Bazalt yel cumhuriyete değdi!
Binlerce yıl boyunca benim halkım, yani Kürt Halkı, adı Kürdistan olan ve dünyanın orta doğu coğrafyasında “Mezopotamya” adı verilen, kutsal kitaplarda adı geçen nehirlerden Dicle ile Fırat’ın arasında kalan dağlarda, ovalarda yaşamış / yaşıyorlar. Sonra, siz deyin ki yaklaşık bin yıl evvel kendi yaşadıkları mekânların verimsizliği, çoraklaşması ve yeni yerler arama gayretleri istenciyle, Türkler şimdiki Türkiye coğrafyası sınırlarının doğusundan, benim coğrafyama girivermişler. Yirminci yüzyılın başına kadar adına Osmanlı İmparatorluğu denilen ve ömrü 600 yıldan fazla süren bir büyük devletin tebaası olarak Türkler dâhil diğer halklarla birlikte yaşadık. Sonra Türkiye Cumhuriyeti kuruldu.
KILICIN KESKİN YÜZÜNDEN KAN EKSİLMEYEN ŞEHİR
Türkiye Cumhuriyeti kuruldu ve işte, ne olduysa ondan sonra oldu.
Şimdi, adına Kürdistan denilen coğrafyanın kuzeyindeki bir şehirden size sesleneceğim. Benim şehrimin adına, ilk evvel Asur Kralı I. Adad Nirari’den kalma bir kılıç kabzası üzerinde rastlanmış. “Amid” yazıyormuş kılıcın kabzasında. O gün bugündür kılıcın keskin yüzünden sızan kan eksilmemiş şehrimin kaderinden. Asurî-Süryaniler “Kurtulmuş” anlamına gelen “Omid” demişler şehre. Sonra Roma-Bizans devrinde “Amida” olmuş şehrin adı. Bir dönem Ermeniler Dikran Krallığı adında bir devlet kurup başkent yapmışlar şehrimi. Adını da “Dikranagerd” koymuşlar. Ve Arap egemenliği döneminde “Diyarbekir” olmuş şehrim. Kürt halkı “Amed” demiş bu eski ve kadim şehre. Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra da “Diyarbakır” olmuş bu Kürt şehrinin adı.
Şehrin yakınında bir dağ var. Adı Karacadağ. Eski ve sönmüş bir volkanik dağ. İşte o dağın püskürttüğü lavların sönmüş ve katılaşmış hali koyu gri andezit ve granit sertliğinde adı bazalt olan bir taşa dönüşmüş. O bazalt taş şehrin mimari kimliğine esas teşkil etmiş. Hanlar, hamamlar, kiliseler, camiler, medreseler, çeşmeler, evler; velhasılı kelam tüm yapılar o bazalt taştan yapılmış. Geç soğuyan ve yine geç ısınan bazalt taş, kalkan balığı şekliyle şehrin etrafını 5,5 kilometre uzunluğunda surlarla kuşatmış. Dört yöne açılan dört kapısı, 82 de burcu olmuş Amida’nın.
Siz bakmayın benim size binlerce yıldır adına Kürdistan denen ve bütün eski kaynaklarda da Kürdistan olarak kabul gören coğrafyada Kürt halkının yaşamış ve yaşıyor olduğunu ifade etmeme! Çok değil bundan seksen sene evvel şimdi adına Türkiye Cumhuriyeti denilen ülkede, Arap alfabesinden Latin alfabesine geçen yöneticiler, egemen Türk halkının dili olan Türk Alfabesini hayata geçirdiler. Sonra da Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumunu örgütlediler. Ve dediler ki; Güneş Dil Teorisi diye bir teori var. Bu teoriye göre dünyanın bütün dilleri Türkçeden kaynaklanmıştır. Yani diğer bütün dillerin kaynağı Türkçedir. Benim halkımın binlerce yıldan bu yana konuştuğu, seslendiği, dağa-taşa yazdığı Kürtçe diline “Türkçeden apartılmış en fazla üçyüz kelimeden oluşmuş uyduruk bir dildir” dediler. Benim halkıma, Kürt halkına ise “Kürt diye bir halk yoktur. Türkler Orta Asya steplerinden Anadolu coğrafyasına göç ettiklerinde; ilk evvel yola çıkanlar sarp ve kar kış koşullarında yol açarken, yolda kar üzerinde yürürken, yere bastıklarında ‘kart-kurt’ sesleri çıkardılar. İşte karda yürürken çıkan bu seslerden dolayı kendilerine ‘Kürt’ adı yakıştırıldı. İşin özü şu ki, Kürt denilenler özbeöz Türk’tür.”
