Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu: "Askeri harcamalar halkı yoksullaştırır"
Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu sorularımızı yanıtladı: "Askeri harcamalar bir ekonomiyi zenginleştiren değil, yoksullaştıran harcama türleridir."
ARŞİV | Fotoğraf: DHA
Mert DEMİR
Şerif KARATAŞ
İstanbul
Cumhurbaşkanı Erdoğan ve partisi komşu ülkelerle gerilim ve yayılmacı bir hat üzerine kurulu dış politikanın “ülkenin çıkarları” için olduğuna dair vurgular yapıyor. Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu ise durumun böyle olmadığını ifade ediyor: “Askeri harcamalar bir ekonomiyi zenginleştiren değil, yoksullaştıran harcama türleridir. Türkiye kendi askeri teknolojisini üretebilen bir ülke olmadığı için bunun bir de döviz boyutu var.” Kozanoğlu uyarılarına şöyle devam ediyor: “Sadece F-35 aldığınız ya da S-400 füzelerine para verdiğiniz zaman bu para buharlaşır. Halbuki aynı parayla üretken bir yatırım yapmış olsaydınız, bu kaç kişiye doğrudan istihdam sağlardı, kaç kişinin dolaylı olarak harcama gücü arttığı için kimlerin hayatına olumlu yansırdı bunu düşünmek gerekiyor. O açıdan bir ülkenin silah harcamalarına, askeri faaliyetlere kaynaklarını aktarması sade yurttaşa, buna bağlı olarak asgari ücretliye hiçbir fayda sağlamaz.” Prof. Dr. Kozanoğlu, sorularımızı yanıtladı.
Erdoğan ve hükümeti, sürekli enerji anlaşmaları ve silah alımı gibi dış politika hamlelerini muhatapları karşısında bir kabul görme aracı olarak kullanıyor. Bağımlılığı artıran söz konusu tutumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
AKP hükümetiyle birlikte, cumhuriyetin geleneksel pasif dış politikasını eleştiri ve Ortadoğu’da daha etkili bir aktör olma anlayışı devreye girdi. En son Filistin olayında hissettiğimiz, Libya’da gördüğümüz, Suriye’de de uzun süre tanık olduğumuz üzere AKP, Ortadoğu’da bulunan bölge ülkelerindeki sorunlara etnik-mezhepsel fay hatları üzerinden, özellikle kendini en yakın hissettiği Müslüman Kardeşler modeli üzerinden taraf olmaya başladı… Öncelikle, doğal gaz konusunda dış politikadaki uzlaşmaz tavırlar, Kıbrıs Rum kesimine, giderek Yunanistan’a, Sisi üzerinden Mısır’a hasmane tutum ekonomik anlamda o denklemin bir parçası olmasını engelledi. Doğu Akdeniz’deki ittifaka bakıldığı zaman gerek dini ve etnik bileşimi gerekse tarihsel ilişkileri açısından çok farklı ülkeler söz konusu. Ama bir şekilde İsrail’den Mısır’a, Yunanistan’dan Kıbrıs Rum kesimine kadar ülkeler ekonomik çıkarlar ve jeopolitik etki üzerinden bir araya gelebildiler. Türkiye burada dışlanan tek aktör oldu. Yani bu cüretkar oyun kurucu, Osmanlıcı iddia tam tersine geri tepti. Türkiye enerjiye çok bağımlı bir ülke. Kaba taslak enerji ihtiyacının yüzde 60’dan fazlasını doğal gaz ve petrolden sağlıyor. Bunun da çok ağırlıklı bir kısmı Rusya’dan olduğu için Moskova’ya bağımlılığını daha da arttırdı. Erdoğan ile Putin arasındaki “dostane ilişki” derken, Rusya, bu zayıflıklardan yararlanarak Türkiye üzerinde ciddi bir etki gücüne sahip oldu. En son, projeye, herhalde Erdoğan’ın bu zaaflarını, her gelişmeyi iç ve dış politikada bir çıkara dönüştürme niyetini hissettikleri için Türk Akımı dediler. Gelgelelim içinden akan doğal gaz da Türk değil, teknolojisi de (boruların döşenmesi bir yana bırakılırsa) Türk değil. Rusya zaman içerisinde Türkiye’de nükleer santral yapan, Türkiye’nin enerji arzını büyük ölçüde karşılayan, S- 400 füzelerini Türkiye’ye pazarlayan bir ülke. Bunun karşısında Türkiye’nin yapabildiği, zaman zaman geri çevrilen domates ve mandalina vb. satışlarıyla sınırlı. Yani burada ciddi bir asimetrik ilişki var.
