02 Mart 2020 00:40

Siyaset Bilimci Sinan Birdal: Politikanın tekrar tartışılır hale getirilmesi lazım

İdlib saldırısı ve yaşanan gelişmelerle ilgili Evrensel'e konuşan Siyaset Bilimci Sinan Birdal, "Her politikanın tekrar tartışılır hale getirilmesi lazım" dedi.

Fotoğraf: DHA

Paylaş

Şerif KARATAŞ
İstanbul

İdlib’de hava saldırısında yaşanan asker kayıplarının ardından Suriye’de taraflar arasında gerilim sürerken, gelinen sürece dair konuştuğumuz Siyaset Bilimci Sinan Birdal, Erdoğan ve hükümetinin politikayı tartıştırmadığına dikkat çekti. Demokrasi güçlerinin baskılara rağmen barışı her koşulda savunmaları gerektiğini ifade eden Birdal, "Kapalı oturum, tartışma kültürüne karşı çıkmaktır. Gizlilik mutlak iktidarın en önemli aracı ve semptomudur. Zaten tartışılamayan, eleştirilemeyen bir noktaya geldik. Öncellikle her politikanın tekrar tartışılır hale getirilmesi lazım" dedi.

AKP’nin şu ana kadarki Suriye politikasını özetleyecek olursanız neler söylersiniz?
AKP ve Erdoğan’ın Suriye politikası dönem içerisinde değişti. NATO’nun Libya müdahalesi ertesindeydi ilk değişiklik. O zaman hükümet toptan bir rejim değişimi gerçekleştirmek istiyordu. Sokağa çıkmış kitleler vasıtasıyla Esad Hükümeti’ni devirecek, Müslüman Kardeşler’in güdümünde, Türkiye’nin hamiliğinde bir hükümet kurulacaktı. İlk plan buydu. Suriye’deki ayaklanmalar iç savaşa ve diğer bölge ülkelerinin dahil olduğu vekil savaşına dönüşünce bu plan değiştirildi. Bir süre Esad’ı devirme hedefine devam ederken hükümet vekil savaşında bir yer edinmeye çalıştı. Bu sırada beklenmedik bir şekilde, Şam’ın kontrolünün ortadan kalmasıyla beraber Suriye’nin kuzeyindeki Kürtlerin özerk bir kanton yönetimini oluşturması gerçekleşti. Bu, Türkiye’nin Suriye’deki önceliklerini değiştirdi. Aynı dönemde, Türkiye’de hükümet PKK ile bir çözüm süreci yürütmekteydi. Suriye’deki bu gelişmeler çözüm sürecindeki dengeleri de değiştirdi. Baktılar ki masadaki denge PKK’nin lehine doğru değişiyor, o zaman sahadaki bu dengeyi değiştirip tekrardan masaya otururuz düşüncesiyle, masa devrildi. Sonrasında Suriye’de askeri olarak müdahil olmak için fırsat kollamaya başladı.

Erdoğan ve hükümetinin ABD ve Rusya olan ilişkileri nasıl bir seyir izledi?
ABD’de Demokratlar’ın şahin kanadı sürekli Suriye’de Obama’yı zorluyordu. Obama kimyasal silah kullanımı konusunda kırmızı çizgi çizmişti. Guta’da saldırı oldu. Bu sefer hükümet Obama’nın oraya müdahale edeceğini düşündü ama sonuçta Obama buna direndi. O dönem ağırlıklı olarak ABD’ye dayanan bir süreç var. CIA ile beraber MİT’in Şam’a karşı savaşanları içlerindeki cihatçıları ayıklamak için kontrolden geçirme ve eğitme ve buradan alternatif bir Suriye ordusu yaratma programı vardı. CIA’nin kendi raporlarına göre akıtılan onca kaynağa rağmen hiç işlememiş, Pentagon’un hiçbir şekilde memnun olmadığı, CIA’nin amacına ulaşamadığı bir program oldu. Obama’dan sonra Hillary Clinton’ın iktidara gelebileceği bir hesap yapılıyordu. Eğer Clinton iktidara gelseydi şahin bir Rusya ve İran politikası izleyecekti. Suriye’ye de müdahale edecekti, Libya’da olduğu gibi.

