3 Mart 2020 23:18
/
Güncelleme: 5 Mart 2020 10:56

Yazar ve Şair Sultan Karataş: Dün unutulmasın derdindeyim

Nuray SALMAN

Yazar ve Şair Sultan Karataş’la 12 Eylül dönemini anlattığı “Metris’ten Mektuplar” kitabını konuştuk. Karataş, “Dün unutulmasın derdindeyim. Metris’ten Mektuplar’ı şimdi yazsam o ruh haliyle yazamam. Şiirlerime gelince, yalnızca birer deneme. Ancak yazmaya devam ediyorum.” dedi.

İlk kitabınız Metris’ten Mektuplar’la anılarımızı derinlerden alıp gün yüzüne çıkardınız. Oysa ki bugüne kadar bedenleri ve ruhları yaralı 12 Eylül’ün kadınları hep geride anıldı. O günleri yazmaya karar vermekte zorlandınız mı? 

Yukarıda, yaşadıklarımı Metris Günlükleri olarak yazmıştım ki, kitap olarak basıldı. 12 Eylül, öylesine gelip geçen bir süreç olmadı bizim kuşak için. Acılarını hâlâ taşıdığımız o günler... Cezaevinde hiç kalmadım ancak cezaevi kapılarını iyi bildiğimi düşünüyorum; anaların, eşlerin, çocukların yaşadıklarının tanığıyım. 12 Eylül, üç kuşak üzerinde derin izler bırakan bir süreç oldu. O süreçte, analar, cezaevinde eşlerini, sevgililerini bekleyen kadınlar adeta konuşulmadı. Anılar, Metris’in önündeki kahveler, Sağmalcılar’daki dayak ve tünel günleri... Bir gün oluşturulacak bir 12 Eylül antolojisine katkı olacağı umuduyla mini bir kitap olarak baskıya girdi. 

Cezaevine girmeyen fakat toplumdaki ekonomik ve sosyal değişimle evden çıkıp çalışmaya başlayan kadınlar için 12 Eylül ne demektir?

Kadın hareketi -feminizm de- Batı’dan sonra, bizde ’80 sonrası canlanmaya başlamıştı. Ekonomik zorluklar ve sosyal değişim arasında bir doğrusallık vardı. Kadınların artık ekonomik alandaki varlığıyla, sosyal aidiyetleri de değişiyordu. Bu süreçte, cezaevi kapılarında bekleyen kadınlar, anneler tahmin edilemez bir bilinç, algı sıçraması yaşıyordu. 12 Eylül, toplumun tüm kesimlerini mağdur etti, doğrudur. Anaların analığı, kadınların kadınlığı çalındı... 12 Eylül kadınları için ’80’ler; acı, yokluk, cezaevi kapılarında nöbet, kendisini yani kadınlığını, öz benliğini, cinselliğini yok saymak demekti. 12 Eylül, sevişmeye sırtını dönen, 12 Eylül kendini adayan, kadın kimliğini yok sayan.... 12 Eylül, bizi kendi dogmalarımızda boğan, yüreğimizi, bedenlerimizi kurutan bir çöl... 12 Eylül...

12 Eylül’ün yarattığı toplumsal yaraların izleri hâlâ silinmedi. Bugün arkanıza baktığınızda neler görüyorsunuz? Her şey geride kaldı diyebilir miyiz?

12 Eylül yaşandı ama bitmedi. Bu acılara direnirken, kadınlar örgütlendi. O süreçte kurulan İHD’nin kurucuları ağırlıkla kadınlardı. Derneğin, 1986’da kuruluş amacı, cezaevlerindeki işkence ve haksızlıkların artmasına ve toplum üzerindeki baskıcı-otoriter uygulamaların yoğunlaşmasına karşı bir duruş geliştirmekti. Hatta kurucular arasında olan Didar Şensoy’u 1988’de Meclis önündeki bir protestoda polisin darbetmesiyle kaybettik... Yaşananlar, yeni çözüm yollarını dayatıyordu... ’90’ların ardından, Barış Anaları sokaklardaydı... Ardından, 1995’te Cumartesi Anneleri... Sözün kısası, kadın yaşamın her alanında çözüm üretmenin yollarını arıyor. Sonuç olarak, sorunuza yanıtı şöyle özetleyeyim. Toplumda ileri olma kriteri, davranış biçimimiz ve yaşam tarzımız olmalıdır... Bu nitelikleri siyaset ya da bulunduğunuz sosyal statü size kazandırmaz. İnsana yaraşır normlarda kalmak yeterli. İnsanı iyi ve kötü diye ayırmayı öğretti hayat. İnsanların siyasi tercihleri, ideolojileri insani vasıflarını belirlemiyor yani. Böyle olsa idi, sol ideolojiyi savunanların hepsi mükemmel insanlar olmalıydı. Ki, insan ve insani değerler tüm ideolojlerin üstünde olmalı.

