Avrupa'nın gündemi: Fransa’da ‘kuğular’ın grevi
Avrupa'nın gündeminde bu hafta demir yolları işçilerin önderlik yaptığı Fransa grevi var. Fransa 9 Ocak’ta yeniden ulusal düzeyde güçlü bir gösteriye hazırlanıyor.
Fotoğraf: Evrensel
Fransa’da demir yolları işçilerin önderlik yaptıkları grev üçüncü haftasına girdi. 9 Ocak’ta yeniden ulusal düzeyde güçlü bir gösteri gerçekleşecek ve bu arada grevde olan farklı sektörler eylemler düzenliyorlar. Bu eylemlerden birisini 24 Aralık’ta balerinler gerçekleştirdi; Paris’in ünlü opera binasının önünde kurulan bir sahnede Kuğu Gölü’nü sergileyerek mücadele döneminin belki de en fazla öne çıkan eylem biçimini gerçekleştirmiş oldular.
ALMANYA’DA MÜLTECİ TARTIŞMASI
Yunanistan’daki mülteci kamplarındaki durum ve bu kamplarda tek başına kalan çocukların Almanya’ya kabul edilmesi önerisi, mülteci sorununu tekrar tartışılır hale getirdi. Almanya hükümeti, topu AB’ye atarak diğer ülkeleri suçlarken muhalefet Akdeniz’deki ölümlerde ve kampların durumunda Almanya’nın rolüne dikkat çekiyor.
İNGİLTERE’DE SAĞ SALDIRIYA KARŞI DURUŞ İHTİYACI
İngiltere’de, Avrupa’nın diğer ülkelerinde sağa kayışın devamı niteliğindeki seçim sonuçları, büyük hezimete uğrayan solu sarsmış durumda. Seçim sonuçlarıyla AB’den çıkması garanti olan ülkede, Boris Johnson yönetimindeki Muhafazakarların demokratik ve sosyal haklara yönelik beklenen saldırısına karşı halktan yana, tutarlı bir duruş ve hareket gelişmesi gerektiği kesin.
DANSÇILAR SAHNEYE ÇIKTI
Stephane GUERARD
Marie-José SIRACH
Humanite
Paris Opera Binası’nın avlusunun üzerine kurulan siyah bir sahnede, senfonik orkestranın siyah kostümlü müzisyenleri Kuğu Gölü’nün ilk notalarını duyurmaya başladılar. 40 kadın ve erkek dansçı, Parisli ve oradan geçen turistlerin şaşkın bakış ve hayreti karşısında balenin bir kısmını Garnier Sarayı ile “Paris Operası grevde” ve “Kültür tehlikede” pankartları önünde sergilediler. Noel’den bir gün önce gerçekleşen bu etkinlik kuşkusuz emeklilik reformuna karşı mücadelenin en belirgin sembollerinden birisi olacaktır.
Hareketin sözcüsü ve kendisi de grevde olan Alexandre Carniato “Grevde olsak bile bu 24 Aralık’ta bir zerafet anı yaratmak istedik” diye açıklama yaptı. Şımarık çocukların bir eylemi mi? Paris Opera Balesi’nin dansçıları ve Fransız Komedisi’nin teknisyenleri mesleklerine uygun iki emeklilik sisteminden birisine sahipler. Birisi 27 milyon, diğeri ise 5,2 milyon miktarında bir emeklilik kasasına sahip olan bu iki sistem, bu mesleklerin zorluklarını göz önünde bulunduruyor. Zira, Fransız kültürünün yüksek düzeyde olmasının arkasında başka bir gerçeklik gizleniyor. “Paris Opera ve Balesi gelecekteki işçilerini ta 8 yaşından itibaren yetiştiren Fransa’nın tek işverenidir”. Oysa ki “Fransa’da en fazla iş kazasının gerçekleştiği alan da budur” diye bir tweet attı grubun dansçılarından biri olan Adrien Couvez. “Eğer sahnede mükemmel dansçılar görmek istiyorsanız, bizler 64 yaşına kadar dans edemeyiz. Bu imkansız” diye bildirdi Alexandre Carniato. Ona göre 42 yaşında emeklilik devam etmelidir ve bunun müzakeresi yürütülemez.