Önemli bir taraf da Kürt meselesi. Kürt meselesinde ABD bu çözüm sürecini destekliyordu ama ABD’nin Irak, Kosova, Bosna’da ve Libya’da olduğu gibi Suriye’ye müdahale etmeyip de buralarda esas olarak Kürtlere dayanmaya başlaması normalde belki de giderilebilecek, konuşulabilecek pazarlığı yapılabilecek politika beklentilerinin acilen yeniden değerlendirmesini zorunlu kıldı hükümet açısından.

KÜRTLERİN ANAYASAL UZLAŞMA SEÇENEĞİ

Peki, hükümet buna mecbur muydu?
Bence değildi. Başından beri söylediğim şey şuydu; o dönem Ahmet Davutloğu’nun iddia ettiği, ‘kendi güvenliğimizi sınır ötesinde sağlarız’ tezinin her zaman yanlış ve riskliydi. Bugün de zaten aynı tartışmayı yapıyoruz. Hükümet, ‘güvenlikçi’ bir politika izledi demek bana doğru gelmiyor. Burada ‘güvenlik’ kavramına haksızlık edildiğini düşünüyorum. Çünkü güvenlik silahla, tankla, topla, şiddetle ve bu araçlarla sağlanabilen bir şey değil. Tersine toplamda bu araçlar güvenlik denen şeyi ortadan kaldırıyor. Benim iddiam basit, Türkiye’nin hem anayasal hem de yasal ve siyasal menüsünde bulunan bir politik seçenekten bahsediyorum. O da nedir? Kürtlerle içeride anayasal bir uzlaşma. 1921 Teşkilat’ı Esasiye Kanunu’nda- yani bu cumhuriyetin kuruluşuna vesile olan Anayasa’da – tanımlanmış olan muhtariyet veya özerklik meselesi. İş buna geliyor. O döneme bakarsanız, 1921’de de Suriye’de Fransızlara ve Irak’ta İngilizlere karşı direniş örgütlenmesi Kürtler vasıtasıyla oldu. Şu dendi, biz burada beraber hareket edeceğiz, karşılığında da size bir muhtariyet tanıyacağız. 1924’teki Anayasa ile bu kaldırıldı. 1925’te de Şeyh Sait İsyanını görüyoruz. Buradan baktığımızda, ne ortaya çıkıyor? Bu o kadar çok söylendi ki, Türkiye’nin Kürt politikası olmadan Ortadoğu’da etkili olabilmesi mümkün değil, Suriye veya Irak’ta. Hükümet de bunu gayet iyi biliyor. Özal da bu araca yöneldi. ‘Federasyon tartışabiliriz’ dedi vs. Erdoğan’ın döneminde özellikle Davutoğlu vasıtasıyla yöneldi.

Bu dönemde neler yaşandı peki?
Hatırlayalım. Suriye krizinin ilk aşamalarında Süleyman Şah Türbesi’nin taşınmasıyla resmi olarak Türk askerini bölgeye girişi YPG’yle yapılan işbirliğiyle gerçekleşti. O dönem PYD Eş Başkanı Salih Müslim Ankara’ya davet edildi, görüşmeler yapıldı. Bu işbirliği devam etmiş olsaydı bambaşka bir manzarayla karşı karşıya kalacaktık. Hem dış politikada hem de iç politikada. Muhtemelen de 15 Temmuz darbesini de yaşamayacaktık. 15 Temmuz’da bu süreçte başka önemli bir kırılma oldu. 15 Temmuz’dan önce gazetelerden okuduğumuz, mesela Hürriyet gazetesinden, hükümetin Suriye’ye girme arzusunun Dışişleri Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı tarafından onaylanmadığıydı. Bu iki bürokratik kurum iki neden öne sürüyordu: birincisi uluslararası meşrutiyeti yok, ikincisi destek de yok. Bu vetolar 15 Temmuz’la beraber kalktı. Bir yıl içerisinde gerçekleşen dönüşümler, devlette kadro temizliği, parlamenterlerin- özellikle Selahattin Demirtaş’ın - tutuklanması, HDP’nin etkisiz hale getirilmesi iktidar bloğu için hem siyaset sahnesini hem de devlet mekanizmasını yeniden kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirebilecek bir fırsat yarattı. Bu aralıkta Türk Silahlı Kuvvetleri Suriye’ye doğrudan müdahil oldular. Bu da bizim için bambaşka bir sayfa açtı. Bu süreçte ana muhalefet ve muhalefet partileri iktidarla ‘hem ağlarım hem giderim’ gibi bir ilişki kurdular. Eleştirilerimiz var ama sonuna kadar destek veriyoruz gibi bir tutum geliştirdiler. Bunu da gözden kaçırmamak lazım.