Eski zamanlarda insanların bir yerden bir yere göç etmeleri hem çok zordu, hem de gerçekten önemli nedenlere bağlıydı. Sizin İngiltere serüvenizi dinlemek istiyorum... 

1995’te oğlumla birlikte İngiltere’nin Cambridge şehrine geldik. Biraz İngilizcem var diye düşünüyordum. Anlamıyordum, anlaşılmıyordum. Temel duyularınızı kaybetmek gibi bir şey bir dili konuşamamak... En çok Zeze, üvey anam aklıma geliyordu, hep onunla empati kuruyordum. 2007’de, İngiliz dili ve dil bilim okumak üzere üniversiteye kabul edildim ve dört sene sonra mezundum. Hayat, dört başı mamur akıp gitmiyor tabii... Derken evlilik sona eriyor. Ardından, yazmaya çalışıyorum. Özel dersler, tercümanlık...    

Edebiyatın kapısından anılarınızı yazarak girdiniz. İkinci kitabınızla şiire yöneldiniz. Birini ötekiyle kıyaslıyacak olsanız neler derdiniz? Biri nerede başlar, öteki nerede biter, birinin yeri, ötekine göre neresidir sizce? 

Dün unutulmasın derdindeyim. Metris’ten Mektuplar’ı şimdi yazsam o ruh haliyle yazamam mesela… Şiirlerime gelince, yalnızca birer deneme.  Ancak yazmaya devam ediyorum. Kısacıktı Boyu Elma Ağaçlarının, benim birebir yaşadığım, tanıklık ettiğim ’70’li senelerin çocuk Sultan’ı aslında.

Yeni projeleriniz var mı? 

Birkaç projem var. Metris’ten Mektuplar’ın ikinci baskısı revize edilip, birkaç eklemeyle yeniden çıkacak. İngilizceden Türkçeye şiir çevirilerine de başladım. Tagore, Ritsos, Puşkin, Paul Eluard, Neruda, Mayakovski şiirlerinden çeviri çalışmalarım var. Mülteci kadınlarla ilgili öykülerim var. ZEZE’yi yazacağım. Yüreğimin en sıcak, en acılı, en dilsiz kalmış sırları ... ‘Hayalleriniz varsa yaşıyorsunuz’ ve bir demet hayalle yaşamaya devam.

"HAYATIMDA DERIN ETKILERI OLAN KIŞIDIR ZEZE"

Yazar/Şair Sultan Karataş’ı sizin cümlelerinizle nasıl anlatırsınız? Çocukluğu, gençliği, yazın dünyasına girişini, nasıl başladığını öğrenmek istiyorum.

Çocukluğum, İstanbul’un kenar bir gecekondu mahallesinde geçti. Tüm yoksunluklarına rağmen yaşamımın renkli yılları olarak anımsarım. Babam nakliyeciydi, o dönemdeki çevreye kıyasla ekonomik anlamda ciddi bir yoksulluk yaşamadık. Babam iki evliydi... Bu konuyu biraz genişleteceğim zira hayatıma etkisi büyük... Anam, ikinci eş yani, on dört yaşında babamın ilk eşi Zeze’nin üstüne kuma olarak gelir. Hayatımda derin etkileri olan kişidir Zeze. Zeze, Türkçeyi yarım yamalak konuşurdu. Onun bu eksik görülen yanı bende bir artıydı. Okuma yazmayı öğrendiğim andan itibaren kalem- kağıda sarıldım, Kürtçe öğrenip Zeze’ye tercüman olmak istedim hep. Dilini konuşamadığım bir ülkeye gittiğimde hep Zeze’yle empati kurdum ve içim hep acıdı. Yaşamdan haz almaya çalışan çocuklardan yalnızca biriydim. Mahallenin yaramazları arasında sayılırdım ama kavgacı değildim. Duyarlı bir çocuk oldum aynı zamanda. Bu yüzdendir sanırım, hiç sinik, silik bir kişilik olmadım.

Yazma konusuna gelince; ‘Şiir, matematik gibi kolaydan başlanılıp öğrenilmez. Kolaylık, bir beğeni olarak yerleşiverir insanın kişiliğine, sonra da kolay değiştirilemez’ der Turgut Uyar... Yazmanın özellikle şiir yazmanın ciddi bir iş ve duyarlılık olduğunun bilincinde davranmaya çalışıyorum. Eğitim hayatım boyunca, okumak ve yazmak hayatımın bir parçası idi. Yaşamımda, okuma ve yazmamın ikinci plana düştüğü zamanlar oldu ancak şimdilerde, yaşamımın merkezi haline geldi.    

Evrensel'i Takip Et