türkiye ekonomisinin içine sürüklendiği krizin en yakıcı sonuçlarından biri olan işsizlik temposunu devam ettirdiğini hatta arttığını söylüyor. Başka ne söylüyor? İş arama sürelerinin oldukça uzadığını yani işsizliğin kronik bir hale geldiğini söylüyor. Bunu nerden anlıyoruz? İş arama sürelerine baktığımızda görüyoruz ki işsizlerin büyük bir çoğunluğu bir yıldan fazla süredir iş arıyor. Rakamlar bize işsizliğin artık ağır kronik bir hal aldığını gösteriyor. Üçüncü olarak, işsizliğin devam edeceğini artarak devam edeceğini söylüyor.
Son açıklanan veriler ağustos ayına ait. Ağustos ayı bildiğiniz gibi yaz ayı ve istihdamın daha güçlü seyrettiği aylardır. O yüzden işsizlik oranı düşük çıkıyor. Ama içinde bulunduğumuz ay da dahil olmak üzere önümüzdeki aylarda işsizlik daha da artacak. Niye? Turizmde çalışanlar, tarlada çalışanlar, inşaattakiler evlerine dönmüş olacak. Yani kış aylarına doğru işsizliğin arttığını göreceğiz.
“İŞ ARAYAN ÇOK, O YÜZDEN İŞSİZLİK ÇOK’ DEMEK BÜYÜK BİR YANILTMADIR”
Hükümet ekonominin iyiye gittiğini söylüyor ya da “iş arayan çok olduğu için işsizlik rakamları çok çıkıyor” diyor. Bu açıklamaları nasıl değerlendiriyorsunuz?
İkinci kısmından başlayalım. “İş arayanlar çok olduğu için işsizlik çok gözüküyor, yoksa işsizlik yok” gibi bir açıklama bu büyük bir yanıltma cümlesi. Neden böyle söylüyoruz? Evet kriz dönemlerinde iş arayanların sayısı artar. Krizin etkileri ocaklara, mutfaklara düştükçe doğal olarak iş talep edenlerin sayısının da artması gerekir. Ama Türkiye açısından biz bunu söyleyemeyiz. Neden? Çünkü Türkiye’de 11-12 milyon arası kadınının evde olduğunu biliyoruz. Normalde Avrupa standartlarında ya da OECD ülkelerindeki ortalamalara baktığımızda kadınların en azından yüzde 50’sinin istihdamda olması gerekir. Türkiye baktığımızda bu rakam yüzde 30. Düşünün 12 milyon ev kadınının 4 milyonunun daha iş istediğini, o zaman bizdeki işsizlik oranı arşa varır. Doğal olarak bizde "iş çok, iş arayan çok, işsizlik ondan çok" demek hiç gerçekçi değil. Çünkü Türkiye’de kadınların çalışma oranı gelişmiş ülkeler arasındaki en düşük oran olan yüzde 30-35’lerde. O yüzden bu gerçeği yansıtmıyor.
Hükümetin rakamlar düzeliyor tespitine gelecek olursak, orda da bir itirazımızın olması gerek. Çünkü iyiliği tartışacaksak işe, aşa üretime, yoksulluğa bakmamız lazım. Ama buna bakmak yerine hükümet rakamlara bakıyor. Şimdi rakamlara bakınca şöyle iyilikler üretebilirsiniz; örneğin “Cari açığımız azalıyor" , "Bak dünyada aldığımız sattığımız arasında lehimizde bir sonuç var", "Cari açığımız azaldığına göre ekonomimiz iyiye gidiyor” diyebilirsiniz. Oysa bu bir rakamla iyilik anlatma hikayesi. İşin aslı ne? Üretimimiz dışa çok bağımlı olduğu için hammaddeyi de dışardan alıyoruz, ara malı da dışarıdan alıyoruz. Parasal olarak dışarıya bağlıyız. Üretmeyince dışardan da mal almıyoruz. Üretmediğimiz, mal almadığımız için rakamlar iyiye gidiyor gibi gözüküyor.
