Dünün göçmenleri bugünün mültecilerine neden düşman?
Bir yanda sınır tellerinin ardında bir umuda sarılmış bekliyorlar. Sınırın öte tarafından gelen gazlar, bombalar… Diğer yanda çoluk çocuk binmişler bota, ellerinde çocukların taktıkları simitler…
Fotoğraf: Sakine Yıldıran
Gözde TÜZER
İstanbul
Bir yanda sınır tellerinin ardında bir umuda sarılmış bekliyorlar. Sınırın öte tarafından gelen gazlar, bombalar… Diğer yanda çoluk çocuk binmişler bota, ellerinde çocukların taktıkları simitler… Boğulma tehlikesine rağmen geçiyorlar karşı kıyaya. Suyun karşısı iyi mi kötü mü belli değil. Ama umut işte.
Küçücük çocuklar, yaşlılar, kadınlar, erkekler… Suriyeli, Iraklı, İranlı, Afganistanlı, Afrikalı onlarca kişi… Farklı diller, farklı tenler, farklı dinler, tek ortak nokta… Mültecilik…
Bugün mültecilerin yaşadıklarını izleyince çok yabancı olmadığı akıllara geliyor aslında. (Gerçek anlamda televizyonlarda insan kaçakçılarının röportajlarını ve insanları nasıl taşıdığını canlı yayınlarda izlemekten söz ediyorum.)
HEPİMİZ MÜLTECİYİZ
“Mülteci” deyip geçiyoruz da aslında pek çoğumuz mülteciyiz Türkiye’de. Zira göç Türkiye’nin hemen her döneminde bir şekilde yaşandı. Bilgiler T.C İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü internet sitesinde var. Kaç kişinin, nereden, ne zaman göç ettiği yer alıyor. Örneğin “Cumhuriyet döneminin en önemli ve ilk göç hareketi, 1923 yılında esasları belirlenen Türk-Yunan mübadelesi ile gerçekleşmiştir” deniliyor. Bu göç hareketinde anlaşma karşılıklı devletler arasında gerçekleşiyor. Ancak olan yerinden yurdundan edilen halklara oluyor. İçişleri Bakanlığı sitesinde 1922-1938 yılları arasında Yunanistan’dan 384 bin kişinin geldiği yazıyor ancak karşı kıyaya geçenlerle beraber 2 milyon olduğu tahmin ediliyor.
HASRETİN İKİ YAKASI
Benim ailem de bu göç dalgasıyla gelenlerden. Ne Yunanistan’da “Yunan”, ne Türkiye’de “Türk” olabilmişler. Çok eski bir zaman dilimi olmadığı için, ilk ağızdan dinlenebiliyor hikayeler. Babaannem annesinden “Yunan mezalimi” diyerek dinlemiş hikayeleri… Halam ise babaannesinden “Burada da yurdumuz olmadı” diyerek.
Pek çok hikâye ise İstos yayınlarından Temmuz 2015’te çıkan editörlüğünü Haris Theodorelis-Rigas ve Sefer Güvenç’in yaptığı “Hasretin iki yakasından mübadele öyküleri” kitabında yer alıyor.
Yavuz Başarır “Mehmet Başarır’ın Hikayesi”nde şöyle diyor: “Anadolu göçmenlerle doludur; kimi Rumeli’den, kimi Kafkasya’dan, kimi Kırım’dan, kimileri İran’dan, Suriye’den, Azerbaycan’dan, kimileriyse Asya’dan, Avrupa’dan, Afrika’dan gelmiştir. Kimi on yıl, kimi yüz yıl, kimi bin yıl önce gelmiştir, ama herkes illaki, bir yerden gelmiştir. Yerlisi var mıdır? Belki…”
Peki yerlisi olmayan bir ülkede, göç ve mültecilik bu kadar yaygınken, geçmişin göçenleri bugünkü mültecilere neden düşman? Dedeleri, nineleri gelmiş halbuki nerelerden, onların anlattıklarıyla büyümüş çocuklar, genç olmuşlar… Ama “nefret” yeni gelene sıçrıyor işte bir şekilde. Kimi zaman “devlet büyüklerinin” söyledikleri etkiliyor nefreti, kimi zaman televizyonlarda çıkan gazetelerde yazan “uzmanlar”.
GERİDE BIRAKMAK
Kitap mübadeleyi şöyle anlatıyor girişinde: “Mübadeleye tabi tutulanlar yüzlerce yıldır ekip-biçtikleri topraklarını, ekmek parası kazandıkları işyerlerini, evlerini, ibadet ettikleri kutsal mekanlarını, sevdiklerinin mezarlarını geride bıraktılar. Limanlarda, tren istasyonlarında kurulan çadırlarda haftalarca, aylarca beklediler. Çoğu yolcu taşımaya elverişsiz olan gemilerle iki ülke arasında günler, haftalar süren yolculuklar yaptılar… Aileler dağıldı. Yeni vatanlarında uzun süre uyum güçlüğü çektiler. Doğdukları toprakları ziyaret etmelerine uzun yıllar izin verilmedi.”
