Karantinayı öğrenmek 100, doğru uygulamak 200 yılımızı aldı
1700'ler de bugün de doğru zamanda alınmış tedbirlerin, gerekli hallerde derhal uygulanması gereken karantinanın, halka daima doğru bilgi vermenin gerekliliği ortadan kalkmadı.
Fotoğraf: Wikimedia
Hakan GÜNGÖR
İstanbul
Ölüm kenti kıskıvrak sarmıştı. Günün her saati, haftanın her günü ve aylar boyunca ölümler devam etti. İnsanlar birdenbire kendini titrerken, kusarken buluyordu. Bunu ishal takip ediyor, şiddetli ağrılar vücudun hemen her yerinde beliriyor ve bu ağrıların sonu gelmiyordu. Sonraki aşamada iş kan tükürmeye, nefes darlığına, dilde ve deride lekelere kadar gidiyordu.
1778 ocağında görülen veba nedeniyle ölümler ardı ardına geldi. Ancak hastalığın tanımlanmasında bile durumu kötüleştirecek bazı inanç kalıntıları söz konusuydu. İnsanlar korkudan evden çıkamaz hale geldiğinde dahi bazıları bunun günahlar sebebiyle Allah’ın verdiği bir ceza olduğunu düşünüyordu. Ne kadar tanıdık bir yaklaşım değil mi?
VEBA’YI ŞEHİTLİK MERTEBESİ SAYANLAR OLDU
Mesele bununla da bitmiyordu. Veba konusunda Devleti Aliyye’nin, yani Osmanlı’nın gerekeni yapmadığı fikri, padişahın otoritesine zeval getireceğinden bir inanç yaygınlaşmaya başlamıştı. Veba, bir şehitlik mertebesiydi! Vebadan ölenlerin cenazeleri, bir şehit cenazesiymişçesine kaldırılıyordu. Bu da hastalığın yayılmasında başka bir unsurdu. Vebadan ölenlerin cenazesi ayrıca dikkat edilerek defnedilmeliydi ancak bunun kimse farkında değildi.
Halk çaresizdi. İnsanlar evlerine çekildi. Tütsülerden, dualardan medet umuyorlardı. Tüccarlar, zanaatkarlar iş yapamaz hale geldi. Pahalılık korkunç boyutlara ulaştı. Hasta olsun ya da olmasın herkesi büyük bir ölüm korkusu sardı. Aylar ilerledikçe sorun daha da şiddetlendi. Kış aylarının soğuğu insanların bağışıklık sistemini olumsuz etkiliyordu, hastalığa daha dirençsiz hale gelmesine neden oluyordu. Bahar aylarıyla birlikte tablo daha da ağırlaştı. Zira veba artık yayılmak için kendine daha geniş alanlar ve daha uygun koşullar bulmuştu. Kasım ayı gelip her şey bittiğinde geride koca bir enkaz kalmıştı.
Kaynaklarda farklı sayılara rastlasak da öne sürülenlerin tamamı durumun ne kadar vahim olduğunu göstermeye yetiyordu. Ocaktan kasıma dek 100 bin ila 200 bin kişinin öldüğü belirtiliyordu. 200 bin can kaybı İstanbul’un o dönemki nüfusunun yaklaşık yüzde 33’üne denk geliyordu, yani bu rakam doğruysa şehirde yaşayanların üçte biri vebadan ölmüştü!
Vebadan ölümler 1778’de sona ermedi. Bu illet sonraki yıllarda da İstanbul’u vurdu. 1778’de 100 bin, 1812’de 150 bin, 1838’de ise 30 bin kişi öldü!
KARANTİNA UYARISI 111 YIL SONRA HAYATA GEÇİRİLDİ
Peki bunca ölümün nedeni sadece o yüzyılın koşulları mıydı? Elbette hayır. Doğru tedbirlerin alınmaması ölümlerin adeta önünü açmıştı.
Aslında yapılacaklar belliydi. Doğru taramalar, Batı’nın artık uygulamaya koyduğu sağlık tedbirleri ve yine Batı’da uzun süredir uygulanagelen karantina vahametin bu boyutlara gelmesini engellemeye yetebilirdi.
Peki karantina, o dönemde Devleti Aliyye’de hiç duyulmayan bir şey miydi? Elbette hayır!
Yirmisekiz Mehmed Çelebi, 1720’de, yani söz konusu veba salgınından tam 58 yıl önce Fransa’ya gitmiş ve burada büyükelçilik yapmıştı. Döndüğünde sunduğu raporlarda karantina kurumuna ihtiyaç duyulduğunu belirtti.
Fakat bu uyarı dikkate alınmadı. Devleti Aliyye’de karantina uygulaması ilk kez 1831’de uygulandı. Yirmisekiz Mehmed Çelebi’nin uyarısının üzerinden tam 111 yıl geçmişti!