Diğer taraftan vatandaş tüketmiyor, çünkü tüketecek parası yok, tüketimi azalmış, o yüzden de üretim düzeyi de geriye gelmiş durumda. Şimdi "Üretmediğimiz ve vatandaş tüketmediği için cari açık vermiyoruz, işler iyiye gidiyor?" diyebilir miyiz? Bu şuna benzer; aslında açlıktan bayılmak üzereyiz, zayıflamışız, ama karşımıza birinin geçip de “oo ne güzel fit hale gelmişsiniz, zayıflamışsınız” demesi gibi bir şey. O yüzden rakamlardan yola çıkarak değerlendirmemek lazım.
“ENFLASYONU DÜŞÜRDÜK DEMENİN HAYATA DEĞEN BİR TARAFI YOK”
Bunu aynı şekilde enflasyona da uyarlayabiliriz. Dünyada petrol fiyatları artmıyorken, enerji fiyatları yükselmiyorken ya da kurlar sıçramıyorken, bazı rakamları enflasyon aşağıya çekiyor gözükebilir. Ama vatandaşın temel tüketimlerine bakarsanız, örneğin gıdaya, enerjiye, mal ve hizmetlere, ulaşıma bakarsanız, 20’nin üzerinde bir enflasyon görürsünüz.
İnsanların gelirleri artmıyor, temel tüketimlerinde yüzde 20 enflasyon var. Rakamlara bakıp enflasyonu düşürdük demenizin hayata değen bir tarafı yok.
AKP Hükümetini iktidara getiren 2001 krizi ile bugünü karşılaştırsak nasıl bir tablo görürüz?
2001 krizi ile bugünü karşılaştırırsak çok önemli sonuçlar çıkarabiliriz. Hem bugünkü krizin geleceğine dair sonuçlar çıkarabiliriz, hem de vatandaşın yaşadığı krizin etkilerini nasıl ve nerelerde gördüğünü anlamak için kıyaslama yapabiliriz.
Öncelikle 2001 krizinde çok daha derin, büyük ekonomik küçülme rakamları gördük. Örneğin yüzde 8-10 gibi, belli çeyreklerde küçülme rakamları gördük. Ama o büyük küçülme rakamlarına rağmen bile işsizlik oranının yüzde 10 ve altında kaldığını gördük.
Peki bu sefer ne görüyoruz? Bugüne bakarsak, küçülme rakamları 3, 2.8 2.5, 2, 1.5 gibi açıklanıyor. Son üç çeyreğe bakarsanız ortalaması 2 düzeyinde. Yani 2001 krizinin 3’te biri düzeyinde. Ama işsizlik rakamlarına baktığımızda çok daha yüksek bir işsizlik gerçeği ile karşı karşıyayız. Demek ki öncelikle daha derin ekonomik büyüme rakamına rağmen 2001 krizi bu kadar işsizlik yaratmadı. Evet şok bir küçülme meydana getirdi ve etkileri oldu ancak işsizlik bu kadar ağır yaşanmadı.
“2001 KRİZİ KAMUNUNDU, BU KRİZ ÖZEL SEKTÖR VE BORÇLU VATANDAŞI VURDU”
Bu niye böyle oluyor sorusuna cevap verirsek; işte o zaman yeni krizin niteliğini de anlayabiliriz. 2001 krizinden farklı olarak bu krizi daha ağır ve sancılı yaşayacağız. 2001 krizinden sonra ekonomi yüksek bir büyüme temposunda rayına oturtuldu. Nasıl sağlandı bu? 2001 krizinde aslında büyük şoku kamu yaşamıştı. Kamunun borcu büyüktü. Dolayısıyla IMF’den para alındığında krizin faturası işçi ve emekçilere kesildiğinde bir yıl sonra ekonomi rayına oturdu ve büyük bir büyüme temposu yakalandı.
Şimdiye gelirsek bu sefer kriz kamudan doğru yaşanmadı, özel sektörde yaşandı. Özel sektörün borcu çok büyük. Şirketleri ve bir de borçlu vatandaşı vurdu bu kriz. Şimdi ekonomiye tempo kazandıramıyorsunuz. Çünkü şirketler karlarını borcunu yeniden yapılandırmaya ve borcuna ayırıyor. Vatandaş tüketemiyor, geliri artmıyor, kredi ile de tüketecek takati kalmadı. Vatandaşı da tüketecek tempoya sokamıyorsunuz, şirketleri de büyük yatırımlar yapacak tempoya sokamıyorsunuz. O yüzden de ekonomiye bir tempo kazandıramıyorsunuz.
