27 Ekim 2012 16:24

Cumhuriyet, vesayetçi demokrasi ve laiklik

Taner Timur

Saltanatçı tez, aktif temsilcilerini çeşitli sınıfsal kökenlerden gelen halk kesimlerinde, daha çok da Osmanlı lonca geleneğini yaşatan esnaf kitlelerinde buldu. Temel örgütlenme ve propaganda biçimi ise geleneksel tekkecilik ve tarikatçılık oldu. Aslında Cumhuriyet yönetimi fikri canlılığını ve manevi yaratıcılığını çoktan kaybetmiş olan bu gericilik yuvalarını yasaklamıştı. Ne var ki tekkeler de, tarikatlar da kolayca pes etmeye hazır değillerdi ve tüm tek parti dönemi boyunca, gizliden gizliye, yeni rejimin din düşmanı olduğunu, camilerin ahır yapıldığını, dindarların devamlı baskı ve zulüm altında tutulduğunu söyledi ve yaydılar. Kimse de bunlara, bu “din düşmanı” devlette, aynı yıllarda, İstanbul Darülfünun’unda İsmail Hakkı İzmirli, Ahmet Hamdi Akseki gibi –bugün din adına konuşanlardan çok daha bilgin- müderrislerin ders verdiğini; Diyanet İşleri’nin başında Rıfat Börekçi ve Elmalılı Muhammed Hamdi gibi bilgelerin bulunduğunu ve Genelkurmay’a da Mareşal Fevzi Çakmak gibi dini bütün bir paşanın başkanlık yaptığını hatırlatmadı. Yine aynı yıllarda dünyaca ünlü İslam düşünürü Muhammed İkbal’ın Türkiye’de tekke ve zaviyelerin yasaklanmasını onayladığı ve Türkiye’yi İslam dünyasına örnek gösterdiği de gözlerden uzak tutuldu. Amaç başkaydı; Cumhuriyet bu millete zorla, halkın inançlarına aykırı bir biçimde empoze edilmiş, “batıl” iktidar olmuştu.
***
Yine de ülkenin tüm eşraf ve ayanını bünyesinde toplamayı başarmış olan tek parti devrinde çağdışı İslamcı radikalizm kontrol altında tutuldu ve etkileri marjinal kaldı. Aslında bu dönemde asıl kınanması gereken zulüm ve baskı, devrimi derinleştirmeye ve halka yaymaya çalışan gerçek demokratlara ve sosyalistlere karşı uygulandı. Kadrocu devletçiliğe bile tahammül edilemeyen bu yıllarda, örneğin Nazım Hükmet gibi yüz akı bir sanatkâr –eğer hapiste değilse- hayatını ancak takma isimle yazdığı yazılarla kazanmaya mahkûm edildi. Fakat bu koşullarda da sosyalist devrimciler dinci gericilere karşı mesafeli davranmasını bildiler; onlarla hiçbir şekilde Cumhuriyet’e karşı işbirliği yapmadılar.
***
Savaş yılları, yoksulluk, kefen bulamayan ölüler.. derken, sonunda barış geldi ve “demokrasi” ilan edildi. Bu yeni koşullarda her vatandaşı potansiyel bir “oy” haline getiren çok partili rekabet, İslamcı radikalizme de yeni bir nefes sağlıyordu. “Şeflik sistemi”ne son vermek için her oy kutsaldı ve DP yöneticileri bu uğurda en tehlikeli akımlara bile göz kırpmaktan çekinmediler. Oysa kendileri de bu “şeflik” sisteminden geliyorlardı ve bir noktadan (özellikle “Ticani” provokasyonlarından) sonra onlar da “büyücü çırakları”nı kontrol altına alma ihtiyacını hissettiler. Fakat ok yaydan çıkmış, İslam radikalizmi belli bir ivme kazanmıştı. Ve bir nesil sonra, Erbakan’ın liderliğinde, Türkiye İslam hareketi –koalisyon halinde de olsa- Türkiye’de iktidar olmayı başardı. Ne var ki çok partili hayatımızda asıl kırılma da Erbakan Hükümeti’nin bir darbeyle iktidardan uzaklaştırılması ve Milli Görüş gömleğini çıkaran bir gurup siyasetçinin, AKP bayrağı altında, iktidara yürümeleri ile başlıyordu.