ERDOĞAN YÖNETİMİNİN ABD İLE OLAN İLİŞKİLERİNE SADECE ABD OLARAK BAKAMAYIZ

İktidarın, 15 Temmuz’dan sonra Rusya ile yakınlaşmasıyla ilgili neler söylersiniz?
15 Temmuz’dan sonra ABD ile ilişkiler bozuldu. Erdoğan, kendisine karşı ABD’nin Fethullah Gülen Cemaatini desteklediğini düşündü. ABD’de de o dönemde bunun hakiki bir darbe girişimi olmadığının düşünüldüğü görülüyor değerlendirmelerde. Elbette bir darbe girişimi oldu. Bunu inkâr edecek değiller. ABD’de yapılan değerlendirmelerde 15 Temmuz’un devlet içindeki bazı dengeleri değiştirmek için kullanılmış bir komplo olduğunu ima eden görüşler oldu. Bu Türkiye’den tepki gördü. 15 Temmuz olduğunda ve tepkiler gösterildiğinde ABD’de hala Obama işbaşındaydı. Zaten Suriye politikasından ötürü Obama yönetiminin Erdoğan yönetimiyle arası iyi değildi. 15 Temmuz ertesinde hükümet esas olarak bütün bu ılımlı İslam politikasına yıllarca destek vermiş, hem Libya’da hem de Suriye’de şahin bir politika izleyen ve Rusya’ya ve İran’a karşı Türkiye ile çalışmaya çok hevesli olan Hillary Clinton ekibiyle arayı bozdu. Bu çok ilginç oldu. Hükümet Demokrat Parti’nin Ortadoğu’da müdahaleye en hevesli olan ekibiyle arayı bozdu. Çünkü o ekipte yıllardan beri ılımlı İslam meselesine destek vermekteydi ki Fethullah Gülen de ılımlı İslam projesinin bir modeliydi. AKP hükümetine de zaten bu yüzden destek verilmişti. Amerikan seçimlerinden sonra bütün ibreler Trump’a yöneldi. Trump’ın kazanması sadece Türkiye’deki iktidar, İsrail, Suudi Arabistan için de müthiş bir şey oldu. Nefret ettikleri Obama yönetiminden sonra beraber çalışabilecekleri, konuşabilecekleri bir başkana kavuştular.

Erdoğan yönetiminin ABD ile olan ilişkilerine, sadece ABD olarak bakamayız. Her devlette olduğu gibi ABD’de de iktidara gelen, iktidardan düşen klikler, fraksiyonlar olarak değerlendirmek gerekir. Aksi halde sanki bütün bu siyasi grupları aşan bir ABD ve Türkiye çıkarı varmış gibi konuşuruz. Bu da yanlış olur. Çıkarlar iktidarı elinde tutan bugün yönetimler tarafından tanımlanır.