Sonra koca koca insanlar bu yalana inandılar. Kendileri, bilim adına inandıkları yalana, Türk halkını da inandırmaya gayret ettiler. Ardından büyük baskılar uyguladılar Kürtlere. Kürtler ne zaman hak talebinde bulundularsa katliamlar ve acılar yaşattılar. Bütün bir cumhuriyet dönemi Kürde yapılan ret, inkâr, baskı, imha ve asimilasyonun kanlı tarihi oldu. Kürdistan coğrafyasının çarşılarında, ağzından çıkan her Kürtçe kelime karşılığında beş kuruş ceza ödenen yıllarla Kürt halkı yüzyüze kaldı. Kürt halkının Feqîyê Teyran, Melayê Cizîrî, Ehmedê Xanî gibi geleneksel edebiyatı Kürtlük adı telaffuz edilmeden Arapça ve Farsça üzerinden Türkçeye mal edildi. Kürt gençlerinin Kürtçe üzerinden yapmaya çalıştığı edebiyat büyük cezalara karşılık geldi.
KÜRT ANNEDEN ÇOCUĞUNA TEK KELİME : “NASILSIN?”
Modern Kürt edebiyatını oluşturmaya çalışan aydınlar edebiyatlarından önce birer entelektüel olarak Kürt diye bir halkın dünya üzerinde var olduğunu, Kürtçe diye bir dilin de eski çağlardan bu yana, yine var olduğunu örnekleriyle zalim cumhuriyetin yargıçlarına, savcılarına kanıtlamakla geçti ömürleri. Yani Kürt edebiyatçıları ilk okumalarını, ilk tavırlarını, egemen Türk muktedirlerinin cumhuriyet mahkemelerinde, okullarında onların yüzlerine karşı savunuculukla yaptılar.
Sonra darbeler yapıldı bu garip ve tuhaf cumhuriyet ülkesinde. Her askeri darbe sadece Kürtleri vurmakla kalmadı. Ülkede demokrasi ve özgürlük talep eden her örgüt her birey, her topluluk baskı, zulüm, işkence ve ölümlerden payına düşeni aldı. En büyük acı 12 Eylül 1980 askeri darbesi ile geldi. Ülke topyekün zindana dönüştürüldü. Darbeyi yapan generaller meşruiyetlerini halka onaylatmak için referandum yaptılar. Ama referanduma “Hayır” deme propagandasını da yasaklayarak…
Soldan, sosyalizmden, demokratik haklardan söz edilmenin ağır cezaları söz konusu oldu. Kürtlük ve Kürt gerçeğinden söz etmenin bedeli ise çok daha ağır oldu. Bu durumun en somut hali Diyarbakır beş nolu cezaevi ile oldu. Kürtçenin konuşulması kanunla yasaklandı. Türkçe bilmeyen analar görüş günlerinde sadece çocuklarının gözlerinin içine bakmakla ya da mecburen öğrendikleri “Nasılsın” Türkçe kelimesini en az on kez yinelemekle yetindiler. Ağızlarından kaçırdıkları Kürtçe kelimeler hem çocuklarına hem de kendilerine gardiyan ve asker dayağı, işkencesi olarak geri döndü. Ve Diyarbakır zindanı onlarca insana mezar olmak pahasına bir halkın küllerinden doğuşunun simgesel mekânı oldu.
NE AYIBIN UTANCI NE DE YALANIN İFŞASI...
İşte şimdi adına Türkiye Cumhuriyeti denilen ve bilcümle Kürt halkının vatandaşlık bağıyla bağlı olduğu bu garip ve tuhaf ülkede adeta geçmişte bütün bu inkâr ve asimilasyon politikaları yaşanmamış gibi Kürt realitesinden, Kürt açılımından, demokratik açılımdan, Cumhuriyetin Milli Birlik ve Kardeşlik Projesinden söz ediliyor.
