Doç. Dr. Cenk Saraçoğlu: Kapitalizmin çelişkileri olduğu müddetçe sınırlar zorlanacak
Doç. Dr. Cenk Saraçoğlu, Türkiye-Yunanistan sınırındaki mülteci dramını Evrensel'e değerlendirdi.
Fotoğraf: AA
Şerif KARATAŞ
İstanbul
Mülteci krizi İdlib’deki gelişmelerle bir kez daha gündeme geldi. AKP’nin göçmenleri durdurmama kararıyla birlikte Türkiye ile Yunanistan sınırına göçmenler Avrupa’ya geçmek için gitti. Yunanistan’ın engellemesiyle sınırda dram yaşandı. Mültecilerle ilgili çalışmalar yapan Doç. Dr. Cenk Saraçoğlu, kapitalizmin çelişkisine dikkat çekti. Saraçoğlu, “Yunanistan’daki güvenlik güçleri gaz bombası atarak belki bir süreliğine bu “basıncı” topraklarının dışına itebilir; belki AKP, AB ile yeni bir antlaşma yaparak yeniden sıkı sınır kontrollerine başlayabilir. Fakat kapitalizmin artık taşıyamadığı çelişkiler var olduğu müddetçe yarın başka bir yerde, belki de hiçbir devletin teşvikine gerek kalmaksızın sınırların zorlandığına tanık olabiliriz” ifadelerini kullandı. Saraçoğlu, sorularımızı yanıtladı.
İdlib’de yaşananlarla birlikte AKP’nin mültecilere yönelik siyasal söyleminde bazı değişiklikler yaptığı görülüyor. AKP’nin 2011’deki Suriye iç savaşından bugüne benimsediği mülteci politikasının seyri hakkında ne söylemek istersiniz?
Mülteci konusunun Türkiye için siyasi bir mesele ya da koz olması durumu son İdlib krizi ile ortaya çıkmış değil. 2011’de başlayan Suriye iç savaşının ilk evrelerinde benimsenen “açık kapı” politikası ve buna eşlik eden “Suriyeli misafirlerimiz” söylemi de siyasi iktidarın Suriye savaşına yönelik bir siyasal hesaplamasının ürünüydü. ABD, Suudi Arabistan, Türkiye ve Katar gibi ülkelerin desteklediği ve yönlendirdiği silahlı muhalif grupların Esad yönetimini hızla devirebileceği öngörülüyor ve bununla birlikte ortaya çıkacak siyasi boşluğa Türkiye’nin, mülteci barındırıyor olmanın sağladığı moral üstünlükle, daha kolay müdahale edebileceği düşünülüyordu. Yani mülteci krizinin asıl kaynağı olan Suriye iç savaşına Türkiye başından bugüne çeşitli derece ve biçimlerde dahildi; bu yüzden de mülteci meselesine yönelik politika ve söylemleri de bu savaştaki pozisyonuna göre değişiklikler gösterdi. Savaşın ilerleyen evrelerinde Rusya ve İran’ın desteğiyle Esad iktidarının inisiyatif kazanması ve akabinde ülkedeki sayısı gitgide artan Suriyeli mültecilerin kalıcı hale gelmeye başlaması ile birlikte AKP bu kez “Misafirlik söylemini terk etmek zorunda kaldı. Yerine, Türkiye’nin taşımakta zorlandığı ve daha fazlasını taşıyamayacağı bir yük olduğunu vurgulayarak Suriyelilerin ülkedeki varlığını Türkiye’nin uluslararası ve bölgesel siyasetindeki kimi sıkışmaları açmada kullandığı bir anahtar söyleme dönüştürdü. AB ülkelerindeki yaygın mülteci fobisi ve ne olursa olsun kitlesel göç akınını AB topraklarından geri itmeye yönelik refleksler Türkiye’nin mülteci meselesi üzerinde AB ile ilişkilerine ayar verme girişimlerini nispeten etkili kılıyor. Bu haliyle Türkiye’deki artan mülteci sayısı elbette onun Suriye’de içine düştüğü krizin önceden hesaplanmayan bir sonucuydu; ama biz bugün krizin bu semptomunun, yine aynı krizi aşmak için devreye sokulduğunu görüyoruz. Bu başlı başına, uluslararası siyasette yeni bir “yöntem”. Bir ülkenin uluslararası arenadaki asimetrik güç ilişkileri içerisindeki dezavantajlı konumunu kendi topraklarındaki mültecilerin varlığı ve onun mekansal hareketliliği ile telafi etme çabası benzerine kolay rastlanabilecek bir durum değil.
"TÜRKİYE’NİN SURİYE SAVAŞINDA YAŞADIĞI SIKIŞMANIN BİR GÖSTERGESİ"
Bu bağlamda geçtiğimiz hafta mültecilerin Avrupa’ya geçişleri için sınırların açılması ve bunun üzerine mültecilerin sınıra yığılması sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz?
İdlib’de 33 askerin hayatını kaybettiği saldırı sonrasında Türkiye’nin 2016’daki AB-Türkiye antlaşmasına artık uymayacağını ve sınırı geçen mültecileri durdurmayacağını ilan etmesi mültecilerin bir siyasal ayar mekanizması olarak devreye sokulmasının en net örneğini teşkil ediyor. Bu hamle bir yanıyla elbette Türkiye’nin Suriye savaşında yaşadığı sıkışmanın bir göstergesi. Ama mesele bunu aşarak küresel düzeyde benimsenen “göçmenlerin ve mültecilerin idaresine” yönelik zaten çelişki ve zaaflarla maruf sistemin sürdürülemezliğini açığa çıkarmış durumda. Dünyanın en büyük mülteci nüfusuna sahip olan bir ülke olarak Türkiye son 6 yılda bu sürdürülmesi zor bu sistemin yırtıklarının yamalandığı, ömrünün uzatıldığı bir ülke konumundaydı. İdlib krizi sonrasında yapılan bu ani hamle ile sistemin bütün zaafları Pazarkule’de, Ayvacık’ta kendisini gösterdi.
