Demokrasi ve cumhuriyet
Böyle olunca, sanki her cumhuriyet mutlaka demokratik, her demokrasi de mutlaka cumhuriyet biçimlerinde olacakmış gibi anlaşılır. Mantık bunu gerektirir çünkü. Ama demokratik olmayan cumhuriyetler olduğu gibi cumhuriyet altında gerçekleşmeyen demokrasiler de vardır. Bugün bile, Hollanda, İngiltere, Norveç gibi burjuva demokrasilerinin “örnek” ülkeleri cumhuriyet değillerdir. Demokrasiyle yönetildikleri kabul edilmeyen kimi ülkeler ise cumhuriyettir. Askeri diktatörlükler bile, bir parlamento kurarak, ya da mevcut parlamentoyu kurum olarak koruyarak cumhuriyet adını sürdürmüşlerdir.
Bütün bu tanımlar, verili koşulların devletleri açısından alışılmış terimler üzerinden yapılıyor. Burjuvazi, ilk siyasal iktidarını cumhuriyet ve demokrasi kavramlarının birliği olarak ilan etmişti. Büyük Fransız Devrimi gerçekleştirdiği ve kısa zamanda cumhuriyetle demokrasinin pek çok farklı bileşim biçimini yaşadığı tarihte, bu kavramların oluşmasını ve kullanım biçimlerini belirlemiştir.
PARİS KOMÜNÜ
Fakat belki de her ikisinin en anlamlı ve bütün zamanlar için örnek olarak kabul edilebilecek halini Paris komünü ile işçi sınıfı yaratmıştır. Halkın, kendi kendini yine kendi kararlarıyla yönetmesinin ve bunu bir devlet biçimi olarak yine doğrudan halkın silahlı güçleriyle ayakta tutmasının ilk örneğidir. Demokrasinin cumhuriyet kavramıyla tam birliği, yine Paris Komünü örneğinde görülmüştür.
Lenin’e göre Komün, “henüz cılız olsa da, işçi sınıfının kendi üstünlüğünü dayatmaya dönük ilk tarihsel girişimiydi. Deneyiminin son derece sınırlı karakterine, katılanların toyluğuna, programının karışıklığına, liderleri arasındaki birliğin eksikliğine, planlarının kararsızlığına, yürütme organlarının ümitsiz paniğine ve tüm bunlar tarafından ölümcül bir şekilde hızlandırılan korkunç yenilgisine rağmen, Komün… proleter cumhuriyetin ilk şafağı…” idi.
Doğrudan doğruya halkın kendi silahlı güçlerine dayanan, halk meclisleri dışında hiçbir gücün hâkimiyetini kabul etmeyen, kararları alanlarla uygulayanların birbirinden “yönetenler ve yönetilenler” olarak ayrılmadığı bir yönetim biçimiydi.
Öyleyse, bir cumhuriyetin ideal demokratik karakteri için belli ölçüleri, işçi sınıfının bu girişiminden çıkarabiliriz.
Her şeyden önce, cumhuriyetin halk yönetimi için en uygun devlet biçimi olduğu açıktır. Ama halk kendisini nasıl yönetecektir? Bir kez seçtikten sonra bir daha yüzünü görmediği bürokrat temsilciler aracılığıyla mı? Yasaları nasıl yapacaktır? Kapısından bile giremediği parlamentolarda mı? Beceriksiz ve kötü yöneticileri nasıl görevinden uzaklaştıracaktır? Daha yukarıdaki bir başka yöneticinin onun azletmesini bekleyerek mi? Ordu, polis gibi silah taşıyan görevliler nasıl denetlenecektir? “Ben polisimi yedirmem” diyen ve kendisi de hiçbir biçimde denetlenemeyen başka yöneticiler eliyle mi? Kamu kaynaklarının geliştirilmesi ve kullanılması nasıl sağlanacaktır, yolsuzluk ve hırsızlık nasıl önlenecektir? “Devlet malı deniz, yemeyen domuz” diyenler aracılığıyla mı?
Bunlara daha yüzlerce soru eklenebilir ve halkın kendi kendisini yönetmesi ile sözde “temsili organlar aracılığıyla” yönetmesi arasındaki fark verilen cevaplarda ortaya çıkar. Örneğin Türkiye’de Büyük Millet Meclisi, “halk iradesinin cisimleşmiş hali” olarak tanımlanır. Dünyadaki bütün parlamentolar kendilerini böyle tarif ederler. Halk, kendi hak ve çıkarlarını savunsun, bunlara uygun yasalar çıkarsın diye oraya temsilciler göndermiştir ve bu yüzden bu kurum “halk iradesini” temsil eder! Görünüş olarak böyleyken, gerçekte olan nedir? Grevleri yasaklayan yasalar çıkarıldığında işçiler, bunun kendi iradelerinin sonucu olduğuna nasıl inanırlar? Aşırı kâr etmenin yollarını açan, işçi ve emekçi yoksul halktan alıp zenginlerin ceplerini doldurmaya yarayan vergilendirme usulleri icat edildiğinde, bunun halkın iradesinin sonucu olduğunu kim iddia edebilir? Eğitime, sağlığa, konuta ayrılması gereken kaynakların silahlanmaya, lüks harcamalara gitmesini halk kendisi istemiş olabilir mi?