Aslında demokratik kurallara uygun olan bu gelişme siyasi hayatımızda neden bir kırılma yaratıyordu?
***
On yıldır AKP iktidarı altında yaşıyoruz. Bu iktidar fiilen tek parti iktidarı olsa da siyasal hayatımızdaki geleneksel ittifakları bozdu ve kendi dünya görüşü ve çıkarlarıyla özdeşleşmeyen geniş kitleleri de peşinden sürüklemeyi başardı. İşte kırılma da bu noktadaydı. Bu yeni ittifak uğruna AKP din konusunda büyük bir esneklik sergilemiş, kendisini “ılımlı İslam” olarak Batı’ya da şirin gösterebilmişti. Ne var ki bu arada dini değerleri temel kabul eden mukaddesatçı kimliğini de hiçbir zaman yadsımıyordu. Bugün Milli Eğitim Bakanlığı koltuğunda oturan zat, bir makalesinde İslam’ın bir “hayat tarzı” olduğunu; “siyasal İslam”, “sosyal İslam”, “kültürel İslam” gibi tanımlamaların “İslam’ın kapsamını daraltan ve (dini) bütünlüğünden koparan” çabalar sayılacağını; “laiklik ilkesi yerine İslam’la bütünleşmenin gerekli olduğunu” söylememiş miydi? Ve 2007’de milletvekili seçildikten sonra da, Meclis kürsüsünden, bu fikirlerini “her zaman kabul ettiğini” ilan etmemiş miydi? Kısaca ortada aldatmaca ya da “takiyye” yoktu; her şey açıktı. Ne ki AKP ile 2001 krizinin derinden sarstığı burjuvaziyi ve onlara akıl veren liberal aydınları buluşturan şey, bu çağ dışı anlayış değil, Avrupa Birliği karşısındaki ortak tavırları oldu. Oysa bu iki kesim AB’ye çok farklı gözlüklerle bakıyorlardı.
***
AKP için AB, hayal dünyalarındaki Osmanlı İmparatorluğu gibi, bünyesinde farklı kültürel değerleri barındıran, farklı dinlerin eşitlik ve hoşgörü içinde yaşadığı bir “uygarlık adası” olacaktı ve Erdoğan sık sık Türkiye’nin AB’ye “kendi kültürel değerleri ile” gireceğini hatırlatıyordu. Kısaca AB bir “Hıristiyan Kulübü” değildi; olamazdı. Türkiye AB’ye bu koşullarda girecekti ve böylece AB sermayesi de Türkiye’ye akacak, ülkenin zenginliğine zenginlik katacaktı.
Aslında AKP’nin büyük baskılar altında yaşadığı, kulislerde darbe söylentilerinin dolaştığı bir dönemde, bu tutum, partinin geleceği açısından son derece akla uygundu ve tüm liberal çevreleri rahatlattı. AKP açısından ise, Erdoğan ve arkadaşları, “muhafazakâr” Türkiye’nin AB’de, Kopenhag Kriterleri çerçevesinde, Kemalist “laikçilik”ten uzak, çok daha özgür ve mutlu bir yaşam sürdüreceğini umuyor ve geleceğe güvenle bakıyorlardı. Aynı şekilde, 2002 seçimlerinden sonra “Eyvah! Dinciler geldi!” diye korkuya kapılmış AB yöneticileri de rahatlamış ve AKP’yi alkışlamaya başlamıştı.
AKP tatlı hayallerinden AİHM’nin 2005 Kasım’ında verdiği kararla uyandı. Yüksek Mahkeme, Türkiye’de üniversitelerde türbanı yasaklamaya karşı açılan davayı reddetmiş, bu yasağın özgürlüklere aykırı olmadığını söylemişti. Üstelik hakimler kararlarında Türkiye’nin özel koşullarını değil, AB’nin genel durumunu dikkate aldıklarını da vurgulamışlardı. Durum açıktı; AİHM de Türkiye gibi “laikçi” çıkmıştı ve oraya bel bağlamanın anlamı yoktu. Daha önce kendi eşi de aynı yönde bir dava açmış olan Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, “bu tip yasaklarla Türkiye’nin bir yere gitmesi mümkün değildir” dedi ve noktayı koydu. AB ile bu kararla başlayan soğuma, AKP güçlendikçe giderek artacaktır.
***
Büyük burjuvazi ve liberal aydınlara gelince onlar da kendilerine özgü nedenlerle AKP’yi desteklediler.
