Hanau Katliamı: Irkçılık zehrinden kurtulmak herkesin sorumluluğu
Hanau kentindeki ırkçı katliam Alman medyasında gündem olmaya devam ediyor. Irkçı parti ve örgütlerin yasaklanması talepleri, yapısal ırkçılıkla yüzleşilme ve adım atılması talep ediliyor.
Fotoğraf: Evrensel
Hanau kentindeki ırkçı katliamın ardından ırkçı parti ve örgütlerin yasaklanması talebi ile birlikte ülkedeki yapısal ırkçılıkla yüzleşilmesi ve adımlar atılması talep ediliyor. Deutsche Welle’deki yorumda aşırı sağ saldırıların aklı başında olmayan insanların işlediği bireysel suçlar olarak görülmesi anlayışından vazgeçilmesi gerekliliğine dikkat çekiliyor.
EMEKLİLİK REFORMU GÜNDEMİ SÜRÜYOR
Fransa’da emeklilik yasa tasarısı 17 Şubat’tan bu yana mecliste tartışılmaya devam ediyor. Muhalif partiler 40 binden fazla değişiklik önerisinde bulundu ve yasalara göre hepsinin teker teker tartışılıp oylanması gerekiyor. Fakat Cumhurbaşkanı Macron tasarının bir an önce onaylanmasını istiyor ve süreci hızlandırmak için meclisi baypas eden anayasanın 49.3 maddesini kullanmaya hazırlanıyor. Bu maddeye göre hükümet güven oyu aldığı sürece istediği yasayı oylatmadan kabul ettirebilir. Fakat bu maddeyi devreye sokan hükümetlere karşı genelde toplumsal tepki büyük. Bu nedenle hükümet, bir yandan da kamuoyunu hazırlamaya çalışıyor. Propagandaya bakılırsa hükümet bu maddeyi devreye sokmak istemiyor fakat meclisteki muhalif grupların ayak sürmeleri kendilerini mecbur bırakıyor! Politis dergisinden çevirdiğimiz makale ise muhalefetin mecliste yürüttüğü çalışmayı konu ediyor.
İNGİLTERE’DE DOĞANIN ZAFERİ
İklim değişikliğine karşı mücadelenin büyük oranda arttığı İngiltere’de fosil yakıtından kâr amaçlayanlara büyük bir darbe de Heathrow Havaalanında yapılması planlanan üçüncü pistin yüksek mahkeme tarafından yasa dışı bulunmasıyla vuruldu. Uzmanlar, yirmi yılı aşkın bir süredir tartışma konusu olan üçüncü pist planlarının artık gömülmesi gerektiğini söylüyor. Karar çevre mücadelesi için büyük bir zafer.
IRKÇI SALDIRI: EVİMİZDEKİ ZEHİR
Jens THURAU
Deutsche Welle
Almanya'daki politikacılara inanıyorsanız, Hanau’ya yapılan korkunç ırkçı saldırı aslında bir dönüm noktası oldu: Başbakan Angela Merkel “Irkçılık bir zehirdir” dedi. İçişleri Bakanı Horst Seehofer, “ırkçı bir terör saldırısı” olarak nitelendirdi. Ve CSU’lu politikacı da başbakan kadar güçlü karşılaştırma yaptı, aşırı sağcı, Yahudi karşıtı ve ırkçı tezlerin “Zihinde karışıklığa neden olan ve kötülüğün ortaya çıkmasını sağlayan zehir olduklarını” söyledi. Böylece hükümet, sadece çevrimiçi ajitasyonun, sağcı sloganların değil, aynı zamanda eyalet parlamentolarındaki ve Federal Meclisteki “Almanya için Alternatif” (AfD) politikacılarının saldırgan konuşmalarının potansiyel suikastçılar üzerinde doğrudan bir etkisi olabileceğini de kabul etmiş oldu. Politikacılar geçmişte her zaman bu kadar net bir yargıya varmamıştı.