Günde dört defa, üç ayrı salonda ve haftanın yedi günü sahneleri yerleştiren, söken ve değiştiren teknisyen, elektrikçi ve rejisörlerin çalışmasının zorluklarını da kamu yetkilileri kabul etti ve böylelikle 57 yaşında emekliye ayrılabiliyorlar. Bu özgün hak daha önceki reformlar yüzünden zaten zayıflatılmış ve tam bir emeklilik maaşı alabilmek için yapılması gereken ödenti süresi 167 üç aydan 172’e çıkartılmıştı. (...)
Hükümet söz konusu kasaları yok etmek istiyor. Fakat böylesi alttan bir eşitliğin sağlanması öne sürülen “imtiyazlıların” sadece haklarını ellerinden almıyor. Reform herkes için ve hızlı bir süre içinde –2022 ile 2025 arasında– 64 yaşı dayatacak ve herkesi emeklilik maaşından kesintiler yapma pahasına 64 yaşına kadar çalışmaya zorlayacak. İkinci olarak 1975 sonrası doğanlar için öngörülen puan usulü sistem özel kurumların çalışanlarının (ki bunlar çoğu zaman mevsimsel sözleşmeler, ya da süreli iş sözleşmeleri arasında işsizlik yaşayan işçiler) olduğu gibi kamuda çalışanların da (konservatuar öğretmenleri, eğitim bakanlığına bağlı olan öğretmenler, opera ya da orkestra sanatçıları çoğu bölgede memur statüsündeler) emekliliklerinde ciddi kesintilere neden olacaktır.
Emeklilik maaşları birincileri için en yüksek maaşın alındığı 25 yıl, memurlar içinde son 6 ayın maaşının ortalaması üzerinden değil, tüm meslek yaşantıları üzerinden hesaplanacak. İşsizlik maaşı bile alamayan fasılalı çalışan işçilerin bahtsızlığı emeklilik maaşlarının tamamen mahvolmasıdır.
CGT-Spectacles sendikasının hesaplamalarına göre tüm bir meslek hayatında 5 kötü yılın olması bile emeklilik maaşının en azından yüzde 12 düşmesi anlamına geliyor. CGT, “kamu televizyonların hariç var olan bütçesi ile Kültür Bakanlığı ve sanatsal yaratıcılık yaşayamaz” diyor.
(Çeviren: Deniz Uztopal)
AB’NİN MÜLTECİLERİ PÜSTÜRTME PLANI
German Foreign Policy
Kaçış yollarında ölen mültecilerin çoğu Akdeniz üzerinden Avrupa’ya gelmeye çalışırken hayatını kaybetti. 1 Ocak 2019’dan beri ülkelerinden kaçarken hayatını kaybeden 3 bin 170 kişiden bin 246’sı, Kuzey Afrika’dan AB’ye giderken öldü. Latin Amerika’dan ABD’ye kaçmaya çalışanlar arasında ölenlerin sayısı 659 oldu. 2014’ten bu yana ölenlerin çoğunun sorumlusu Alman-Avrupa mülteci püskürtme politikası. Buna rağmen Berlin ve Brüksel, mültecileri Afrika kıtasında tutmak için Kuzey Afrika’daki baskıcı rejimler ve mafya milisleri ile iş birliği yapmaya devam ediyor. Birlik ayrıca Akdeniz’de mültecilere karşı savunma operasyonları için uzun menzilli drone kullanmaya hazırlanıyor. AB’ye giden on binlerce mülteci, Yunanistan’daki kamplarda felaket koşullarında barınıyor. Kiliseler bu politikaya muhalefet ediyor.
DÜNYADAKİ EN ÖLÜMCÜL KAÇIŞ YOLU
2014’ten bu yana Akdeniz’de en az 18 bin 744 mülteci öldü. Bu, dünya çapında kaçış sırasında ölen insanların yarısından fazlasının (1 Ocak 2014’ten bu yana 32 bin 538) Alman-Avrupa mülteci püskürtme politikasının kurbanı olduğu anlamına geliyor.
