Bugünün en ilerisi, yarının mutlak eşitliği için: Kadın ve sınıf mücadelesi
Kadınlar tüm yaşadıkları sorunlara karşı nasıl mücadele edebileceğini Sıla Altun Genç Hayat'a anlattı.
Sıla ALTUN
Ankara
Kapitalizmin ve kadının ezilmişliği sorununun birbirleriyle nasıl ilişkilendiğini önceki sayılarımızda tartışmıştık. Kadınların sınıflı toplumlarda hapsoldukları ataerkil ailenin, sistemin yeniden üretimini sağlamak adına kullanıldığını ve kadınların toplumdaki ikincil konumlarını sistemin çıkarına göre pekiştirdiğini söylemiştik. Fakat tüm bunlar olurken, kadınların farklı yerlerde, farklı taleplerle ortaya çıkıp mücadele ettikleri örnekleri de gördük. Kadınların birlikteliği ve mücadelesi Şule Çet’in ve Ceren Damar’ın davalarının kazanılmasında büyük rol oynadı. Keza bugün Türkiye’de de dünyada da kadınlar şiddete, eşitsizliğe ve sömürüye karşı sürekli olarak bir araya gelmeye devam ediyor.
Ekonomik krizin emekçi kadınların üzerindeki yükü hali hazırda taşınamaz haldeyken, hükümetin yürüttüğü savaş politikalarıyla birlikte kadınlar hem daha da ağırlaşan sömürü koşullarına ve militarizmin körüklediği şiddete daha çok maruz kalıyor. Bu durumun en net örneği belki de nafakanın sınırlandırılması tartışmalarında sınır dışında görev alan bir askerin boşandığı eşiyle ilgili “Ben burada vatanı savunuyorum, bir de üstüne nafaka veriyorum” diyerek durumu ajite etmesiydi. Fakat Ankara Kadın Dayanışma Vakfının yürüttüğü araştırmada verilen nafakaların ortalama miktarının ortalama 370 TL olduğu ve ödenmesi gereken nafakaların yüzde 50,7’sinin hiç ödenmediği ortaya çıkmıştı.
Çalışma hayatında ise kadınlar sürekli olarak gözetim altında, esnek ve güvencesiz çalışırken, makyaj yapma, topuklu giyme vb. kurallarla, iş yerlerinde karşılaştıkları psikolojik ve fiziksel şiddet, taciz gibi uygulamalarla baskı altında tutulmaya çalışılıyor.
Hükümetin kadın düşmanı politikaları ise, en somut örnekleri 6284 sayılı kanunun ve İstanbul Sözleşmesi’nin uzun süredir hedefte olması kadınları bulundukları her alanda bir güvensizliğe itiyor. Sürekli olarak şiddetle burun buruna yaşamak durumunda kalarak ya şiddeti normalleştiriyor ya da çaresiz hissederek sürükleniyorlar.
NASIL MÜCADELE EDECEĞİZ?
Hayatımızın her alanında bu denli şiddetle ve sömürüyle karşılaştığımızı göz önüne alarak karşısında neler yapabileceğimiz üzerine sürekli bir kafa yorma halinde olmamız gerektiği kaçınılmaz bir gerçek. Peki, nasıl mücadele edeceğiz? Genç kadınların geleceklerinin gerek ekonomik krizle, yükselen şiddetle, bir yandan da olası bir savaşla tehdit altında olduğunu görerek, genç kadınların bulundukları her alanda bir araya gelebilecekleri ve en küçük talep ve problemlerinden örneğin yurtlardaki çamaşır askılıklarının kırık olmasından tutun, ülke siyasetine kadar, hükümetin tartıştırdığı bekârlık vergisi ya da dış politikadaki durum gibi tartışabilecekleri ve harekete geçebilecekleri alanlar yaratmak zorundayız. Genç kadınlar arasında kurmamız gereken birliktelik olabildiğince en geniş kadın kitleleri kapsayıcı ve harekete geçirici olmadan, genç kadınların sürekli burun buruna kaldıkları yakıcı sorunların çözümü ve kazanılan kazanımlar sınırlı kalacaktır.