İLK KARANTİNA BATILILARIN TALEBİYLE
Vebada yüz binlerini toprağa veren devlet, 1831’deki büyük kolera salgınında nihayet karantinayı düşünebildi. Üstelik tuhaftır, bunu talep eden Batılılar oldu. O dönemde hastalık Rusya’dan büyük bir hızla yayılıyordu ve İngiltere-Fransa temsilcileri dahil olmak üzere Batılılar Osmanlı limanlarında karantina uygulanmasını istedi. II. Mahmud’u harekete geçiren bu olmuştu.
Karantina uygulamasına tepkiler de geldi! Vebayı Allah’ın günahlara karşı bir cezası olarak gördüğünden karantina uygulamasını ve tedbirleri Allah’ın iradesine karşı koymak olduğunu düşünenler vardı.
Şeyhülislâm Mekkîzâde Âsım Efendi neyse ki “caizdir” buyurdu da kollar sıvanabildi!
1839’da nihayet bir Karantina Meclisi kurulabildi. Ne var ki bir karantina sürecini yürütebilecek donanımda kadrolar yoktu. Avusturya’ya başvuruldu. Doktor Minas İstanbul’a geldi ve çalışmalara başladı. Bundan sonra bir dizi tedbir hayata geçirildi. Çoktan yapılması gerekenler nihayet hayata geçiyordu. İslam Ansiklopedisi’nde Gülden Sarıyıldız’ın belirttiğine göre sokak ve pazar yerlerinin temizliği sağlandı, mezbaha ve çömlekçi dükkanları, bir de mezarlıklar şehir dışına çıkarılmaya başlandı. Ama başka bir sorun vardı. Bazı kesimler durumdan memnun değildi. Şeyhülislamdan alınan cevaz isyanı engelleyemedi.
CAMİ ÇIKIŞI TOPLANIP DOKTORA SALDIRDILAR!
1840 yılında Amasya’da karantinaya ve tedaviye karşı bir isyan çıktı! Ayşe Hür’ün, “Salgınlar ve Karantina İsyanları” başlıklı yazısında aktardığı üzere, Şehrin Karantina Sorumlusu Dr. Paldi hastaların ve ölenlerin yalnızca yüzüne bakmakla yetinmedi. Tetkik için daha detaylı muayene yapmalıydı. Ne olduysa bundan sonra oldu. Öğle namazından sonra camiden çıkan cemaat karantina binasına yürüdü. Dr. Paldi kendini kiliseye attı.
Ne yazık ki bu hamle yeterli olmadı ve cemaat Paldi’yi linç etti! Hür’ün aktardığı bir diğer vaka ise 1845’te gerçekleşti. Hac’dan dönen 2 bin 500 kişilik grup karantinaya alınmamak için binayı yağmaladı!
1901’de yeni bir veba salgını olacaktı ve bu kez sığırlardan değil, Galata’ya yanaşan gemilerdeki farelerden kaynaklanacaktı. Karantina yine gündemdeydi. 1901’de başlatılan uygulamayla gemiler sahile çok yanaşamıyor, transferler kayıklarla yapılıyor, gemiler sandallara temas ettirilmiyor ve bir dizi başka önlem alınıyordu. Bu bir güvenlik alanı yaratmayı başarmıştı. Ta ki II. Abdülhamid ticareti sekteye uğrattığı düşüncesiyle karantina uygulamasını kaldırana dek…
BİR YÜZYILIMIZ DAHA YOK!
Hastalıklar değişti durdu; önce vebaydı, sonra kolera oldu. Zamanla difteri, sıtma, tifüs, cüzzam ve başka hastalıklar halkı tehdit etti. Karantina uygulamaları ve önlemler zaman zaman dini tepkiler, zaman zaman yetişmiş kadroların olmaması, zaman zaman da sırf dış ticaret aksamasın diye doğru düzgün uygulanamadı ve vahim sonuçlar doğurmaya devam etti.
Devlet ricali kendi sorumluluğunu örtmek için gericiliği pompaladı, hedef saptırdı, alınmayan her tedbirin ardından halkı duaya, tütsülere, muskalara yönlendirdi.
Ama o gün de bugün de doğru zamanda alınmış tedbirlerin, gerekli hallerde derhal uygulanması gereken karantinanın, halka daima doğru bilgi vermenin gerekliliği ortadan kalkmadı. Tam da bu nedenle tüm tedbirleri almakta direnenleri, siyasal pozisyonlarını halk sağlığından önde tutanları, kendi siyasal pozisyonlarıyla birlikte karantina altına almak tek doğru seçenek olsa gerek. Çünkü verilecek binlerce canımız ve hastalıklarla mücadelede imanın değil bilimin etkili olduğunu anlamak için bir yüzyılımız daha yok.