Ne kadar benziyor değil mi bugünkü göç hikayelerine. Evlerini, işlerini, sevdiklerini geride bırakan, evlerinin üzerinde uçan bombalardan kaçarak yollarda sevdiklerini kaybeden, geldikleri yerlerde çadırlarda yaşamak zorunda kalan ve kabul edilmeyen Suriyeli mültecilere ne kadar benziyor değil mi yaşadıkları?
Mübadelenin 100’üncü yılı da yaklaşıyor. İlk kuşak mübadillerinin neredeyse tamamı bu dünyadan göçüp gitti. Ve ancak bugün 3’üncü kuşak kabul edebildi Türkiyeli olduğunu. Peki bugün göçenler kaç yıl sonra alışabilecekler ‘buraya’? Ya da ‘buralılar’ ne zaman kabul edecek ‘onları’? Mübadillerin anlattıkları da aslında yaşanan acıları ortaya koyuyor.
ÖLENLER DENİZE ATILIYOR
Yolculuk nasıl geçiyor dersiniz? Zor elbette. Çok zor hatta. Aycan Yılmaz “Ailemin Göç Öyküsü”nde anlatıyor dedelerinin yaşadıklarını: “Selanik’ten hareket eden ‘Gülcemal’ vapuru 3 gün 3 gecelik seyahatten sonra İzmir’e varmış. Babaannemin anlattığına göre gemi seyahati sırasında ölen insanların cesetlerini bir çarşafa sararak ve ucuna da bir demir parçası bağlayarak denize atarlarmış. Ölüleri denize atacakları zaman geminin çanları çalınarak insanların toplanıp dua etmeleri sağlanırmış.”
Şule Kılıç “Molla Yusufzadeler” bölümünde Nefs-i Yanya’da Kanlı Çeşme Mahallesi’nden göçü şöyle anlatıyor “Yanlarında dedemin kalan bir miktar altını ve değerli mücevherlerle yola çıkılıyor; Preveze’ye varılıp Sulh gemisine biniliyor…7-8 gün sonra nihayet İstanbul Tuzla’ya varılıyor. Bütün yolcular karantinadan geçiriliyor… Yanya’dan getirilen mücevherler teker teker satılıyor.”
‘HER ÇOCUK ANNE-BABASININ YANINDA OLMALI’
Bugün de mültecilerin yaşadıklarından benzer örnekler var. En bilinen örneği Menice Arapzade. Menice 12 yaşında. Konya Ereğli’de yaşıyormuş, 7. sınıfa gidiyormuş. Ailesiyle birlikte Edirne’den sınırı geçiyor. Ama sonra anne ve babası Yunanistan’da alıkonuluyor. Kendisi ise Türkiye’ye gönderiliyor. BBC Türkçe’ye anlatmıştı yaşadıklarını “Benim annem babam kayıp. Ben kayboldum. Hiç kimseyi tanımıyorum.” Menice sonra babasına kavuştu: “Her çocuk anne ve babasının yanında olmalı. Kimse anne ve babasını kaybetmesin.” dedi. Menice yaşadıklarını bir daha nasıl unutacak ki? Nasıl yeniden bir çocuk olabilecek?
AYRI MAHALLELER, ‘TÜRK TOHUMU’, SURİYELİ…
Yolculuk değil ki sadece sorun. Geldiklerinde nelerle karşılaşıyorlar? 100 yıl kadar önce hem Yunanistan’dan hem de Türkiye’den göçenlerin yaşadıkları çok benzer. Hristos Maheridis “Arada kalmış bir hayat hikayesi” bölümünde şöyle anlatıyor: “Doğduğum Kalithea semtinde, kireçlenmiş avlularında hanımeli, fesleğen ve yasemin ekili mübadil evleri ve barakaları hatırlıyorum. Bir diğer anımsadığım şey ‘Türk tohumu’ damgasıyla büyüdüğüm.”
Firdevs Tunçay “Kavalalı Ayşe Hanım’ın öyküsü”nde şöyle bahsediyor Ödemiş’te yaşamı: “Oturdukları mahalleler ayrıymış yerlilerle. Yemeklerinden tutun, adetleri, kıyafetleri, yaşama ve hayata bakış biçimleri çok farklıymış. Ta ki 1950’lerden sonra ancak kaynaşmışlar, birbirlerinden kız alıp vermeye başlamışlar.”
Bugün de aynı değil mi yaşananlar. Parklarda Suriyeli çocukları görmek istemiyor “anne”ler. “Onunla oynama” diyorlar çocuklarına. Suriyelilerin olduğu yerler hep “bozulmuş” ya da “karışık” oluyor. Daha geçen hafta önce Maraş’ta, sonra Samsun'da mültecilere yönelik linç girişimleri yaşandı. İnsanlar ellerinde sopalar Suriyeli bulmaya çalıştılar.
Göçmeniz hepimiz bu ülkede. Dünün göçmenleri yaşadıklarını bugünün mültecilerine yaşatıyor.