Kongrelere giderken yine, yeni, yeniden
"Eğitim emekçilerinin ekonomik yok oluşları, eğitimin içindeki gerici, karanlık tablo ve saymakla sayfaların yetmeyeceği bir yığın sorun,önümüzde yakıcı gerçeklikler halinde durmaktadır."
Fotoğraf: Evrensel
İzzet İLDEŞ
Eğitim Sen 4 No’lu Şube Başkanı
Eğitim emekçilerinin 2. Meşrutiyet’ten bugüne süren mücadelesinin günümüzdeki temsilcisi Eğitim Sen, kongreler sürecine girerken yine, yeni, yeniden bir hafıza tazelemesi kaçınılmaz.
12 Eylül darbesinin ardından, ’80’lerin ortasından itibaren başlayan ve ‘89 Bahar Eylemleri ile doruk noktasına ulaşan işçi hareketine paralel olarak, binlerce kamu emekçisi de acil ve somut talepleri üzerinden mücadeleye atıldı, ekonomik, sosyal ve sendikal hakları için alanlara çıktı ve siyasi iktidarla karşı karşıya geldi. Bu mücadele içerisinde işyerlerinde ilmek ilmek örgütlenerek kurulan Eğitim Sen, gerek kitleselliği, gerekse mücadeleci kimliği ile KESK’in kurucu ve lokomotif örgütü oldu.
Bütün dünyada sendikalar üye ve itibar kaybederken, KESK ve Eğitim Sen Türkiye’nin kendine özgü koşullarında doğup gelişen mücadeleci bir sendikal merkez olarak ortaya çıktı.
Bu tarihsel hatırlatma, aynı zamanda, o dönem elde edilen bu başarıya, nasıl bir mücadele çizgisiyle ulaşıldığının tarifidir: Fiili meşru mücadele çizgisinde ısrar ederek, hak alıcı eylem planlarını istikrarlı ve sürekli bir biçimde yığınlarla birlikte sürdürerek, aktif yönetici-aktif taban ilişkisini çalışma alanlarında hayata geçirerek, irade ve eylem birliğini güçlendirecek tartışmaları emekçi yığınlarla yaparak, kararı alanla uygulayanın aynı olduğu bir hatta yürüyerek...
Nesnel koşulların öze dair dokunuşları mevzinin şekillenmesinde tabii ki önemli bir yer tutmuştur. Yüz binlerce işçi ve emekçinin taleplerinin etrafında oluşturduğu yekpare gövde, o dönemde tarifin nerden yapılacağı ile ilgili somut zorunluluklar doğurmuştur.
Buraya kadar yazılanlar, aslında, bugün üye sayısı 80 binlerin altına düşmüş, niteliksel olarak çeşitli tahribatlara uğramış bir sendikanın, ‘açmazlarını’ aşabilmek için gözünü nereye dikmesi gerektiğini de temel yönleriyle içinde barındırmaktadır.
Mevcut durumda ise memleketin içinde bulunduğu ağır atmosfer, belki de en çarpıcı şekilde “Kendini gerçekleştiren kehanet” cümlesiyle açıklanabilir. Öyle ki toplumun büyük bir kesimindeki “Hiçbir şeyin değişmeyeceği” inancı, değişebilecek olanın da değişememesini sağlar duruma getirmiştir.
Tek adam tek parti rejiminin her türlü saldırılarına (Başta KHK’ler, sürgünler, açığa almalar olmak üzere) karşı mücadeleyi kuşatan bu algı, sendikal mevzilerde de değişime olan inancı pekiştirecek pratikler yerine, kendini tekrarlamaya ve gerilemeye neden olmuştur. Bu ise söylemde ve eylemde çalışma alanlarından kopuşlar yaşatmış, gerekçesi iyi izah edilemeyen ve/veya genelin isteği haline gelmeyen çağrılar, olan biteni izleyen pasif kitleler, kitlesiz eylemler yaratmıştır. Sendikalara, sınıf hareketinin manivelaları olduğu gerçekliği ile değil de ‘sivil toplum örgütü’ veya dernek olarak gören bakış açısı toplam mekanizmayı büyük ölçüde akamete uğratmıştır.
Çalışma yaşamında yanı başındakinden ayrı tariflenen istihdam şekillerine dair ciddi bir örgütlenme ve mücadele programının eksikliği, önümüzdeki dönemde eğitim emekçilerinin büyükçe bir kısmını oluşturacak bu gövdeye dair bir çağrının olmaması da şüphesiz bu yaklaşımın bir sonucudur. Güvencesiz ve esnek çalışmanın somut örnekleri olan parçalı istihdam aynı zamanda birleşik mücadelenin en güçlü zeminini oluşturmakta iken buraya dair cılız söylemler “Elimizden ne gelir” hayıflanmaları ana alandan uzaklaşmayı özetler niteliktedir.
“4688’e sığmayız. Kapıkulu olmayız” şiarı; fiili meşru mücadele hattının söz ve öze dair pratiğini sergilemektedir. Eğitim emekçilerinin ekonomik yok oluşları, eğitimin içindeki gerici, karanlık tablo ve saymakla sayfaların yetmeyeceği bir yığın sorun, kongrelere giderken önümüzde yakıcı gerçeklikler halinde durmaktadır.
Hal böyleyken kongreler gibi arınma ve yenilenme dönemleri artık gerçek amacına hizmet etmek durumundadır. Emek hareketinin ve sınıflar mücadelesinin ana aktörü sendikalar üzerlerine düşen tarihi görevi yerine getirmekte zorunludurlar. Dünkü alışkanlıkların sirayet ettiği, sayıların (yürütme, delege vb.) tartışmanın esası haline geldiği, siyasi angajmanların emeğin birleşik mücadelesini örme görevinin önüne geçtiği tüm ittifaklaşma tartışmaları subjektif olmaktan kendini kurtaramaz.
Sorunun sahipleriyle oluşturulmuş bir mücadele programı etrafında birleşmeyi ve en geniş güçlerin yan yana gelmesini tarif etmeyen ittifaklaşma tartışmaları, büyük resmi görmek yerine parmağın ucuna bakmaktan kurtaramayacaktır.