Ömer Uluç için retrospektif bir yazı
Eleştirmen Ayşegül Tözeren, 10'uncu ölüm yıl dönümünde Ressam Ömer Uluç'u yazdı: "O, melez imgelerin yaratıcısıdır."
Fotoğraf: Yapı Kredi Kültür Sanat
Ayşegül TÖZEREN
Ömer Uluç, ne rafa ne çekmeceye, ne de herhangi bir sınıflandırmaya sığdırabilecek bir sanatçıdır. O, melez imgelerin yaratıcısıdır.
Uluç, Robert Kolej’de eğitim görürken, 1950’de Nuri İyem’in atölyesinde resme başlamıştır. Dualite onun yaşamında hep var olmuşsa da, o bunu zıtlık olarak değil, farklılığın bir aradalığı olarak zihninde kurmuş ve bozmuştur. Bu yıllarda, Nuri İyem ve atölyedeki arkadaşlarıyla birlikte, akademizme bir tepki olarak Tavanarası Ressamları olarak isimlendirilen grup içinde yer almış, soyut resme yönelmiştir.
SOYUT İLE FİGÜRATİF ARASINDAKİ SINIR BELİRSİZLEŞİRKEN
Ömer Uluç, resme soyutlama ile başlamıştır. Ancak resmin bilinen çizgisine zıt olarak, o, figüratif olandan soyuta geçmek yerine, soyuttan figüratif olana kaymıştır. Uluç’un zihin dünyasında, soyut ile figüratif arasındaki ayrımın belirsizleştiği de bir gerçektir. Nasıl zaman ilerledikçe, tuvalle tuvalden sızan imgelerin arasındaki sınır yok olacaksa…
Uluç, ellilerin başında mühendislik eğitimi dolayısıyla, ABD’de soyut resim çalışmalarını sürdürmüştür. Burada herhangi bir atölyeye devam etmemişse de, yaşadığı coğrafyanın kaotik kozmosundan etkilenmiştir. Bu yıllarda Rus asıllı Fransız sanatçı Nicolas De Stael’in soyutla figüratifi bir arada gösteren sanat anlayışından da etkilenmiştir. Hem Amerikan, hem Fransız resminin soyutlama anlayışına yakından bakabilen Uluç, resmin çerçeveye sığamayacağını fark etmiştir. Sanatçıya göre, resim görsel bir tecrübeydi, daha doğrusu görsel tecrübelerin toplamıydı. Bizans ve Osmanlı sanatının etkilerine sanatını açan Uluç, bu dönemde, bir anlamda kendi espasına dönmüştür.
ULUÇ’UN İŞLERİ: HAREKET EDEN İMGENİN İZİ
Altmışlı yıllar onun açısından akrilikle tanışmanın, resminin kodlarının oluştuğu yıllardı. Uluç, akriliği sevmişti, çabuk kuruyan bir boyaydı. Hızlı kuruyor oluşu, Uluç resmi için anlamlıydı. Çünkü kendi ifadesiyle, onun resmi, bir kuruluş, bir inşa resmi değil, hareket eden imgelerin izinden mürekkepti.
1965’ten sonra “Armalar” adını verdiği imge toplamı, onun resminin DNA’sıydı. İlerleyen yıllarda, sarmallar vücut bulmaya başlayacaktı. Sarmalların hikâyesini anlatırken, Uluç miladın, adının ilk harfi olan “O”yu çizişinden bahseder. Jacques Henric’le 1987 yılında yapmış olduğu söyleşiden doğan bir ifadeyle, kendine özgü hiyeroglifin belki de ilk harfidir, “O”, sarmalların doğuşunun habercisidir.
Yetmişlerde, Batı Afrika’da Nijerya’da bulunmuştur. Afrika’da bulunduğu yıllarda, soyut ile figüratif olanın resimde bir kez daha bir arada bulunduğunu görmüştür. Bu yıllarda bebek çocuk figürleri de resminde görünmeye başlamıştır. Ancak, Uluç resminde, hiçbir figür göründüğü gibi değildir, sanatçının fırçasında ne’liğini yitirmiş, özel bir anlamla yüklenmiştir.