Uzun yıllar boyunca, “Nasyonal Sosyalist Yeraltı”nın (NSU) bir dizi cinayetinden sonra bile, özellikle muhafazakar politikacıların çoğu, devletin sürekli olarak her türden terörizme, sağcı ve solcu terörizme veya İslamcı saldırılara karşı kararlı şekilde harekete geçeceği formülünden memnunlardı. Şimdi ise Almanya’nın şu anda şiddetli sağ terörle büyük bir sorunu olduğu kabul ediliyor. Bu iyi bir şey. Uzun bir süre, sağdan şiddet, yetkililer için tek tek kişilerin örgütsel bağ olmadan işlediği suç olarak algılanmıştı.
Kendi tarzlarıyla, birçok kurum ve toplumsal alan bu zehrin güçlenmesine katkıda bulunur. Biz de medya olarak. Medyada kural olarak, Hanau’daki gibi korkunç saldırılardan sonra kurbanlara değil, faillere yoğunlaşılır. Bu kez bile şaşkınlık, korku ve merhameti göstermek için her yerde çaba harcansa da bu böyle.
Ve elbette durumu hemen çözen politik önlemlere hızlı bir çağrı var: Camiler ve sinagoglar için daha fazla koruma, örneğin daha fazla polis, sadece aşırı üyelerinin değil tüm AfD’nin Anayasa Koruma Kurumu tarafından gözlemlenmesi, vb...
Ancak, aşırı sağcı şiddet ve terörle gerçek mücadele, herhangi bir şiddet gibi, herkesin görevidir. Önce Almanya’nın uzun zamandır ırkçılıkla ilgili yapısal bir sorunu olduğu kabul edilmelidir. Uzmanlar, Alman toplumunun yüzde 20’sinin ırkçı düşüncelere sempati duyduğunu tahmin ediyor. Giderek artan saldırganlık -sokaklarda, inşaat projeleriyle ilgili tartışmalarda, şehirde yaşayanlarla ve kırsal kesimde yaşayan insanlar arasındaki tartışmalarda- kendini gösteriyor.
Ortak bir aşırı sağcı anlatı, Angela Merkel mültecilerin ülkeye girmesine izin vermeden önce bu fenomenlerin hiçbirinin mevcut olmadığını söylüyor. Tabii ki doğru değil. O zamanlar da ırkçı saldırılar, kundaklamalar, aşağılamalar vardı. Bireysel silahlanma yasaları yakın zamanda sertleştirildi ve hükümet en azından çevrimiçi ırkçı kampanyalarla mücadele etmek için daha fazlasını yapmaya söz veriyor. Bu yanlış değil. Ancak ülke kendini ırkçılık zehrinden kurtarmak istiyorsa, herkesin sorumluluğu vardır: Yalnız yaşayan, problemleri olan komşunuza dikkat edin, ırkçı söylemler, yabancılarla ilgili komplo teorileri, yanlış haberler yayıldığında karşı çıkın.
Sağ nefret, istisnasız herkesi ilgilendirir. Ancak devletin tepesi eğer söyledikleri doğruysa sorunun ne kadar ciddi olduğunu anladı ve bir başlangıç yapıldı.
(Çeviren: Semra Çelik)
FRANSA: AYAK SÜRME Mİ DEDİNİZ?
Michel SOUDAIS
Politis
Tüm basın organlarında emeklilik reformunu savunan seçilmişler ve editörler aynı şeyleri tekrar edip duruyorlar: Muhalefetin hırçın milletvekilleri, özellikle de Boyun Eğmeyenler ve Komünist Partililer, ayak sürüyor ve hükümetin tasarısının özünün tartışılmasını engelliyor; oylanmasını geciktiriyorlar. İşte bu tavır hükümetin (Meclisi baypas eden) Anayasanın 49.3 maddesini devreye sokmasını meşrulaştırıyormuş. Oysa ki muhalefetin milletvekilleri bu adaletsiz ve eşitsiz tasarıya karşı her şekilde direnerek aslında görevlerini yerine getiriyorlar. Hatta yaptıkları müdahalelerle, hükümetin söylediklerinden de öte metnin karanlık maddelerine ışık tutuyorlar.
