Barış Akademisyenleri, toplumsal barış, kamusal bilim ve umut
Barış İçin Akademisyenler vakasını Türkiye’de "üniversitede tasfiyeler" zincirinin en geniş sekansı olarak mı görmeli? Yoksa uluslararası sıcak savaş sürecinde barış mücadelesine atılan bir ilmek mi?
Arşiv | Fotoğraf: Evrensel
Aslı ODMAN
Barış İçin Akademisyenleri vakası bize Türkiye’de ‘aydın’ diye tanımlanan kesimin rolü, Anadolu’nun doğusu ve batısı arasındaki ilişkiler, ‘yeni’ akademi ve dayanışmaya dair neler gösterdi? Artık bu şekli ile yavaş yavaş kapanan ve ortaya döktüğü sorularla farklı alanlarda etkileri devam eden bir ‘dosya’ esasında bu. Akademisyenlerin barış bildirisini kamuoyuna açıklamasının ardından hak ihlalleri neredeyse dört seneye yayılmış. Bu ihlaller ne maddi ne de manevi açıdan tazmin edilemez bir tahribat yaratmış. İki bin küsur imzacı her manada ‘kovuşturularak’ akademi iş koluna ibret, ‘Muhtarlar Akademisi’nin’ sembolize ettiği toplum kesimine de antientelektüalist yeni popülist bir mesaj verilmiş. Kaldı ki bu iki kesimin niteliksel olarak birbirine yaklaştıkları bir dönemdeyiz: Antientelektüalist, ‘yerli milli’ akademi parçacıklı iş piyasasında palazlanan bir değer. Bu açılardan ‘barış bildirisi vakası’ AKP ideolojik cephesinin tahkimi için de kullanılmış. İki seneye yayılan dokuz yüze yakınımızın yargılandığı davalarda eylül 2019’dan beri seri beraatler almaya başlasak da önümüzdeki dönemde işten çıkarılanlarımızın bir kısmının işe iadesi, sürgüne gidenlerin gene bir kısmının dönüşü ve yaşanan acıların tanınması gerçekleşse bile, yarattığı tahribat ve yeniden yapılanmayı hafife almak mümkün değil.
Barış İçin Akademisyenler vakasını Türkiye’de ‘üniversitede tasfiyeler’ zincirinin en geniş ve en ‘hukuksuz’ sekansı olarak mı görmeli? Yoksa ülkenin sınırlarında uluslararası sıcak savaş sürecinde barış mücadelesine atılan bir ilmek mi? Akademide yaşanan yapısal değişikliklerin ve eşitsizliklerin görünür olduğu bir turnusol kağıdı olarak mı bakmalı? Yoksa epey heterojen bir grubun, ağır ve paramparça edici bir baskı altında, akademiye hiç de has olmayan kolektif bir ruh ile davranabildiği istisnai bir vaka mı?
Birincisi, üniversiteler, ordu, yargı ve basın gibi, devlet cari yönetiminin bazen yanında bazen karşısında, ama kısmi kurumsal bir özerklik ile ‘söz’ün üretildiği önemli ideolojik aparatlardan biri. Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihini 1933 Darülfünun, 1948 Dil Tarih ve Coğrafya, 1960 147’likler, 1971 Asistanlar, 1982 1402’likler tasfiyesinden sonra, 2016 barış bildirisi tasfiyeleri devletin alternatif ve nispeten özerk söz üretimini ezmek için hamlettiği kurumsal anlardır. Devlet yönetiminin ideolojik yönelimlerinin radikal olarak yenilendiği veya bunların krize girdiği zamanlarda akademide de tasfiyeler yaşandığını görüyoruz. Barış Derneği davası, aydınlar dilekçesi gibi kamusal çıkışlarda ise bu dinamiğin kesinlikle akademi ile sınırlı kalmadığını görebiliriz. Hatta bu iki örnek, eleştirilerin bir bildiri, bir ‘kamuya arzuhal’ vesilesi ile sunulması, iktidarın eleştirisinin meşruiyetine açıkça sahip çıkılması ve akabinde tetikledikleri baskı silsilesi açısından da son sürece daha çok benziyorlar. Ne zaman aydınlar tasfiye edilse, bilin ki iktidar katında ciddi bir hegemonya krizi yaşanmaktadır. İşte bizim tanık ve sanık olduğumuz bu son ‘İdeolojik vekalet savaşları’ dönemine, bir ortak bildiri mütevazılığında bile olsa, bir nebze organize bir şekilde ‘yakalanmayı’ aksine olumlu addediyorum. Bu bildiri olmasaydı da bu baskı ve tasfiyelerin başka şekillerde yaşanacağına inanıyorum.
Sürecin ikinci gösterdiği şey, toplumun ‘Batı’sından, ‘Doğu’sunda olan bitene, hayırseverlik veya idealizm sınırları içinde değil, ortak vatandaşlık hakları, sosyal eşitlik ve toplumsal barış zemininde ses çıkarmanın muktedirleri ne kadar rahatsız ettiğidir. Soldan baktığınızda ise bu ilkeler zeminindeki ittifakta ciddi bir toplumsal dönüşüm potansiyeli olduğunu gösterir. Barış bildirisinin lafzının da aşikar ettiği gibi, insan hakları ihlallerinin faillerini ismi ile anan, kendini sınıfsal olarak güvenceli, toplumsal ayrıcalık talep eden bir mesafeye çekmeden, içinden bilfiil geçilen dönemdeki adaletsizlikleri, eşitsiz dağılımı, zulmü bilgi üretme gündeminin parçası ve vazifesi haline getiren dil ve pratik önemlidir. Bugünü tarihselleştirmeden, gündemleştirmeden, iyi bilimi bırakın temiz bilgi üretmek bile mümkün değildir. Devletin, endüstrinin akademisyeni olamaz, toplumsal barış ve kamusal fayda ilkelerinin, zanaatın kendi tarihine sadık araştırmacıları olabilir.
Üçüncüsü Barış İçin Akademisyenler süreci, bizzat akademi içinde olanlara ‘işkolumuz’ hakkında çok şey öğretti. Evet, yüceltilmiş ‘aydınlanmışlar’ halesinden arındırıldığı zaman, akademi de diğer işkolları gibi bir işkolu. Çalışan akademisyen sayısı yirmi yılda 60 binlerden 200 binlere, üniversite sayısı 60’lardan 200 küsura, kitlesi öğrenci sayısı ise 1.5 milyondan 8 milyon civarına yükselmiş, yeniden kurulmuş bir işkolundan bahsediyoruz. Buradan nasıl bir bilgi çıkacak, bu bilgi toplumla nasıl ilişkilenecek? Toplumu nesneleştiren akademisyenin kendini araştırma nesnesi yapmasının vakti geldi de geçiyor bile.
Sonuncusu, dayanışma, kolektif bilinç ve bilmekten doğan sorumluluk anlamında vicdan. Akademi, yapısal olarak bireyci ve rekabetçi olarak kurgulanmış bir işkolu. Dayanışma akademiye içkin değil. Bu şartlar altında geriye dönüp baktığımızda Barış Akademisyenleri sürecinin aktif bir ortak mücadele kimliği kurgulanarak, dışarıdan dayatılan itibarsızlaştırma, riskler ve baskı ile farklılıklarıyla beraber durmayı becererek failleşmesi gayet umut verici. Bu umuda, bundan sonra dört yanımızdaki büyük tahribat makinelerine karşı zanaatımızı, araştırmacılığımızı icra etme, bunda özgürlük, mana, kişilik, dönüşüm bulmak için ihtiyacımız olacak.