ANA MUHALEFET OLARAK AĞZINI BANTLADIKTAN SONRA, İKTİDAR KILIÇLA DOLAŞIR

İdlib’deki son gelişmelere ilişkin olarak ana muhalefetin yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz?
İdlib hadisenin gecesinde ana muhalefet kapalı Meclis toplantısını talep etti, “Başka da hiçbir şey söylemiyoruz” dedi. Bir kere kendi ağzını kendi eliyle bantladı. Sonrasında AKP çıktı dedi ki, “Tamam haftaya Salı’ya yaparız”. Bitti. Çünkü politikayı eleştirilemez hale getiriyorsunuz. Şimdi CHP’liler buyursunlar şikayetlerini yapsınlar: “Vay efendim hükümet eleştirileri kaldıramıyor; Her eleştiriyi vatan hainliği olarak ilan ediyor”. Sen ana muhalefet olarak ağzına bantı yapıştırdıktan sonra iktidar elinde kılıçla dolaşır. Ana muhalefet çıkıp kapalı oturumda konuşalım derse hükümet de Suriye politikasının kamusal alanda tartışılmasını suç sayar. Halbuki ana muhalefet partisi sırf bu ortamda eleştiri özgürlüğüne sahip çıkmak adına açık tartışma yürütmeliydi. CHP’nin devlet partisi özentiliği temel siyasi özgürlükleri koruyacak refleksleri geliştirmesini engelliyor.

İDLİB’DEKİ SALDIRININ KİMSE İÇİN SÜRPRİZ OLMADI

İdlib’deki hava saldırısının ABD, Rusya, Türkiye ilişkilerine ve bölgeye olası yansıması açısından neler söylersiniz?
Kimse şaşırmadı ki! Dış basına baktığınız zaman İdlib’deki saldırının kimse için sürpriz olmadığını görüyorsunuz. Bir süreden beri bu gerilimin tırmandığı, dolayısıyla beklendiğini söyleyenler var. Hadise büyük bir panik ve sürpriz yaratmadı. NATO’nun ve Avrupa Birliği’nin verdiği tepkilere bakalım. NATO, “Sınırlarınız dışında olan saldırıyı kaygı ile izleriz, ama sizi savunmaya gelmeyiz” diyor. Zaten NATO’nun maddeleri de bellidir. Bir üye ancak sınırları içinde saldırıya uğrarsa ittifak üyeleri yardımla mükellef. Aynı zamanda S-400 füzelerin durumu tekrardan gündeme getiriyorlar. AB de bunu hatırlatıyor, “Bakın NATO ile hareket etmezseniz, başınıza bu gelir” diyor. ABD ve Avrupa’da gördüğüm ne bir şok ne bir üzüntü. Hatta bu olay Ankara’nın kiminle hareket etmesi gerektiğini gösterir diye düşünüyorlar.

DEMOKRATLAR BARIŞI HER KOŞULDA SAVUNMALI

Erdoğan ve hükümetinin dış politikasına karşı demokrasi güçleri nasıl davranmalı sizce?
Demokrasi güçleri her taraftan muhasara altında. Sesini çıkarabileceğiniz alanlar çok kısıtlı. Demokratların yapması gereken barışı her koşulda savunmak. CHP’nin önerdiği kapalı kapı toplantılarından halka fayda gelmez. Demokrasi güçlerin yapması gereken kapalı tartışma kültürüne karşı çıkmaktır. Gizlilik mutlak iktidarın en önemli aracı ve semptomudur. Zaten tartışılamayan, eleştirilemeyen bir noktaya geldik. Öncellikle her politikanın tekrar tartışılır hale getirilmesi lazım. CHP’nin gösterdiği tavır ana muhalefetin sandık hesaplarıyla kurguladığı ittifakın sınırlarını göstermekte. Bu sınırlar memleketi cendereden CHP’nin çıkaramayacağı en önemli kanıtıdır. Üstelik CHP meclisteki ve sokaktaki tutumuyla bunu defalarca kanıtlamıştır. Demokrasi güçleri CHP ile ilişkilerini gözden geçirmeli ve CHP’nin demokrasi mücadelesinde rolünün ne olabileceğini gerçekçi bir şekilde değerlendirmelidir. CHP’nin hiçbir rolü olamaz demiyorum. Ayrıca, CHP’nin tabanı başka, yönetimi başkadır. Ancak CHP yönetiminin kılavuzluğuyla güdülen bir siyasetin karganın kılavuzluğundan farklı bir yere götürmeyeceğini görmek gerekir.