Akdeniz üzerinden AB’ye gelebilecek mülteci sayısını mümkün olduğu kadar düşük tutmak için, Berlin ve Brüksel, Kuzey Afrika’daki baskıcı rejimler ve mafya milisleri ile yakın iş birliğini sürdürmeye devam etti. Mısır, Alman-Avrupa mülteci savunmasına destek sağlıyor; 2013’teki darbeden bu yana ülkeyi yöneten ve ciddi insan hakları ihlalleriyle suçlanan generaller Mısır sahilinden yola çıkan mülteci teknelerinin sayısının düşürülmesini garanti ediyor. Cezayir’deki silahlı kuvvetler de mültecilerin Avrupa’ya seyahat etmesini önlemeye yardımcı oluyor. Buna ek olarak, AB’nin sadece Birlik tarafından finanse edilen “sahil güvenlik görevlilerini” sağlamakla yetinmeyip aynı zamanda ölümcül mülteci kampları işleten Libya milisleri ile de iş birliği var.
Berlin ve Brüksel, Akdeniz’in kuzey kıyısında Türkiye ile iş birliği yapıyor, Ankara orada yaşayan yaklaşık dört milyon mültecinin AB’ye seyahat etmesine izin vermiyor. İş birliği yıllardır sert bir şekilde eleştirilmesine rağmen değişen bir şey olmadı.
İHA’LARLA MÜLTECİ AVI
Brüksel, Akdeniz’de kendi mülteci savunmasını da sağlamlaştırmaya devam ediyor. Örneğin, sınır koruma yetkilisi Frontex, 2027 yılına kadar, Akdeniz’de de bağımsız olarak operasyonlar gerçekleştirebilen 10 bin sınır muhafızlı bir tesis haline getirilecek. Raporlara göre, Frontex sadece uçak ve gemi değil, aynı zamanda insansız hava araçları da satın almak istiyor. Bu nedenle, Yunanistan, İtalya veya Malta’ya uçuş yapacak olan uzun menzilli İHA’lar için ihale başlatıldı. Bu, mültecileri sahilden ayrılır ayrılmaz ya da kısa bir süre sonra takip etmeyi ve Kuzey Afrika çevresindeki sahil korumalarını seferber etmeyi kolaylaştıracak. Gözlemciler, insansız hava araçlarının “gelecek yılın ilk çeyreği kadar erken bir zamanda” faaliyete geçebileceği düşüncesindeler.
KAMPLARIN CAYDIRICILIĞI
Kasım ayının sonunda, resmi olarak Yunanistan’da yaklaşık 6 bin 200 yeri olan Midilli, Sakız, Leros, Kos ve Samos’taki kamplarda 36 binden fazla mülteci tutulduğu bildirildi. Birleşmiş Milletler Mülteci Yardım Örgütü’ne göre şu anda Midilli’deki Moria kampında 18 bin 330 mülteci var. Bu kampın resmi kapasitesi 2 bin 138 kişi ile sınırlı. Oradaki koşullar yıllardır rezalet durumda. Mülteciler barınma, sağlık, beslenme vb. konularda ölümle kucak kucağa yaşıyorlar. Yeterli su bile yok. Doktorlar, son zamanlarda dokuz aylık bir bebeğin aşırı susuzluk nedeniyle öldüğünü duyurdu. Durum tamamen kontrolden çıkmak üzere olduğu için Yunan hükümeti Kasım ayında kampları kapatma, iltica davalarının olumlu sonuçlanabileceği düşünen mültecileri Yunanistan anakarasına taşıma, diğerlerini ise geri dönmeye yönlendirmek için konteyner kamplarında tutma kararı aldığını açıkladı. Bir hükümet sözcüsü, bu kampların “ülkeye yasadışı yollardan girmeyi planlayanlara açık bir caydırıcı mesaj” olacağını ifade etti.
Federal Hükümet, hiçbir sorumluluk kabul etmez, AB’nin mülteci püskürtme politikasını destekler ve topu mülteci yollarındaki diğer ülkelere atarken kiliseler buna karşı çıkıyor. Mülteci kurtarma gemileri ve mülteciler için para toplayan kiliselere göre Akdeniz’de insanların ölmesi skandal ve bunun ortadan kalkması için insani bir politika sürdürülmesi zorunlu.
(Çeviren: Semra Çelik)
SAĞA KAYAN BRİTANYA ARTIK AVRUPA’DA SIRADAN
Stefan BIELIK
The Guardian
Birleşik Krallık seçimleri Avrupa çapında ilgiyle takip edildi. Özellikle solcular, gerçekten sosyal demokrat bir partinin galibiyetinin kıta ve ötesinde yaratacağı etki dolayısıyla daha da ilgiliydi. Muhafazakarların basit ve etkili metodunda ise yakın geçmişte kendi seçimlerimizin; sözde güçlü ve ulusal gururu okşayan liderlerin seçmende bulduğu karşılığın izlerini gördük.