Kamunun da elinde müdahale araçları yok. Bir dönem KİT’ler dediğimiz Kamu İktisadi Teşekkülleri vardı. Bunlar hem ekonomiye müdahale için bir avantajdı hem de aynı zamanda varsayalım satarsanız ekonomiye para sokabileceğiniz bir varlıktı. Bugün bu olanağa sahip değil iktidar. O yüzden krizin sorunlarını aşmada, piyasaya müdahale etmede yetersiz kalıyor. Bugün bu olanağa sahip değil iktidar. Krizin sonuçlarına müdahale etmede yetersiz kalıyor.
YAP-İŞLET DEVLET KAMBURU
Ya da dün hiç yaşamadığımız ve bugün için sorun teşkil eden başka bir şey daha var: Yap-İşlet-Devlet projeleri var ve bu projelere verilen garantiler var. Köprü yaptırmış müteahhitlere garanti vermiş, şehir hastaneleri yaptırmış garanti vermiş, havaalanı yapmış şu kadar yolcu uçacak demiş. Sürekli her projeye bir garanti sağlanmış. Bu garanti olmazsa ben sana cebimden para vereceğim denmiş. Şimdi 2020 bütçesine baktığımızda görüyoruz ki 20 milyarı alıp bunu müteahhitlere aktaracak hükümet. 20 milyar yatırıma yönelebilecek, krize çare olabilecek bir büyüklükteki parayla sırf verilen garantilerden dolayı 20 milyar alınacak müteahhitlere verilecek. Yani 2001 krizinde olmayan bir kambur daha var kamuda, o da Yap-İşlet-Devret projelerinde müteahhitlere olan borçluluk hali.
KAPİTALİZM VE DIŞA BAĞIMLILIK
Kriz, işsizlik ve yoksulluk birbirinden ayrılmayan parçalar olarak karşımıza çıkıyor. Krizler neden çıkıyor, bu yoksulluk ve işsizlik neden yaşanıyor?
Bu sorunun iki ana başlığı var. Bir tanesi kapitalizmin kendisi. İkincisi bağımlılıkla ilgili. Bunları açalım.
Neden kapitalizmle ilgili? Çünkü kapitalizmdeki aşırı üretime cevap verebilecek kadar pazarların büyümesi mümkün değil. 2 yılda 3 buçuk milyar cep telefonunun üretildiği bir dünyadan bahsediyoruz. Dünyanın nüfusu 8 milyar diyelim. Bu aşırı üretime pazarların cevap verebilmesi mümkün olmuyor. Üstelik de pazarlar o üretim temposuna, o aşırı üretime cevap veremediği gibi üstelik de rekabet adına insanların maaşlarını sürekli düşürüyorsunuz, üretimi ucuzlatabilmek adına yani aynı zamanda insanların gelirlerini de düşürüyorsunuz. O zaman karşımıza şu sonuç çıkıyor; pazarlar üretime yetişemiyor, üstelik de insanların gelirlerini düşürüyorsunuz. Bir müddet kredi vererek, borçlandırarak vatandaşı tükettiriyorsunuz. Bunun da bir sınırı var ve bu patlıyor. Bu kapitalizme özgü bir şeydir.
İkincisi ise Türkiye’de çok rahat görebileceğimiz gibi ekonominin bağımsızlığı ile ilgili. Siz üretiminizi, enerjinizi, finansal ayağınızı tamamen dışarıya bağlarsanız dışarıda yaşanacak her gelişme - bu gelişmelere bağlı olarak kurların yükselmesi vb.- sizin ekonominizi patlatır. Doğal olarak ekonominizi besleyen damarlar dışa bağımlı ise dışarıdaki bir hastalık da sizin bünyenize anında sirayet eder. Dışarıdan gelecek paraya, hammaddeye, malzemeye üretiminizi bağladıysanız, kurlar iki katına çıktığında bir anda şok yaşarsınız.
"KRİZİN NEDENLERİNİ SADECE İÇERİDE YA DA SADECE DIŞARIDA ARAMAK DOĞRU DEĞİL"
Sürekli bir ekonomik terör saldırısından, ABD ve AB gibi emperyalistlerin ekonomik saldırısından bahsediliyor? Doğru değil mi?