“TÜRKİYE’NİN İTHALATININ YARISINDAN FAZLASI AVRUPA’DAN”
Suriye’ye ve son olarak Libya’ya asker gönderirken Erdoğan hükümeti sık sık “Biz de hakkımız olanı payımız olanı alacağız” diyor. Paylaşılan nedir? Hükümet neyin hakkını iddia ediyor?
Bunlar uluslararası ilişkilerde, uluslararası hukukta hiçbir karşılığı olmayan iddialar. Bu söylemlerle kendi kitlesinin Osmanlıcı özlemlerine hitap ettiğini düşünüyor herhalde. Libya büyük ölçüde petrol gelirine dayalı bir ülke. Petrol üretme lisansları batılı büyük petrol şirketlerinin elinde, o pastaya sokmuyorlar. Libya’da Kaddafi’ye karşı yapılan operasyonun en önemli nedenlerinden biri, bir taraftan bu enerji kaynaklarını kontrol etmek, bir taraftan da Libya, Fas, Cezayir, Tunus ve diğer mağrip ülkelerinden farklı olarak bakir turizm sektörünü ele geçirmek. Şu anda zaten Türkiye’nin oralarda ekonomik bir iddiada bulunması söz konusu değil. Suriye’nin ekonomik bakımdan en verimsiz coğrafyasında cirit atıyoruz... Burada emperyal, alt emperyal bir güç olarak bir maddi çıkar sağlama olanağı da yok. Biliyorsun kuzey Suriye’de ABD çekiliyorum dedikten sonra petrol kuyularını koruma altına aldı. Oraya da dokundurulmadı. Türkiye’nin, bu Ortadoğu’daki kaos ortamındaki tek kaldıracı Avrupa için mültecilerin ciddi bir tehlike oluşturması. Erdoğan bunların ipi benim elimde söylemiyle korku saçıyor. Hatırlanırsa Merkel ucuz iş gücü olarak ekonomiye mültecileri entegre etme konusunda 2016’da bir adım atmıştı. Abartılı biçimde oradaki Suriyeli göçmenlerin bazı kriminal davranışları toplumda çok büyük bir infiale neden oldu. Irkçı AfD’nin güçlenmesi, Merkel’in ayağının kaymasının en önemli nedenleri arasında bu geliyor. Onun için Avrupa’daki bütün yönetimler aynı korkuyu duyuyorlar. Özellikle Macaristan ve Polonya gibi bazı ülkeler Erdoğan tarzı sağ popülist, otoriter, faşizme meyyal liderlere sahipler. Onlar da Müslüman, göçmen karşıtlığı üzerinden kendilerini var ediyorlar. Aşağı yukarı bütün Avrupa ülkelerinde Fransa’da Marine Le Pen ile, İngiltere’de Brexit sürecinde Nigel Farage ile simgelenen bir mülteci göçmen karşıtlığı ve bunu kullanan aşırı sağ akımlar var. Erdoğan bu kartı oynayarak bir şekilde Avrupa karşısında da bir pazarlık gücü elde ediyor. Avrupa’da tam olarak Türkiye’yi gözden çıkartamıyor. Çünkü Türkiye’nin ithalatının yarısından fazlası Avrupa’dan. Türkiye’deki doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının çok büyük kısmı, dış borçlarının ağırlığı Avrupa kaynaklı. Bu nedenle Türkiye ekonomisinin çöküntüye girmesinden korkuyorlar. Onun için zaman zaman Türkiye’ye verdikleri desteklerle Erdoğan rejimine koltuk değneği oluyorlar.
