Başka türlü bir şey…
Ülke sinemasının estetik ve içerik anlamında ciddi bir krizde olduğu artık yadsınamaz bir gerçek. Yalnızca ‘sanat sineması’ değil, bu yıl on milyona yakın seyirci kaybının da gösterdiği gibi gişe sine
![Başka türlü bir şey…](https://www.evrensel.net/upload/dosya/152969.jpg)
Fotoğraf: Pixabay
Şenay AYDEMİR
Yaklaşık bir 7-8 yıldır “Geride bıraktığımız yıl kültür-sanat alanında ne oldu” yazılarının ana gövdesini “kültürel iktidar” tartışmaları oluşturuyor. Kuşkusuz bu tartışmayı ortaya atan, gündeme getiren biz değiliz. Başta cumhurbaşkanı olmak üzere iktidar cenahı bu tartışmayı yılda en az birkaç kez ısıtınca gündem haline getirmek de kaçınılmaz oluyor. Ki geçen yıl Evrensel için yaptığımız yıl değerlendirmesi yazısının da temel meselesi buymuş.
Bu mesele 2019’da biraz durulmuş gibi. Eylül ayında Eskişehir’de kurulan Odunpazarı Modern Müzesi’nin açılışında Cumhurbaşkanı bir kez daha 17 yıldır iktidarda olmalarına rağmen sosyal ve kültürel iktidar konusunda sıkıntılar olduğunu belirtse de konuyu fazla uzatmadı. Zaten bir ay sonra bir panelde konuşan Alev Alatlı’da “Kültürel iktidar varsa kültürel muhalefet de vardır” diyerek durumu kabullenmek gerektiğini vurguluyordu.
Kültür alanında iktidarın kimler tarafından kontrol edildiği tartışması bu yıl için bir kenarda dursun o vakit. Bu vesileyle başka bir tartışmanın kapısını aralayabilir miyiz acaba? Örneğin kültür-sanat üretiminin içerik ve estetik bakımından içinde bulunduğu durum. Kültür sanat ürünlerini kimin ürettiği ve kimlerin tükettiği bir yana, ne üretiliyor, nasıl bir içerik ve estetik hâkim bu eserlere? Piyasaya, güncel olana hapsolmuş, birbirinin benzeri işlerle mi karşı karşıyayız yoksa çeşitlilik arz ediyor mu kültür sanat ürünleri?
Bu yazı vesilesiyle alanlarını yakından takip eden birkaç kişiyle yaptığım görüşmelerden bahsedeyim kısaca. Örneğin bir oyuncu arkadaşım, tiyatroda her yıl yüzlerce yeni oyun çıkmasına, salonlar dolup taşmasına rağmen çarpıcı bir metin, yeni bir sahne düzeni görmenin giderek zorlaştığını anlattı. İlgi görmeye devam etse de yeni bir dile, yeni hikayelere ihtiyaç olduğunun altını çizerek…
Öykü ve edebiyattaki üretim patlamasının içerik, anlatım zenginliği ve hikaye özgünlüğü açısından ne kadar güçlü olduğu bir başka tartışmanın konusu olabilir pekâlâ… Örneğin bu yıl okuma fırsatı bulduğum öykü kitaplarındaki eserlerin çoğunun bir elin parmaklarını geçmeyecek tema etrafında (kadın, şiddet, göç, göçmen) dönüp durduğunu düşünüyordum, iyi öykü okuru olduklarına inandıklarıma sordum aşağı yukarı benzer cevaplarla karşılaştım. Adnan Özyalçıner bir söyleşisinde bugünün edebiyatından mekanın çıktığını söylemişti. Bir süredir bu gözle okuyorum metinleri ve gerçekten doğru. Artık karakterlerin mekanla ilişkileri çok az ifade ediliyor. Mekan, metinden çıkıyor sanki. Mekan çıkınca, onu çevreleyen unsurlar da kalkıyor ortadan. Son birkaç yılda okuduğum yerli romanların büyük bir kısmı, mekanla bağ kurmayan karakterlerle doluydu. Üstelik bu karakterlerin anlatıdaki diğer insanlarla da sağlıklı bağlar kurduğunu söylemek güç. Tek bir karakterin düz bir çizgide hareket ettiği, derinleşmediği gibi, yükselmeyen de; etrafındaki karakter ve mekanların ancak ‘esas oğlan’ın yüzü suyu hürmetine hikayeye girip, hızla çıktığı anlatılar çoğu. Bu yüzden esas oğlan dışında hiç kimse bir karaktere dönüşemediği gibi, karakterimiz bir an önce bir sonraki hedefe ulaşmak zorunda kaldığı için mekanlar da boyut kazanamadan çıkıyor anlatının içinden sanki…
Martin Scorsese, Marvel filmlerini eleştirip “Bunlar sinema değil” diye ortaya çıkınca büyük bir yaygara koptu yıl içinde. Usta yönetmen tartışmalar alevlenince bir yazı kaleme alıp derdini anlatmayı tercih etti. Yazının bir noktasında şöyle diyordu. Sinema… “Karakterlerle ilgiliydi. İnsanların karmaşıklığı ve birbirine karşıt ve bazen çelişkili doğaları, birbirlerinin canını yakma ve birbirlerini sevme ve birdenbire kendileriyle yüz yüze gelme biçimleriyle ilgiliydi. Ekranda ve dramatize edip yorumladığı hayatta beklenmedik olanla yüzleşmekle ve sanatta neyin mümkün olduğuna dair algıyı genişletmekle ilgiliydi.” Romanlardaki karakterlerde kaybolan şeyleri de, Scorsese’nin geçmiş zaman kipinde kullandığı gibi değerlendirebilir miyiz artık? Çünkü okuduğum hiçbir yeni yerli romanda beklenmedik olanla yüzleşme yok ve tabii sanatta neyin mümkün olduğunu da anlamamız güçleşiyor haliyle… Sözü sinemaya getirmişken oradan bağlayalım. Yıl içinde çeşitli vesilelerle dile getirmeye çalıştım. Ülke sinemasının estetik ve içerik anlamında ciddi bir krizde olduğu artık yadsınamaz bir gerçek. Yalnızca ‘sanat sineması’ değil, bu yıl on milyona yakın seyirci kaybının da gösterdiği gibi gişe sineması da benzer durumda. Birbirinin aynısı komedilerin, seyirciyi sömürme üzerine hikaye inşa eden dramaların sürdürülebilirliği tartışma konusu artık. Diğer yandan 2000’li yıllarda inşa edilen ‘yeni sinema’nın anlatım olanaklarının sonuna geldiği de bir gerçek. Sanat sinemasının taşra anlatılarından, kasaba sıkıntılarından ve amiyane tabirle söylersek “Nuri Bilge Ceylan estetiğinden” kurtulmasının vakti çoktan geldi de geçiyor bile.
Türkiye, bir süredir ama özellikle de son 5-6 yıldır ciddi bir dönüşümün içinden geçiyor. Bu dönüşümün yarattığı kırılmalar her alanda yakıcı bir şekilde hissediliyor. Kültür sanat alanı belki bir süre daha bu tür ‘fabrikasyon’, ‘öngörülebilir’ seri üretim işlerle kendisini ayakta tutabilir ama nihayetinde dönüşümün estetik dilini bulmak zorunda. Yeni bir dilin kurulmasına, anlatının icat edilmesine, hikayelerin çok daha derinleşmesine ihtiyacımız var. Başka türlü bir şeye…
Evrensel'i Takip Et