Sadece içeri ile açıklamak da sadece dışarı ile açıklamak doğru değil. Hükümet dış saldırı ile açıkladığında şöyle sormak lazım; "Türkiye’ye saldırıyorsa o zaman sadece Türkiye’de olması gerekir. Neden aynı anda Türkiye kategorisindeki gelişmekte olan ülke diye tanımlanan ülkelerin hepsinde aynı anda kriz yaşandı? (Yani Ukrayna’da yaşandı, Güney Kore’de yaşandı, Arjantin’de yaşandı vs.) Niçin, 17-18 ülkede daha aynı sıkıntıları gördük? Topyekun buralara mı saldırıldı?" Şimdi böyle bir açıklama son derece kolaycı açıklamalar.
Sadece içeriden açıklamak, -muhalefetin yaptığı gibi- sadece hükümetin liyakatsizliği ile açıklamak da doğru değil. Çünkü o zaman dışarda niye yaşanıyor sorusunun cevabı hala boşta kalır. Bu nedenle içeride ve dışarıda açıklamaktan da öte bir cevap aramalıyız. Bunu kapitalizmde, bağımlılık ilişkilerinde aramalıyız. Bağımlılığın dozuna bağlı olarak ülkeler bunu yüksek yaşıyor. Örneğin Arjantin ve Türkiye... Dışa bağımlılığı, dışarıdan gelecek paraya bağımlılığı en yüksek iki ülke oldukları için, bir sarsılmada en çok etkilenen iki ülke bu ülkeler oluyor.
Elbette bağımlılık ve kapitalizm dışında hükümetin de uygulamalarının etkisi yok mu vardır. Ama o 5.50 olacak dövizi 6’ya çıkartır, köpük yaratır. Ama aslında asla oluşturmaz.
"HÜKÜMET KENDİ SERMAYESİNİ KURTARMANIN PEŞİNDE"
Şu an uygulanan politikalar bu saldırılara karşı ülke halkını koruyan bir içerik taşıyor mu?
Hükümetin kriz karşısında şöyle bir tutumu var; kendisinin beslediği, büyüttüğü bir sermaye grubu batsın istemiyor. Kendisi ile var olmuş bir sermaye grubunun (örneğin enerji, inşaat sektörleri) batmasını istemiyor ve sürekli bunları kurtaracak bir formül üretmeye çalışıyor. Ama bu vatandaşı kurtarmak anlamına geliyor mu? Aksine tersi anlamlar taşıyor. Örneğin biz neden doğalgaza, elektriğe yüzde 20- 30 zam gördük. Dünyada enerji fiyatları mı arttı? Yok. O zaman ne oldu, Türkiye’de maliyetleri artıracak başka bir gelişme mi oldu? Yok.
Peki ne oldu? Şirketler (enerji şirketleri, inşaat şirketleri) bankalara borçlu. Yer, gök, hidro elektrik santral, termik santralle doldu. Bu alanı karlı gören şirketler sürekli bu alana yatırım yaptılar. Türkiye ekonomisinin sürekli yüzde 7-8 büyüyeceğini düşünerek yatırım yaptılar. Ama sonuçta gelinen noktada bu tempo yok. Doğal olarak enerji şirketleri artık kar etmiyor. Bankalar da borçlu.
Dünyada enerji fiyatları artmadığı halde enerji şirketlerinin zararı vatandaşa yükleniyor. O yüzden biz doğal gaza yüzde 30, arka arkaya elektriğe yüzde 15 zamlar görüyoruz. Sırf şirketlerin borçlarını ödeyebilmek için. Şu an hükümetin uyguladığı şey birikmiş bir sermaye grubunun batmamasına yöneliktir. O yüzden enerji ve inşaat sektörünün kurtarılmasına yönelik adımlar atmaktadır. Bu bazı noktalarda vatandaşa ekstra faturalar yüklemektedir.
Şirketler borçlu, neden şirketlerin borcunu vatandaş ödüyor? Geçmiş dönemde diyelim ki kamunun borcuydu, devlet borçlu ve kamunun borcunu vatandaşa halka havale ettik denebilir. Peki bu krizin bedelini yani özel sektörün borcunu neden vatandaşa yıkılıyor? O yüzden bence hükümetin uygulamaları sorgulanmaya son derece muhtaç.