“SİLAHLANMA TÜRKİYE GİBİ ÜLKELERE HİÇBİR ÇIKAR SAĞLAMAZ”
Hükümetin dış politikası ile yurt dışı askeri operasyonlarının bütçeye maliyeti; bu politikaların işçilere, emekçilerin yaşamlarına ve geleceğine etkisi nedir?
Genelde askeri harcamalar bir ekonomiyi zenginleştiren değil, yoksullaştıran harcama türleridir. Türkiye kendi askeri teknolojisini üretebilen bir ülke olmadığı için bunun bir de döviz boyutu var. Türkiye’nin Suriye’de taraf olması, PYD’yi kendine hasım olarak görmesi, ülkenin kendi Kürt sorununun çözümünü de zorlaştırıyor, bu konuda adım atmasının da önünü kesiyor. Bunun insani ve demokratik yönü önce gelmekle birlikte, bu ekonomiye de ciddi bir maliyet getiriyor… Kapitalist ekonomide de üretken alanlara yapılan yatırımların toplumun bütününe yansıması olur. Yani bir fabrika kurup da üretim yaptığınız zaman orada istihdam ettiğiniz insanlar iş sahibi olur. Çocuklarının eğitimini, sağlığını karşılar. Gelecek kuşaklar, sağlıklı yurttaşlar yetiştirir. Onların harcamalarıyla yeme içme sektörü, tekstil sektörü harekete geçer. Ekonomik anlamda ileri geri bağlantıları güçlü olan sektörler vardır. Bir de ileri geri bağlantıları çok zayıf olan sektörler vardır. Askeri harcamalar böyledir. Sadece F-35 aldığınız ya da S-400 füzelerine para verdiğiniz zaman bu para buharlaşır. Halbuki aynı parayla üretken bir yatırım yapmış olsaydınız, bu kaç kişiye doğrudan istihdam sağlardı, kaç kişinin dolaylı olarak harcama gücü arttığı için kimlerin hayatına olumlu yansırdı bunu düşünmek gerekiyor. O açıdan bir ülkenin silah harcamalarına, askeri faaliyetlere kaynaklarını aktarması sade yurttaşa, buna bağlı olarak asgari ücretliye hiçbir fayda sağlamaz… Nobel Ekonomi Ödülü sahibi Joseph Stiglitz bu konuda ciddi çalışmalar yapıyor: ABD’nin Irak işgalinden 3 trilyon dolarlık bir zarara uğradığı sonucuna varmıştı. O açıdan silahlanma hele Türkiye gibi ülkelere hiçbir çıkar sağlamaz.
“TEMELSİZ BİR DIŞ POLİTİKANIN GERİ TEPME RİSKİ HER ZAMAN GÜÇLÜ OLUYOR…”
Askeri-sınai kompleksinin büyütülmesi ile savaş politikalarını özellikle Ortadoğu’daki çatışmalar ve gerilim üzerinden açıklayacak olursanız, neler belirtebilirsiniz?