Örneğin (Başbakan) Edouard Philippe 11 Aralık’ta “Tüm kariyeri boyunca asgari ücretle çalışmış birisine asgari olarak 1000 avro emeklilik maaşı verme garantisi” vermişti, bu geçici işlerde çalışanlar ve köylüler için “sosyal bir kazanım” olarak sunuluyordu.
Bakan Laurent Pietraszewski’nin “Tüm kariyeri boyunca çalışmanın’’ ne anlamına geldiğine açıklık getirilmesi bir kez daha istenince nihayetinde 21 Şubat’ta cevap verdi: “Bir kariyerin tam olarak kabul edilmesi için 516 ay çalışılmış olması gerekiyor, emeklilik kasasına ödenti yapıldığının sayılması için ise bir ayda en azından asgari ücretle 50 saat çalışılmış olunmalı. 2037 yılından itibaren bu koşulları yerine getirenler asgari emeklilik maaşından, yani asgari ücretin yüzde 85’i oranında emeklilik maaşından faydalanabilecekler.”
Bugünkü sistemde ise tam bir kariyer, emeklilik kasasına yapılan üç aylık ödentilerle hesaplanıyor ve üç aylık ödentinin onaylanması için 150 ay çalışmış olması yeterli. Üç ayın sadece birisinde 150 saat çalışıldıysa, diğer iki ay hiç çalışılmamış olunsa bile, bu üç aylık dönem ödenti yapıldı diye onaylanıyordu.
Aylık bir sistem daha dezavantajlı zira iyi aylar kötü ayların yerini doldurmuyor. Dolayısıyla, Edouard Philippe’in söylediği “mesleki yaşamları parçalı olanlar, ya da yarı zamanlı işlerde çalışanlar bu reformdan zarar görmeyecekler” vaadinin tersine geçici işlerde çalışanların önemli bir kesiminin verilen 1000 avroluk asgari emeklilik maaşından faydalanma olanağı çok düşük.
İşsizlik maaşı alamayan işsizler de zaten cezalandırılmış olmalarına rağmen başbakanın bunların daha fazla zarar görmeyecekleri sözlerinin tersi oluyor; Mecliste 22 Şubat günü yapılan tartışmalar gösterdi ki yeni sistemde işsizlik maaşı almayan işsizlere emeklilik puanı verilmeyecek.
Tarımcılara gelince ise geçen cumartesi Macron emekli olan 1.3 milyon kişinin emeklilik maaşına zam yapmayacağını açıkladı ve yasa maddelerinin detaylı bir incelenmesi asgari maaşı alabilmek için belirtilen koşullar tarımcıların yüzde 40’ını dışladığını gösteriyor.
Hükümetin bu yasa tasarısı, pazartesi Macron’cu LREM Milletvekili Cendra Motin’in belirttiği gibi “büyük bir geri sıçrama”. Durumu aslında ortaya koyan bu dil sürçmesi Macroncu milletvekilleri tarafından bolca alkışlandı. Görüldüğü gibi ayak sürmeden aydınlık çıkabiliyor.
(Çeviren: Deniz Uztopal)
İNGİLTERE: HEATROW’UN ÜÇÜNCÜ PİSTİNİN ÖLÜMÜ NET BİR MESAJ VERİYOR
Leo MURREY
Guardian
Kaderin cilvesi o ki tam 12 yıl önce, Heathrow’da üçüncü bir pistin yapılması planlarına karşı diğer çevre eylemcileriyle birlikte parlamento binasının çatısına tırmanmıştık. Yüksek mahkemenin kararı tüm çevrecilerin son on senedir söylediklerini doğruladı: Britanya ulusal taahhüdü olan iklim değişikliğiyle mücadeleyi sürdürürken dünyanın en yoğun havaalanlarından birinde üçüncü bir pist inşa edemez.