"AFGANİSTAN KAPİTALİST DEĞER ZİNCİRİNİN DIŞINA İTİLMİŞ BİR ÜLKE"
Pazarkule’de olanları nasıl yorumluyorsunuz?
Her ne kadar sürece giden yol Suriyelilerle ilişkilendiriliyor ve onlar üzerinden tartışılıyor olsa da sınır kapılarına dayanarak bütün bir göçmen idare sisteminin kısa devre yapmasına neden olanlar ağırlıklı olarak Afgan göçmenler. Alandan gelen haberlere göre sınırdan geçmeye çalışanların ezici bir çoğunluğu Afganlardan oluşuyor; bunların önemli bir kısmı da uluslararası koruma statüsü alamamış, Türkiye’de kaydı olmayan düzensiz göçmenler. Afgan göçmenler, küresel göç “idare” sisteminin zaafları ile bu zaafları kaçınılmaz kılan küresel kapitalizmin eşitsiz gelişimi arasındaki bağlantıyı en berrak bir şekilde deşifre edebileceğimiz grubu oluşturuyor. Afganlar, yoksulluk ve sefaletle, şimdi ona karşı gibi gözükse de bir zamanlar ABD’nin desteğiyle palazlanan selefi İslamcı örgütlerin şiddetiyle, bitmek bilmeyen iç savaşla tarumar edilmiş bir ülkeden kaçıyorlar. Kapitalizmin yakın tarihinin neredeyse bütün politik ve iktisadi belalarının üst üste yığıldığı ve aynı zamanda kapitalist değer zincirinin dışına itilmiş bir ülke Afganistan; halkı da bu belaların bütün izlerini üzerinde taşıyor. Buradan kaçarak başka bir ülkede ayakta kalma peşindeki Afganlar ekseriyetle sosyal, kültürel ve ekonomik sermayeden yoksunlar; 1980 sonrasında kesintisiz bir savaş haliyle yoksulluk hali birbirinin içerisine geçmiş. Bu sürekli istikrarsızlık hali onları, devletler ve BM nezdinde “İstikrarlı hayatları, savaşla kesintiye uğramış insanlar” olarak değerlendirerek, mülteci statüsünde sabitleyemiyor. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği Türkiye Ofisi 2013’ten beri Afgan uyruklu sığınmacıların mülteci başvuruları ve üçüncü ülkeye yerleştirilme prosedürlerini dondurmuş durumda. Bu nedenle de göç öncesinde ve göç sonrasında kadınlar ve çocuklar, sıklıkla yaşadıkları istismar ve şiddete karşı normalde işletilmesi gereken koruma mekanizmalarından yoksun kalabiliyorlar. Afganların önemli bir kısmı “statüsüz” ve kayıtsız bir şekilde ülke değiştiriyorlar; gittikleri yerlerde diğer ülkelerden mültecilerin bile yanaşmadığı en ağır ve onur kırıcı işlerde, en düşük ücretlerle çalışıyorlar. Yakalanıp sınır dışı edilseler de tekrar çıkmanın arayışı içerisine girebiliyorlar.
"GÖRÜNMEYEN ‘SAHNE ARKASINDAKİ’ İŞLEYİŞİNDE ‘KULLAN-AT’ BEDENLER"
Neden sınırlara daha çok Afgan göçmenler yığılıyor?
PremRajaram’ın bir makalesine atıfla, kendilerini kapitalist piyasa içerisinde formel bir emek gücü olarak değer kazandırma şansı olmayan, bu yüzden de emek güçlerini asla “bildiğimiz” sözleşmeye dayalı bir ilişki ile satamayacak ve bu yüzden de piyasanın ancak görünmeyen “sahne arkasındaki” işleyişinde “kullan-at” bedenler. Yani dünyanın “artık-nüfusu”. Afgan göçmenler bugün bu mülksüzleşme ve değersizleşme halinin en “çıplak” ve yoğun halini temsil ediyor olabilirler; ama temsil ettikleri gerçeklik derece açısından olmasa da nitelik açısından diğer göçmen ve mülteciler için ve hatta kendi ülke sınırları içerisinde güvencesizleştirilen emekçiler için de geçerli.
Bu yaşanan durumun göçmenlik ve mültecilik meselesine ilişkin ne gibi sonuçları olabilir?
Bugün Pazarkule’deki manzara elbette Türkiye’nin Suriye’deki çıkmazı ile güncel olarak ilgili. Fakat meseleyi dünyanın genel ahvali üzerinden değerlendirdiğimizde gördüğümüz şey kapitalizmin bu artık nüfusunun, başka herhangi bir kaynağa sahip olmaksızın “Kaybedecek hiçbir şeyi olmamayı”ve “çok sayıda” olmayı, bir “kuvvete” dönüştürerek küresel mülteci idare sisteminde bence kalıcı etkileri olacak bir kısa devre yaratması. Yunanistan’daki güvenlik güçleri gaz bombası atarak belki bir süreliğine bu “basıncı” topraklarının dışına itebilir; belki AKP, AB ile yeni bir antlaşma yaparak yeniden sıkı sınır kontrollerine başlayabilir. Fakat kapitalizmin artık taşıyamadığı çelişkiler var olduğu müddetçe yarın başka bir yerde, belki de hiçbir devletin teşvikine gerek kalmaksızın sınırların zorlandığına tanık olabiliriz.