AKP örgütlenirken büyük burjuvazi koalisyon hükümetlerinin ve 2001 krizinin şokunu hala üzerinden atamamıştı. Türkiye’ye istikrarlı ve ihtiyatlı bir iktidar lazımdı; şartlar, Sakıp Sabancı’nın sık sık -ve biraz da ironi katarak- söylediği gibi, “isterse komünist olsun, tek parti iktidarı”nı gerektiriyordu. İşte bu parti gelmişti ve komünistleri bile kontrol edebileceklerini düşünenler, elbette ki ticaret sevdalısı bu takımı da doğru yolda tutabileceklerdi.
Liberal aydınlar ise çoğunlukla başka hayaller güdüyor, soyut bir demokrasi tutkusu içinde yaşıyorlardı. Onlara göre yakın tarihimiz Türkiye halkının kendi başına bir demokrasi kurup işletemeyeceğini göstermişti; artık umut bu coğrafyada değil, AB ve Kopenhag Kriterleri’nde aranmalıydı. Askeri vesayete başka türlü son vermek mümkün değildi ve bunu kendisi de askeri darbelerin mağduru olmuş bir parti pekâlâ başarabilirdi.
Ne var ki gerçekçi bir “darbe analizi”nden yoksun olan ve “vesayet sistemi”ni uluslararası bağlantıları ve yapısal-sınıfsal nedensellikleri içinde görmek istemeyen bu görüş de gerçeklerden uzak, yüzeysel bir görüştü. Akımın her türlü yerel milliyetçiliği tutarlı bir biçimde eleştiren yandaşları, kendi yaptıklarının da sonunda ilkel bir “AB milliyetçiliği”nin sınırlarını aşamadığının farkında görünmüyorlardı. Sivil iktidarın silahlı kuvvetleri tam kontrol altına almasıyla “vesayet”in sona ereceğine inanıyorlardı ve bu uğurda, bırakınız “hukuk devleti”ni, “kanun devleti”ni bile hiçe sayan bir sürü uygulamaya ortak oldular. Buna karşılık her çağda en faşizan akımların yatağı olmuş popülist demagojiyi hoş gördüler ve çağ dışı bir din anlayışını “halkın inancıdır”, “demokrasi icabıdır” diye eleştirmekten kaçındılar. Bu bağlamda aslında bir “yasak” olan türban da bu ülkede bir özgürlük simgesi haline geldi.
Bugün hangi noktadayız?
Batı Aydınlanması’nın en sistematik düşünürü, İ. Kant, daha 1781’da, “Yüzyılımız, gerçek bir eleştiri yüzyılıdır; diyordu; hiçbir şey eleştirinin dışında kalamaz: Ne kutsallığı dolayısıyla din ve ne de yüceliği dolayısıyla yasalar”. Yine aynı düşünür, başka bir yazısında da Aydınlanma’yı şöyle tanımlamıştı: “Aydınlanma’nın temel noktasını, insanların bizzat kendilerinin sorumlu oldukları vesayet durumundan, özellikle de din konularındaki vesayetten çıkmalarında görüyorum; çünkü dînî vesayet tüm vesayetlerin hem en zararlısı hem de en onur kırıcısıdır”. Ve yarım yüzyıl sonra da yine Almanya’da, Marx, Hegel’in mistik sistemiyle hesaplaşırken, siyasetin dini giysiler içinde yapılmasını kınıyor ve “Almanya için dinin eleştirisi esas itibariyle bitti ve dinin eleştirisi her türlü eleştirinin başlangıcıdır” diyordu. Dinin eleştirisi, insanların kişisel ve içsel inançlarının eleştirisi olarak değil, bir ideoloji (ya da “afyon”) şeklinde kullanılarak meşru kıldığı sömürü ilişkileri bağlamında yapılmalıydı.
Bu alıntılar neyi ifade ediyor?
Bu alıntılar bize, bugün, Batı’da iki yüz yıl önce söylenmiş sözlerin bile kolayca söylenemediği; “laikçiler”, hatta “laik cephe” aşağılanırken Ortaçağ hurafelerinin hoş görüldüğü bir ülkede yaşadığımızı gösteriyor ve bu koşullarda Cumhuriyet’in 89’uncu yıldönümünü umutsuz olmasa da buruk duygularla kutluyoruz.

Evrensel'i Takip Et