Orta Avrupalılar bunu daha şiddetli hissettik. Yeni Britanya hükümeti bu bölge politikasına ilgi gösteren herkese -özellikle de Viktor Orban yönetimindeki Macaristanlılara- aşina geliyor. Muhafazakârlar manifestoda “anayasamızı genel yönleriyle gözden geçireceğiz” demişlerdi; buna devletin üç temel görevi de dahil. Bu biraz muğlak olabilir ama Polonya’da hükümet olan Yasa ve Adalet Partisi’nin (PiS) yargı reformu vaadine ve Orban’ın Fidesz partisinin hakimleri kontrol altına alma çabalarına benzer görünüyor. Johnson, tam da PiS ve Fidesz taktiklerinden alınma vaatlerde bulundu; medyaya tehditler, Roman kamplarına kontroller, özel bir iltica ve sınır kontrol departmanı kurulması...
Saygıdeğer kurumlarıyla Britanya’nın, Polonya ve Macaristan’daki anayasal müdahalelere maruz kalmayacağı iddia edilecektir. Fakat ellerindeki gücü tümüyle istismar etme çabalarına rağmen PiS ve Fidesz bir nebze AB tarafından dizginlenmekte: Brüksel’in fonlarını kesmesi tehdidi ve AB üyeliğinin popülerliği sıkı bir sansür ve anayasal değişikliği engelliyor. Britanya artık bu tür bir baskıdan bağımsız: Muhafazakarların olası reformlarına karşı tek engel medya ve yargı olacaktır.
Britanya soluna verecek bir nasihatimiz yok. Kesin olan tek şey, sağın belirlediği koşullarda çarpışmanın yok olma reçetesi olduğu. Sol partilerin kapalı-sınır ulusalcılığı ve neoliberalizmi savunarak girdiği seçimlerde uğradığı bozgunların örnekleri bol. Alman Sosyal Demokratlar (SDP) ve Fransız Sosyalist Parti örneklerinin yanı sıra, örneğin Polonya’da Demokratik Sol İttifak’ın (SLD) 2000’lerde çoğunluğunu kaybetmesinin bir sebebi de Bush İttifakı’na katılm kararı idi.
Uzaktan ilginç görünen, İşçi Partisi’nin genç bir seçmen grubunu ve Blair yıllarında uzaklaştırılan uzun-dönemli kampanyacıları kendine çekmesi oldu. Partinin şimdi onları uzaklaştırması büyük bir hata olur.
Ekim’de Polonya’da yapılan seçimlerde sol, genç ve yaşlı kuşak arasında makul bir ortak platform sağladı. Ardından, eskiden rakip olan bu gruplar olumlu bir kampanya yürüterek Polonya’da alışılagelmemiş bir biçimde rakiplerine saldırıya yoğunlaşmadılar. Birleşerek solu tekrar parlamentoya soktular ve anketlerde hükümetin birkaç puan gerisinde görünüyorlar. İttifakın birçok adayı uzun dönemli aktivistler olarak yerel halkın tanıdığı şahıslar oldu.
İşçi Partisi ve solun aldığı ezici darbe sonucu Britanya herkesin –özellikle de dışarıdan izleyenlerin– sandığı gibi özel olmadığını anladı. Hükümeti diğer otoriter Avrupa hükümetlerinden farksız görünüyor; centilmenlik anlaşmalarına ve geleneklere dayanan kutsal kurumları ise artık orta ve doğu Avrupa’dakilerden daha çok istismara açık. Her ülkenin özgün koşulları farklı fakat sağa kaymanın bir partiyi seçilebilir kılmadığı evrensel bir gerçek olarak önümüzde; sadece Polonya’da son dört yıldır görüldüğü gibi, ülkeyi sol politikacılardan mahrum bırakıyor. Böylesi bir durum, kuşkusuz mükemmel olmayan bir AB’nin Britanya toplumunun en savunmasız bölümüne sunduğu savunmaları kaybetmesi olasılığı söz konusu iken, seçim sonuçlarından daha da büyük bir facia olur.
(Çeviren: Haldun Sonkaynar)