Asgari ücretle geçinen işçiler, nasıl tutum almalı peki?
İşçilerin bütün tarihi bize bir tek şeyi kanıtlar: İşçiler işçilerle savaşmamalıdır. İşçi işçiyle savaşmaya başladığı anda kendi sonunu hazırlar. Bunu romantik bir şekilde söylemiyorum. Cephenin en önünde kendisini bulur. Sosyalistler, komünistler, işçi sınıfı bunun acı tecrübelerini yaşadı. Savaşlar hiçbir zaman işçi sınıfına yarar getirmez. İşçi sınıfının tecrübesiyle sabittir: Patron işçileri bölmeye çalışırken işçiler ancak bir arada kalabildiği sürece haklarını alabilir. Bunu unutmamak lazım. Bu sadece iş yerinde grevde uygulanan bir prensip değil, işçi sınıfının dış politika prensibidir.

HÜKÜMET SURİYELİLERİ MÜLTECİ OLARAK TANIMIYOR

Erdoğan ve hükümeti göçmenleri durdurmama kararı aldı. Avrupa’ya gitmek isteyen göçmenler sınıra yöneldi. Göçmenler üzerinden yapılan pazarlık politikasını Avrupa ülke yönetimleri ile Erdoğan’ın politikaları açısından değerlendirecek olursanız, neler ifade edersiniz?
Batı’da mülteciler konusunda duyarlı bir kamuoyu var. Türkiye’nin krizin başından beri en çok siyasi yatırım yaptığı konulardan biri buydu. Aslında Suriyelileri mülteci olarak da tanımıyor hükümet. Geçici statüdeler. Türkiye anlaşmalara koyduğu rezervlerle Batı dışından gelenleri mülteci statüsünde kabul etmiyor. Suriyeliler için geçici bir statü sağlandı ve bu statüden dolayı birçok sorun ve sıkıntı var. Bugün AB’yle yaşanan mülteci krizi için 2000’li yılların başına, Avrupa Birliği reformu dediğimiz sürece bakmak lazım; AKP’nin ilk dönem iktidar sürecine gitmek lazım. Türkiye Avrupa Birliği’nin göçmen bekleme odasına dönüştürüldü. Ankara bu rolü Avrupa adına üstlendi. Aynı dönemde AB’ye üyelik konuşuluyordu, ama bu rolü üstlenmek AB’ye üye olunmayacağının en büyük kanıtıdır aslında. Çünkü üye olacak bir ülkeyi bekleme odası yapmazsınız. Göçmen meselesinin AB ile ilgili bu kadar temel pazarlığa dönüştürülmesi Suriye krizinden çok evvel başladı. Göç meselesi kapitalist dünya sisteminin merkezinin en büyük sorunu. AKP yönetimi de en başından beri bu süreci çok uyumlu götürdü. Şimdi çok net görüyoruz ki ilişkilerdeki en önemli ayaklardan birisi göçmenlermiş. Almanya Şansölyesi Merkel’in son dönem politikaları göçmen meselesinde yapamayacakları hiçbir şey olmadığı imajını verdi. Merkel ile Erdoğan’ın ne konuştuğunu bilmiyoruz. Ama şu açık: Alman hükümeti Erdoğan hükümetine bu konuda çok zayıf olduğunu, bu konuda itilip kakılmaya, tehdide, blöfe açık olduğunu mesajını vermiş. Yoksa bunun başka açıklaması yok.