Dünyadaki bütün burjuva parlamentoların işleyişi, esas olarak hâkim sınıfların çıkarlarının korunup geliştirilmesine yöneliktir. Yalnızca seçimle işbaşına getirilmiş olmasına bakılarak, bunun demokratik olduğu, halkın kendi kendisini yönetmesinin bir biçimi olduğu ileri sürülebiliyor. Oysa yasaların oluşmasına oy veren çoğunluk biçimsel kurallara uygun olarak halkoyuyla parlamentoya gelmiş olsa bile, sonuçta egemen sınıfların çıkarlarına hizmet edebilir ve bugün bütün dünyada yaşanan budur.
AŞÇI KADININ YÖNETEBİLECEĞİ BİR DEVLET
Halkın kendisini ilgilendiren konular hakkında, kendi öz çıkarlarına uygun olarak yasalar çıkarması ve bunların uygulanmasına katılması ve hayatın içinde bizzat yine kendi halk kurulları aracılığıyla denetlemesi mümkündür. Bunun örneklerini, bizzat kendi mücadelesi içinde zaten yaşamaktadır. Bir grev oylamasını düşünelim. Burada son derece yalın bir konuda (ücretler, çalışma koşulları, sosyal haklar vs.) işçiler kendi çıkarlarının nerede olduğunu başka kimsenin söylemesine gerek duymadan bilirler. Talepleri nettir, neye ihtiyaç duyduklarını yine zaten kendi hayatlarından bilmektedirler. Sorunlar ve çözümleri ortadadır. Bunların hangi araçla elde edilebileceğini tartışırlar. Eğer demokratik bir sendikal işleyiş varsa, taleplerini ve çözüm yollarını birlikte kararlaştırırlar. Uygulamayı da yine araya herhangi bir temsilci sokmadan kendileri yaparlar. Bu yüzden grev oylamaları, içeriği ve hedefleri bakımından daima en demokratik uygulama örnekleridir. Grev süresince oluşturulan farklı işlevlere sahip kurullar, komiteler, komisyonlar yine ortak irade ile belirlenir. Alınan kararlar açık tartışma ve oylamayla olur. En önemlisi ise, alınan kararları uygulayanlar yine kararı alanlardır. Herhangi bir bürokratik hiyerarşiye ihtiyaç duymadan, işi kolaylaştıracak bir işbölümüyle sorunlarını çözerler.
Bu örneği bütün topluma uygulamaya ilk çalışanlar Paris Komüncüleri olmuştu. Sonraki bütün işçi devrimlerinde, devrimci süreçlerde bu örnek, çoğu kez önceki deneyler bilinmeksizin, halk hareketinin tabiatı gereği tekrarlandı. Halk, başında bir yöneticiler sınıfı olmadığı zaman işlerin nasıl yürütüleceğini tarihe bakmadan da bulabiliyor. Lenin, “bizim devletimiz, bir aşçı kadının yönetebileceği kadar basit olacaktır” demişti. Onun tarif ettiği devlet işte böyle bir şeydi. Karmaşık yönetmelikler, hiyerarşik ve bürokratik (astlı üstlü, emirli komutalı, hileli rüşvetli) yönetimlerden tamamen farklı olan bu biçim gerçekten demokratikti.
Böyle bir demokrasi, mevcut burjuva demokrasisinin sınırlarının genişletilmesiyle elde edilemez. Doğası tümüyle farklı bir demokrasi olarak, ancak halk yığınlarının kendi kaderleri üzerinde gerçekten ve fiili olarak rol oynamaya başladıkları zaman doğar. Tepeden inmez, birilerinin direktifiyle, akıl vermesiyle değil, ihtiyaçların ve çözüm yollarının birlikte aranmasıyla ortaya çıkar. İşyerlerinde, okullarda, mahallelerde, hatta camilerde, kiliselerde toplanan, gündelik basit sorunlarını tartışıp karara bağlayan insanların demokrasisidir bu. Evlerin odalarına kadar girmiş bir demokratik hayat da bu yaşam tarzının içinden doğacaktır. Sonra bütün bunların toplam iradesini gerçekten temsil eden, istenildiği an (dört-beş yıl beklemeden) yine onu oluşturanlar tarafından görevden alınabilen bir parlamento, bu demokrasinin ülke çapına işlemesinin sonucu olarak ortaya çıkar. Bu durumda, cumhuriyet ve demokrasi kavramlarının birliği gerçekten sağlanmış olur.
Bunun dışında, birinin diğerinden haberi olmayan iki kavram olarak, halk hayatının uzağında yaşayıp giden saçma sapan diktatörlüklerin kendilerine yakıştırdıkları içi boş isimler olarak kalırlar.
Evrensel'i Takip Et