8 Mart’ın yaklaşmasıyla birlikte genç kadınlar arasında bir hareketlilik halini gözlemleyebiliyoruz fakat sadece bu dönemlerde bir araya gelen ve daha sonrasında çarpıcı bir problemle karşılaşmadıkça dağılan bir genç kadın birlikteliği, daha ileriden talepler kazanmak ya da yaşadığımız yerlerde kampüslerde, iş yerlerimizde vb. görece eşit ve özgür bir yaşam sürmemiz için yeterli olmayacaktır. Liselerde, üniversitelerde, iş yerlerinde kadınlar bulundukları her alanda ortak talepler ve ihtiyaçlar etrafında bir arada olmalı ve mümkün olan en ileri taleplerle mücadeleye girişmeliyiz.
BAŞKA BİR UFKA İLERLEMEK
Kadınlar olarak burada aynı anda yürümek zorunda olduğumuz iki yolumuz var. Bunlardan ilki tam da bugün hayatımızdan gün be gün tırpanlanmaya çalışan haklarımız, maruz kaldığımız her türlü şiddetin ve bu şiddetin üretildiği iktidar mekanizmalarının karşısında her alanda daha yaşanılabilir ve eşit bir yaşam için mücadele etmek. Fakat ikinci ise, tüm bu mücadelenin ufkunu başka bir yöne çevirme gayretiyle ataerkinin ve kadının ikincil cinse itilmesi sorunun sınıfsal kaynaklarını görerek bugünün mücadelesini ve kazanımlarını kalıcı ve gerçek bir çözüme kavuşturmaya çalışmak. Zira bu iki yolda birlikte yürünmediği takdirde bütün sorunların çözümü için yalnızca burjuva sınıfı iktidarının yıkıldığı günleri bekleyeceğiz ve bu sürede kadınlar olarak maruz kaldığımız sorunları erteleyeceğiz ya da diğer yandan ufkunu hayatın maddi temellerinden, değişim ve dönüşümün yasallığından almayan bir yerden ve bir gerici bir sınıf olan burjuvazinin tahakkümü altında her an tırpanlanmaya müsait kazanımlarla, kalıcı çözümler olmaksızın bir mücadele sürdüreceğiz. Kurduğumuz birliktelikler ve gündelik mücadele pratiklerini daha ileri bir ufka taşımak konusunda ısrarcı olmalıyız.
Elbette, bu birliktelik ve talepler için mücadele kadın mücadelesini geliştiren bir yerde dursa da gerçek bir eşitlik için de kadın mücadelesinin sosyalist bir mücadeleye kazanılması gerekliliği de kaçınılmazdır. Cinsiyetler arası eşitliği tam anlamıyla sağlayabilmemizin yolu, bir yandan hem mevcut sistem içinde yürüttüğümüz hak mücadelesiyle kadınların daha özgür bir şekilde yaşayabilmelerinin ve mücadeleye katılabilmelerinin önünü açmak, bir yandan da cinsiyetler arası eşitsizliği sürekli yeniden üreten kapitalizme son vermek ve sosyalist bir düzende eşitlikçi bir kültür inşa ederken, kadının ezilmişliği sorununun ana etkeni olan özel mülkiyeti sönümlendirmektir. Kapitalizmin yarattığı, kadınların toplumsal üretime çekilmesi ve kapitalizmin ataerkil aileyi yeniden üretim için elinde tutması arasındaki çelişki, ev içi angaryanın kadının üzerinden alınıp, toplumsallaştırılmasıyla ancak çözülebilecek haldedir. Bu işlerin toplumsallaşmasıyla birlikte, aile toplumun ekonomik birimi olmaktan çıkarak, kadınlar toplumsal üretime özgürce katılabilir hale gelir.