Türkiye’nin askeri gücü, Türkiye’nin kendi askeri teknolojilerini ürettiği iddialarına karşın büyük ölçüde döviz ödenerek alınan silahlara dayalı. Türkiye’nin askeri anlaşmaları, sivil uçak alımına da yansır. O bakımdan Türkiye önemli bir müşteri olduğu için Boeing uçaklarının alımıyla F-35’lerin alımı, Airbus ile Alman Leopar tanklarının alımı iç içedir. Onlar da kolay kolay gözden çıkaramıyorlar Türkiye’yi. İsveç’te bulunan Uluslararası Barış Araştırma Enstitüsü’ne (SIPRI) göre Türkiye silahlanmaya en fazla para harcayan ülkelerin başında geliyor. Buna bir de şimdi Rusya boyutu eklendi. Bildiğimiz kadarıyla S-400’ün maliyeti 2 milyar doların üzerinde. Bugün bunları aktif hale getirmediğimize göre, sırf bu kalemde 2 milyar dolar sokağa atmış bulunuyoruz… Diplomatik ilişkilerin kurumlara, kurallara, geçmişten gelen tarihsel bağlara dayanmaması nedeniyle, Erdoğan’ın Saray rejiminin birebir inisiyatif kullanması kaçınılmaz oluyor. Türkiye’de zaten Dışişleri Bakanlığı artık hem işlev hem de tarz olarak tamamen devre dışı kalmış durumda. Bu da RTE’nin her konuyu çözen, her sorunda Türkiye’nin çıkarlarına sahip çıkan bir imaj çizmesine katkıda bulunuyor. Her yurt dışı seyahatinde, en son Afrika seyahatinde olduğu gibi yandaşlar ordusunu etrafına topluyor, topluma mesajını iletiyor. Bu zevat ise dış politikanın meşrulaştırılması üzerinde ciddi misyon üstleniyor. Bir yönüyle de otoriter lider tipleri Trump, Putin, Erdoğan’ın bir şekilde vücut kimyaları uyuşuyor. Çünkü kurumlara danışan, demokratik mekanizmaları işleten insan tipi yerine, Erdoğan gibi sözümün arkasında dururum izlenimi yaratan “delikanlı” bir insan figürü, onlarda da bir şekilde etki yapıyor. Ama böyle temelsiz bir dış politikanın da geri tepme riski her zaman güçlü oluyor…
“MÜLTECİ AKIMLARI OLMASINDA TÜRKİYE’NİN ÇOK BÜYÜK BİR VEBALİ VAR”
Türkiye’nin ulusal güvenliğinin sınırları ile bölgenin kaynaklarını paylaşma mücadelesi arasında nasıl bir bağ kuruluyor? Bu politikaların Türkiye’yi büyüteceği, güçlendireceği iddia ediliyor. Bu iddiaya katılıyor musunuz?
Hatırlanırsa, AKP rejiminin ilk dönemlerinde Suriye ile ilişkiler iyileştirildi. Özellikle Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye iadesi Adana Anlaşması denilen sürecin sonunda gerçekleşti. Bunun siyasi analizi, nedenleri ayrı bir konu ama Türkiye bu dönemde Suriye’yle ticaretini geliştirdi. Irak’la Saddam rejiminde de Türkiye’nin hem ciddi müteahhitlik işleri hem de dış ticaret ilişkileri vardı. Sonra onu büyük ölçüde Erbil merkezli olarak yapmaya başladı. Ama ülkenin Şii yönetimiyle zaman içerisinde ilişkiler tavsadı. Yani, Türkiye başta da söylediğim gibi komşu ülkelerinin iç işlerine karışmayan, ilişkiyi ticaret üzerinden kuran, giderek kültürel alışveriş, dostluk ve kardeşlik üzerinden derinleştiren bir ülke olsaydı, hem bölgede bu kadar acılar yaşanmasında vebali bulunmazdı hem de daha avantajlı çıkardı. Evet sorunlarda belki Irak’ın kendi dinamikleri belirleyici oldu ama Suriye’de böyle bir iç savaş yaşanmasında, bu kadar kan dökülmesinde ve ülkeye milyonları aşan mülteci akımları olmasında Türkiye’nin çok büyük bir vebali var. Ve AKP rejimi nasıl Türkiye’de seküler bir refleksi ön göremediyse, şimdi giderek irtifa kaybediyorsa, aynı durum Suriye için de geçerli. Suriye’ye basit bir mezhepçi mantıkla baktı. Nüfusunun yüzde 10 civarı Alevi olan bir rejim bir iskambil kağıdı gibi devrilir diye düşündü. Halbuki, oradaki Baas rejimine ciddi eleştiriler yöneltmek mümkünse de sadece Aleviler değil, orada çoğu Ermeni olan Hristiyanlar, Dürziler, özellikle büyük şehirlerde yoğunlaşmış olan Türkiye’dekine benzer seküler kesimler için de böyle cihatçı, Müslüman Kardeşler modeli bir rejim büyük bir korku ve endişe kaynağıydı. Ve bu ittifak üzerinden Esad ayakta kaldı. Evet bunun jeopolitik yönü var; İran’ın, Tartus’ta üssü olan Rusya’nın askeri desteğinin önemli bir etkisi oldu. Hatırlarsak cihatçı kesimleri ABD, Avrupa, Türkiye bir anlamda yedi düvel destekliyordu. Rejimin yıkılmamasında son tahlilde iç dinamiğin etkili olduğunu düşünüyorum.