Ne Kürt halkının yıllarca “yok” sayıldığının ayıbını hiçbir yetkili telaffuz etme gereğini duyuyor. Ne Kürtçe diye bir dilin olmadığının, birkaç yüz kelimeden oluşan “uyduruk bir dil” olduğunun aslında kocaman bir yalan olduğundan söz ediliyor. Adliyelerde, mahkeme kapılarında, savcı ve yargıçlara karşı Kürt varlığını örneklerle kanıtlamaya çalışırken yıllarca hapis yatan Kürt aydınlarının acılarına dert ortağı olmak ise hiçbir yetkilinin aklından dahi geçmiyor.
Kürtlerin yer altı ve yerüstü zenginliklerinin Kürt coğrafyasının bayındır kılınması için kullanılmayıp aksine batı metropollerine transfer edildiğinin sözü de edilmiyor. Uzun yıllardır süregelen Kürt direnişine karşılık gelen savaşın metropollerde yarattığı Kürt yoksulluğu ve yoksunluğunu onarmak için cumhuriyetin “sahiplerinin” hiçbir gayreti yok. Savaşın yarattığı travmanın ve sendromların rehabilitasyonu ise kavramsal olarak bile o kadar yabancı ki!
İşte size benim yurttaşı olduğum bir Cumhuriyetin, bir yeni demokratik cumhuriyete acilen ihtiyaç duyulan ve sorunlarının bir kısmına karşılık düşen acılarımdan, özlemlerimden, beklentilerimden bir tutam. Hem de Cumhuriyetin anla şanla, ala u vala ile kutlandığı bir günde!
Siz bunu sizlere fısıltı gibi seslenilen hikâye gibi de algılayabilirsiniz. Ya da hikâyenin size değen bir yanından tutup çözümün bir parçası olursunuz…
Benim hikâyemi Sultan Şehriyar ile Şehrazat’ın Binbir Gece Masalları gibi “Her şev çirokêk” (Her gece için bir hikâye) deyip uzatmak elbette mümkün.
Ama ben haddimi biliyorum. Zamanım ve sözlerim sınırlı. Burada kesip size şev baş, bimînin xêr u xweşî da (İyi geceler, hoşlukla kalın) diyeceğim…
TÜRKÇE’NİN HİKAYESİ BİR TOKATLA BAŞLAR
Bugün Kürt siyasetinde görünür olan ve yaşı kemale ermiş herhangi birine ve yine Türkçe’yi ilkokul birinci sınıfta öğrenmiş hangi Kürt entelektüeline sorarsanız, Türkçe’yi öğrenmenin suratına hiddetle inen bir tokatla başladığını söyleyecektir size. Ünlü Kürt edebiyatçısı Mehmed Uzun, “Okula ilk gittiğim gün arkadaşımla ana dilimle Kürtçe konuşuyordum. Öğretmen yanımda bitti ve şiddetli bir tokatla ‘artık okulda Türkçe konuşacaksınız’ dedi” der. Yine 1999–2009 yılları arasında Urfa’nın Viranşehir ilçesinde belediye başkanlığı yapmış Kürt siyasetçi Emrullah Cin anlatmıştı: “İlkokula ilk gittiğim gün öğretmen yanımda bitti. Ve beni işaret ederek ‘kalk’ dedi. Bir anlam veremedim. Öğretmenin konuştuğu dili bilmiyor ve ilk kez duyuyordum. Sonra bizim dilimiz Kürtçede ‘qax’ meyve kurusu demekti. Öğretmen okulun ilk günü hem de benden ne diye ‘meyve kurusu’ istiyordu ki! Bir daha tekrarlayıp tepki vermediğimi fark edince hiddetli bir tokatla ‘sana kalk diyorum ulan’ dedi. İşte o gün okulda devletin resmi dili olan Türkçeyi konuşmamız ve öğrenmemiz gerektiğini öğretmenin sillesiyle öğrenmiştim.”
Evrensel'i Takip Et