Seksenlerin başlarında sıkışık yumaklarda açılma sezilirken, magazin dergilerindeki fotoğrafları, kendi diline taşır. Bunun, çağın dayattığına ilişkin bir yanıt olduğu da söylenebilir. Ancak, onun retinası, sarkastiktir. Uluç’un deyişiyle, “Sanat, toplumsal gelişmelerin aynası filan değildir. Onu ya önceden göstermiştir ya da sonradan sonuçlarını gösterecektir.”
Ömer Uluç’un zihni, hep yolda olma halindedir. Seksenlerin başlarında Paris’e yerleşir, belki aklı İstanbul’da olduğundan tuvali özlediği kentle doludur: Büyükada`da Kargalar (1984), Boğazdan Geçen Sovyet Tankeri (1984)…
TUVALİN TERKİ
Seksenlerde resimlerinin fonu düz renkten kurtulup, hareketlenirken, doksanlarda resimleri tuvalin dışına sızmaya, hatta sıçramaya başlar. “Artı Nesneler” önce Paris’te, ardından İstanbul’da Atatürk Kültür Merkezi’nde sergilenir. Ömer Uluç’un resim dünyasında tuvalin içinde kalma ya da tuval terkinin birbirinden radikal bir ayrımı olduğunu düşünmüyorum. Çünkü onun için resim, çerçevenin sınırlandırdığı bir iş değildir.
Doksanlarda ortaya çıkan “Killing ve Dört Kuş” milenyuma doğru havalanır. Milenyum Ömer Uluç için üç boyutlu Lucy’lerin dönemidir. Uluç, önce halatları, ardından alüminyumu, sonra polyesteri, daha sonra pleksiglas renkleri kullanır. Ömer Uluç, işlerinde saydam polimer tabakaları kullanan ilk sanatçıdır. Üç boyutlu yaratıklarını ya da işlerini iki binlerde tekerlekle de sergiler. Onun işi, hareketin izidir. Ömer Uluç’un dilinden tuvale dökülenler seslenir, hareketlenir. Öyle ki 2007 yılında gerçekleşen retrospektif sergisinde bir vapuru mekan olarak seçer. Ömer Uluç’un âlemindeki yaratıklar vapurun salınımıyla süzülürler, iskeleden iskeleye…
HEVEŞ KUŞU UÇUYOR…
Ömer Uluç, 2005 yılında yayımlanan kitap-yapıtına başlık olarak, Baki’nin bir dizesini seçmiştir: “Heves kuşu durmaz döner.” Onun dilindeki “imge bolluğunu” yaratan heves kuşu ehlileştirilmemiştir, Uluç’un “lekeleri canlanır”, yeni bin yılda bir ırk yaratır. Evreni sarkastiktir; resimleri, heykelleri, mekân tanımayan yapıları John Berger’in deyişiyle bir insanın gözlerinden değil, bir hayvanın gözlerinden yansıtılmış gibidir. Hiç ehlileştirilmemiş bir hayvanın…
Uluç’un işleri dünyanın birçok kentinde, önemli sergi alanlarında alımlayıcı ile buluşsa da, merkez tanımaz, merkezle uzlaşıya girmez, her bir sergisinde farklı olanı dener, risk alır. Kendi deyişiyle, tutarlılıktan yana değildir, tutkunun peşindedir.
Evet, Uluç’un en büyük sermayesi, büyük sanatçıların tümünde olduğu gibi, deliliğidir.
Not: Yazı hazırlanırken, alef Yayınevinden geçtiğimiz aylarda çıkan “Umut Burnundan Dolaşarak” isimli Ömer Uluç’un söyleşiler toplamından yararlanılmıştır.