“YANLIŞ ZİHNİYETİN ÇOK CİDDİ EKONOMİK MALİYETLERİ OLUYOR”
Savaşı sürekli genişletmenin ve sürekli savaş halinin ihracat pazar kaybı, petrol fiyatlarındaki artış vb. ekonomiye etkilerini nasıl yorumlarsınız?
En son Kasım Süleymani’nin öldürülmesiyle ortaya çıkan ABD-İran arasındaki gerginlik; daha önce Çin-Rusya’nın giderek birbirine yaklaşması, İran’ın onların bir müttefiki olarak konumlanması; ABD’nin hegemonyasını Hindistan gibi yeni ittifaklarla koruma çabası. Zaman zaman böyle pat durumuna gelen, ABD’nin hegemonyasının gerilediği dünya durumu söz konusu. Bu süreçleri Türkiye sıkletinde bir ülke belirleyemez. Ancak Türkiye kendi gücünün yettiği her noktada yangına körükle giden bir konumda… Bu yanlış zihniyetin Türkiye’ye çok ciddi ekonomik maliyetleri olduğunu da düşünüyorum.
“ERDOĞAN, GÜLEN’İN AFRİKA’DA BOŞLUĞUNU DOLDURMA STRATEJİSİ İZLİYOR”
Erdoğan, Afrika kıtasında ziyaretlerde bulundu. Bu ziyareti nasıl yorumlarsınız?
Afrika’nın Erdoğan açısından sembolik önem taşıdığını düşünüyorum. Çünkü, Afrika Fethullah Gülen hareketinin en etkili olduğu coğrafyanın başında geliyordu. Afrika ülkelerinde hepimizin bildiği gibi demokrasi ve insan hakları standartları çok düşük. Özellikle Avrupa ülkelerinin, ABD’nin ilişki kurmasını kendi kamuoylarına kolay kolay kabul ettiremeyecekleri rejimler var. Bu noktada Çin’in ülkelerin demokrasi, insan hakları, özgürlükler standartlarını hiç kale almayan Beijing Uzlaşması anlayışı etkili oluyor. Ülkelerin birbiriyle ekonomik ve jeopolitik temelde ilişki kurması yöntemi, Çin’in etkisini giderek arttırdı. ABD-Çin arasında yaşanan hegemonya savaşı çerçevesinde ABD bundan rahatsız, ama Amerikalı Johnny’nin özellikle Müslüman nüfusun yoğun olduğu bir Afrika ülkesinde at oynatması çok kolay değil. O açıdan Gülen hareketine genelde Batı’nın, özelde de ABD’nin vekalet verdiğini düşünüyorum. Şimdi RTE’nin onları o coğrafyadan büyük ölçüde temizlemek, o boşluğu doldurmak gibi bir stratejisi var. Bir de bildiğimiz gibi Gülen’in kadrolarıyla bugünkü AKP’nin İslamcı kadroları iç içe geçmişlerdi ve ayrışmada bu tarafta kalanların da ciddi bir Afrika deneyimleri var. Şimdi onun kullanılmaya çalışıldığını düşünüyorum.