Aslında mahkeme tam bunu söylemedi. Bakanların Britanya’nın çevre değişikliği vaatlerini göz önüne almamış olmalarının, fiilen üçüncü piste yeşil ışık yakan ANPS açıklamasını (Havayolları Ulusal Poliçe Beyanı) yasa dışı kıldığı kararını verdi. ANPS’nin yasal olması için, Paris Anlaşması kararları dahilinde, global ısınma artışının 1.5 derece sınırının altında tutulması vaadine uygun, güvenilir bir plan dahilinde yeniden yazılması gerekiyor. Mahkeme bunun mümkün olup olmadığı konusunda bir fikre sahip olmadığını açıkça belirtti.
15 senedir bu planlara karşı mücadele veren birisi olarak bunun mümkün olmadığını teyit edebilirim.
Bu kararın önemi abartılamaz. Heathrow Havaalanı global fosil yakıt ekonomisinin kalelerinden biri, sadece sembolik olarak bile bu mağlubiyet tüm dünyada yankı getirecek, yaşanabilir bir gelecek için mücadele eden harekete cesaret verecektir; aynı zamanda, gezegen yanarken hâlâ kâr peşinde olan uluslararası fosil menfaatlerinin yüreğine korku salacaktır. Dahası, tam da Paris’ten bu yana en büyük BM çevre zirvesi olan ve Birleşik Krallık’ın ev sahipliği yapacağı Cop26 öncesi açık bir mesaj niteliği taşıyor: Britanya çevre kirliliğiyle mücadele konusunda dünyaya öncülük yapmaya hazır. Heartrow’un büyütülmesinin iptali çevre diplomasisine bir sürpriz hediye olmuştur.
Britanya yasal sistemi dünyanın her yanında büyük bir etkiye sahip, birçok ülkede mahkeme modeli bizimkini örnek alıyor. Dolayısıyla, otobanlardan hidrolik kırılmaya ve kömür santrallerine tüm yüksek karbonlu altyapı projeleri, Paris Anlaşması’na üye 195 ülkenin her birinde yasal olarak durdurulabilir.
Şimdi ne mi olacak? Havaalanı yönetimi temyize gidecek fakat kaybedecek çünkü kazanabilecek gibi bir argümanı yok. Heathrow’un büyütülmesi Birleşik Krallık ekonomisine hiçbir olumlu katkıda bulunmayacak. Heathrow’un genişletilmesi baskısı uluslararası iş uçuşlarını artırmakla da ilgili değil; çünkü tüm Londra havaalanlarında bu oran düşmekte. Aslında endüstrinin büyütme baskısı, büyük oranda uluslararası bağlantı uçuşlarını artırma ve zengin sürekli uçan Londralıların uzak doğuya keyif uçuşu olanaklarını artırma çabası. Bunların hepsi Britanya’ya para kazandırmak yerine masraf yaratan yolculuklar. Üçüncü pist öldü ve hayata geri döndürülemez.
Bugünkü karar acil iklim durumu açısından bir dönüm noktası. Britanya devletinin çevre sorunlarını, toplumunun son zamanlarda aldığı kadar ciddiye almaya başladığını gösteriyor.
Artık sürekli artan uçuş ihtiyacının, emisyonu sıfıra indirme çabalarıyla uyuştuğu varsayımıyla kendimizi oyalayamayız. Hava yolculuğunu yapay olarak ucuz tutmayı sağlayan, alışılmamış şekilde cömert vergi muafiyetlerinin durması gerekiyor; fakat çevre hareketi halkı kendi tarafında tutmak istiyorsa bunu en adil şekilde yapmalı.
Bu, sürekli hava yolculuğu yapanlara yönelik vergi anlamına geliyor; böylece, gelir düzeyine bakmaksızın herkesin uçuş olanağının devam etmesi sağlanabilir. Boris Johnson hükümetinin böyle bir şifayı midesi kaldırır mı? Bekleyip göreceğiz.
(Çeviren: Haldun Sonkaynar)