"ALT GELİR GRUPLARIYLA ÜST GELİR GRUPLAR ARASINDAKİ MAKAS ÇOK AÇIK"
Ekonomik saldırılar, terör gibi söylemler arasında bilançolar incelendiğinde özellikle kriz dönemlerinde kapitalist tekellerin kârlarını artırdığı, işçilerin ise gelirlerinin eridiği görülüyor? Örneğin 2001’den bugüne işçilerin reel ücretleriyle patronların gelirleri arasındaki uçurum ne düzeye geldi?
Türkiye’de alt gelir gruplarıyla üst gelir gruplarının arasındaki makas çok açık. Dünyanın gelir adaletsizliğinde en kötü verilerine sahip üç ülkeden biri Türkiye. Gelir uçurumu çok yüksek. Bu 2001’den beri uygulanan politikaların bir sonucu. Krizin yükünü vatandaşa yükleyip şirketleri kurtaran bir anlayış doğal olarak üst gelir gruplarını, burjuvaziyi, parası olanı zengin ediyor. Şimdiki uygulamalar da bu açığı daraltacak düzeyde değil. Ya da o nitelikte değil. Krize karşı önlem alt gelir gruplarını rahatlatmıyor. Aksine şirketleri kurtarıyor. Evet binlerce şirket iflas açıkladı. Ama en büyük şirketler, borsada işlem gören şirketler açısından baktığınızda karlar devam ediyor, yükselmiş.
Neden işçiler açısından aynı sonucu göremiyoruz? Neden işsizlik sürekli artıyor? Geçen yıl işi olan 1 milyon insanın bugün işi yok. Demek ki krizin faturası aşağılara havale edilmiş yine. Her krizde gördüğümüz tablo.
"ENFLASYON BİRİLERİNE PARA AKTARMAK DEMEKTİR"
Enflasyon vatandaşın cebindeki parayı eritirken birilerine para aktarmak demektir. Krizi yoksul vatandaşa havale etmek demektir. İşsizlik krizin vatandaşa fatura edilmiş olması demektir. Aynı şeyi maalesef bu krizde de görüyoruz.
İşsizlik artarken böyle bir bedel öderken çalışanlar, bir şey daha görüyoruz hükümet İşsizlik Fonunda birikmiş paraları işsizlere aktarmak yerine patronlara çeşitli adlar altında aktarıyor. Eğitim, stajyer çalıştırma vb adlar altında sürekli aktarıyor. Çok uzun süredir işsizlik fonu açık veriyor. Patronlar bir veriyor, bir buçuk alıyor fondan. Patronlar korunurken işçilere fatura edilen bir politika izleniyor.
"İŞÇİLER KRİZİN YÜKÜNÜ PATRONLARA HAVALE EDEN BİR MÜCADELE HATTINA GİRMELİ"
İşçi ve emekçiler bu tutumdan ne anlamalı? Ne sonuç çıkarmalı?
Madem 2001 krizinden beri artarak gelen kriz patronlar ve sermaye grupları kurtarılırken vatandaşa, çalışana havale ediliyorsa o zaman işçi ve emekçilerin de kendilerine dönüp sormaları gereken soru şu; "Çözüm yukardan gelmiyorsa ne yapmalı?" Çok net yapılması gereken şey, çözümü kendi eline almak ve krizin yükünü patronlara havale edecek bir mücadele hattına girmek.
Burada ikinci bir şey daha var. Sendikaların da maalesef en kötü sınav verdiği bir dönemden geçiyoruz. Geçmiş krizlerde çok daha aktif mücadele yürüten sendikalar maalesef bu dönemde sessiz kaldığı gibi, hatta sessiz kaldı denemez bir iş birliği içerisinde. Bunu neden söylüyoruz; mesela enflasyonun yüzde 20’lerde seyrettiği bir ortamda yüzde 4+4’lük sözleşmelere imza atmak krizin işçi ve emekçilere, çalışan kesime, halka mal edilmesi tutumuyla iş birliği yapmak anlamına geliyor. Sendikaların da böylesi bir tutum içerisinde olduğu bir dönemde doğal olarak işçi ve emekçilerin mücadelesinin aynı zamanda sendikaları da zorlayacak, onları da değiştirip dönüştürecek bir mücadele hattına çekecek bir mücadele ortaya konması gerektiğini belirtmek isterim. (EKONOMİ SERVİSİ)