DIŞ POLİTİKA REJİM KURULUŞUNUN TEMEL UNSURUDUR

Dış politikadaki bu gelişmeleri tek adam rejimi olarak tarif edilen sürecin inşa süreci olarak değerlendirmek mümkün mü?
Her iktidar bloğunun olduğu gibi, bu iktidar bloğunun da en başından itibaren kurucu unsuruydu dış politika. Bunun birkaç nedeni var tabi. Ama öncelikle, her iktidar bloğunu çeşitli sınıf çıkarlarını bir araya getirmek durumunda. Dış politika bunun için önemli bir araç. Dış politika- bilhassa silahlı kuvvet kullanıldığında- mevcut hükümeti devlet adına ve devletle özdeşmişçesine hareket etme fırsatı veriyor. Bakın bunun çarpıcı örneği son İdlib hadisesinde gördük… Dış politika başından beri rejim kuruluşunun bir temel unsurudur. Dış politika eleştirisi olmadan rejimin ve iktidarın yapısında hiçbir değişiklik düşünülemez. İktidarda olan ulusalcı, ülkücü, İslamcı ittifakı Kürt meselesinin barışçıl çözümüne karşı kurulmuş siyasettir. Kürt sorunun barışçıl yollarla çözülmesine karşı Kürt sorununun Suriye’de halledilmesi politikasıdır. Siz bunu eleştirmiyorsanız, Kürt meselesinin müzakereyle değil, parlamentoyla değil de Suriye’de cephe savaşıyla halledilebileceğini düşünüyorsanız o zaman istediğiniz kadar kendinize ana muhalefet deyin iktidar bloğunu yenip iktidara gelme şansınız yok. Seçimi kazansanız dahi yok. Hükümete geldiniz diyelim. İdare edemeyeceğiniz bir devletle karşı karşıya kalırsınız: SHP hükümet ortağı olduktan sonra 1993’te meydana gelen Sivas katliamına bakalım. CHP bugünkü tavrıyla esasında iktidara gelemeyeceğinin kanıtladı. Bunun bilincinde olmak lazım. “Selahattin Demirtaş’ın yazdığı oyunun tiyatrosunda otururuz” dışında CHP’nin alternatif bir Kürt politikası yok. “Oturalım tekrar Şam’la görüşelim” dışında alternatif bir Suriye politikası da yok. Alternatif gibi sunmaya çalıştığı tavırların hepsi etkisiz, salt sembolik, neye yaradığı belli olmayan şeyler. Sonuçlarına bakalım. Anayasaya aykırı olmasına rağmen Selahattin Demirtaş’ın hapse atılmasının, anayasaya aykırı olmasın rağmen Suriye’ye giden yolu açtılar. Bunu çıkıp kendileri söylüyor. Bu ana muhalefet olduğu müddetçe Erdoğan gitmez. Yalova belediye başkanı görevden alınır, bari İstanbul’a gelmesinler diye beklenir. Durum bu.

MİLLİYETÇİLİK, İKTİDAR MEŞRUİYETİNİN MİLLİYETE DAYANDIĞI BİR İDEOLOJİ

Erdoğan ve AKP, dış politika özellikle Suriye politikasını gelen eleştirilere ‘ülkenin çıkarları’ için olduğunu ifade edip, eleştirileri dikkate almıyorlar. Bu bağlamda neler belirtebilirsiniz?
Şöyle sorayım: Acaba dünya üzerinde ve tarihte “Hepinizi, bütün ülkeyi ben yönetiyorum ama sadece kendi çıkarımı temsil ediyorum, kendime menfaat sağlıyorum” diyen bir iktidar bulabilir misiniz? Elbette iktidarda olan her blok ülkenin milli çıkarlarını gözettiğini söyleyecek. Tarih yazımı ve siyaset bilimine göre zaten milliyet düşüncesinin, milliyetçiliğin doğumu bundan kaynaklanıyor. 1700’lerden bu yana iktidar blokları kendilerini milliyet prensibiyle meşrulaştırıyorlar. Dolayısıyla milliyetçilik, tanrısal kaynaklı iktidarın laikleştiği ve iktidar meşruiyetinin milliyete dayandığı bir ideoloji. Kimin milli çıkarları temsil edip etmediği sorusu bilimsel tartışmayla, daha iyi kanıtlarla cevaplanacak bir mesele değil. Eline kim sopayı alırsa, milleti o temsil ediyor. Bu kadar basit. Elde sopa olduktan sonra eleştiri yönelten herkesi dövebileceğiniz için, dövdüğünüz için milleti tek temsil eden siz olmuş oluyorsunuz haliyle.

Yeni yılda Evrensel aboneliği hediye edin
ÖNCEKİ HABER

“Böyle gitmez” diyen kadınlar Ekmek ve Gül'ün çağrısı ile buluştu: Gücümüz birliğimiz

SONRAKİ HABER

Kıbrıs’ta sınır koronavirüs nedeniyle kapatıldı; halk protesto etti

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa