Prof. Dr. Feride Aksu: Sağlıklı yaşam bireylerin değil devletin sorumluluğudur
TİHV Akademiden Prof. Dr. Feride Aksu ile pandemiye dönüşen koronavirüs salgını, mültecilerin çaresizliği ve yakınımızda alevlenen savaş gündemi ile örtüşen 14 Mart’ı konuştuk.
İLGİLİ HABERLER
TTB Başkanı: Koronavirüs oranı yüzde 40’a çıkabilir ama basit atlatılacak
Konya'da koronavirüs saldırısı: Afganistanlı mülteci yaralandı
14 Mart Tıp Haftası | Sağlık emekçileri: Yaşanan sorunların sorumlusu hekimler değil
Dr. Zeki GÜL
İzmir
Tıbbiyeliler bundan yüz bir yıl önce, İstanbul’un işgalini protesto etmek için 14 Mart’ın 1827 yılında kurulan tıp okulunun kuruluşunu bahane ederek o zamanki Haydarpaşa Tıbbiyesinde bir anma aynı zamanda bir protesto, gerçekleştirdiler. Bu eylem bize tıbbiyelilerin sadece sağlıkla değil aynı zamanda toplumun sorunlarıyla da ilgilendiğinin bir işareti. Günümüzde de hekimler, sağlıkçılar toplumun sorunlarıyla yakından ilgililer. Tıpkı, barış imzacısı akademisyenlerden olan ve bundan dolayı KHK ile Ege Üniversitesi Halk Sağlığı Bölümü öğretim üyesiyken ihraç edilen Prof. Dr. Feride Aksu gibi. Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) Akademiden Prof. Dr. Aksu ile pandemiye dönüşen koronavirüs salgını, mültecilerin çaresizliği ve yakınımızda alevlenen savaş gündemi ile örtüşen 14 Mart’ı konuştuk.
Koronavirüs salgını, mültecilerin çaresizliği ve savaş... Bu başlıklar, hekim olarak neleri hatırlatıyor sağlıklı olmak, sağlıklı kalmak bağlamında?
Fiziksel, ruhsal, toplumsal ve siyasal iyilik halimizi etkileyen pek çok şey yaşıyoruz. Ülkemizde ya da dünyada yaşanan pek çok olay bizi ve sağlığımızı etkiliyor. Bunların bazıları koronavirüs örneğinde olduğu gibi biyolojik hastalık etkenleri. Bazıları ise doğal çevremizde yaşanan tahribatın, savaş ve çatışmaların, insanların göçe zorlanmalarının, gündelik yaşamımızda giderek yaygınlaşan şiddetin sonucu.
Fiziksel şiddet, ne yazık ki çok yaygınlaşan ve yeniden gündemimize giren işkence ve insanlık dışı kötü muamele çok can yakıcı. İster kadın cinayetleri, ister işkence; faillerin cezalandırılmamaları ne yazık ki neredeyse rutin bir uygulama. Kuşkusuz bu durum iyilik halimizi, güvenli bir biçimde toplumsal yaşamda var olabilmemizi tehdit ediyor.
Şiddet derken sadece fiziksel şiddeti kastetmiyorum. Uygulanan ekonomik ve sosyal politikalar sonucunda giderek artan işsizlik, güvencesiz çalışma, yoksulluk da şiddetin yansımaları. Asgari ücretin dört kişilik bir aile için açlık sınırının altında olması başlı başına bir şiddet. Bu ailede yaşayanların düzgün ve yeterli beslenebilmeleri, hastalıklardan korunabilmeleri, insani koşullarda barınmaları, ısınmaları, kendilerini geliştirebilmeleri, gerçekleştirebilmeleri, bu koşullarda sağlıklı olmaktan söz edebilmek olanaksızdır.
Şiddet deyince sağlık emekçilerine yönelik şiddeti de içim acıyarak belirtmek durumundayım. Öldürme kastıyla yaralamaların, cinayetlerin giderek sıklaştığı, yaygınlaştığı, sağlık çalışanlarının, hekimlerin ne yazık ki hedefe konduğu bir dönemden geçiyoruz. Bu bizler için çok yaralayıcı bir durum. Kimse şiddeti hak etmez, kimseye şiddet uygulamak kabul edilebilir bir şey değildir. Hele ki yaşamını insanların sağlıklarını korumaya, hastalıklarını tedavi etmeye adamış hekimlerin, sağlık emekçilerinin şiddet görmesi...
Doğayı hoyratça tahrip ediyoruz. Endüstriyel tesislerin yarattığı kirlilik, termik santraller, tarım alanlarının endüstriyel tesisler ya da konut yapımı amacıyla ortadan kaldırılması... Doğanın tahribatının tetiklediği iklim değişikliği ve henüz pek azına tanık olduğumuz sonuçları; yangınlar, seller, kuraklık... Milyonlarca insanın gerek çatışmalar, gerek iklim değişikliği, gerek yoksulluk nedeniyle göçe zorlandığını biliyoruz. Haklara sahip olma haklarını sınırı geçtikleri anda kaybeden milyonlarca insan var. Haklara sahip olma hakkımız ancak vatandaş olmamızla mümkün. Bir ülkenin vatandaşı isek ya da bize mülteci statüsü sağlanmışsa kimliğimiz olur, çocuklarımız okula gidebilir, çalışabiliriz, sosyal güvencemiz, sağlık güvencemiz olabilir. Değilse hiç kimseyizdir. Hiç kimselerin adı yoktur. Onlar nefret söyleminin öznesi, ülkeler arası mülteci pazarlığının nesnesi olurlar. İnsanlığın deneyimlediği bütün bu sorunlar bizlerin, hekimlerin de gündemine girmektedir.
GRİP KORONAVİRÜS KADAR GÜNDEMİMİZDE YER BULAMADI
Koronavirüs salgını sonrası ekseriyet hasta olmaktan korkuyor. Virüs kapmamak sağlıklı olduğumuz anlamına geliyor mu?
Sağlıklı olmayı virüs kapıp kapmamak ikileminde ele almamalıyız. Sağlığımızı ve iyilik halimizi etkileyen pek çok etmen var. Bunlar sağlığın sosyal belirleyicileri dediğimiz ekonomik, çevresel, sosyal koşullarımızın yansımaları. Aslında ilk sorunuza yanıt verirken bunlardan bir biçimde söz etmiş oldum. Ancak bu etmenler koronavirüs ile karşılaştığımızdaki direncimizi de etkiledikleri için ayrıca önemli. Bulaşıcı hastalık etkenlerinden bazıları bizim için tanıdık, onları kanıksadığımız için etkilerini, sonuçlarını izleme konusunda o denli duyarlı değiliz. Söz gelimi her kış mevsiminde görülen, her sene genetik yapısını değiştirerek çok sayıda insanın hastalanmasına ve ölümüne yol açan mevsimsel grip hastalığı. Dünya Sağlık Örgütü her yıl 3-5 milyon kişinin ağır mevsimsel grip olduğunu, 250-500 bin kişinin yaşamını yitirdiğini bildiriyor. Biliyorsunuz bu yıl aşıya erişmekte zorlandık, geç ve yetersiz sayıda aşı bulunabildi. Ama mevsimsel grip koronavirüs kadar gündemimizde yer bulamadı.
ŞEFFAFLIK PANİK ORTAMININ OLUŞMASINI ENGELLEYECEKTİR
Dünya Sağlık Örgütü geçtiğimiz günlerde pandemi ilan etti, yani salgının dünya çapında yaygınlaştığını biliyoruz. Türkiye’de de vaka görülmeye başladı. Vakaların saptanması tanı testinin uygulanması ile olanaklı. Kuşkulu durumlarda yaygın bir biçimde testin uygulanmasıyla ülkemizdeki sorunun gerçek boyutunu ortaya koymak ve yönetmek mümkün olacaktır. Bu süreçte şeffaflık güvenilirliği sağlayacak ve panik ortamının oluşmasını engelleyecektir.
OKULLARIN KAPATILMASI DOĞRU BİR YAKLAŞIM
Enfeksiyondan korunma önlemleri bir zamandır yaygın bir biçimde paylaşılıyor, ben de bir kez daha el yıkamanın, el hijyeninin önemini vurgulayayım. Ancak hastalığın geldiği bu aşamada yayılmasının önlenmesinde etkin bir yöntem de mümkün olduğunca insanlarla temasın yani bulaşma riskinin azaltılmasıdır. Bu bağlamda bu sorumluluğu bireylere bırakmayıp okulların, üniversitelerin kapatılması, toplantıların ertelenmesi bulaşma riskinin azaltılması açısından doğru bir yaklaşım.
Öte yandan çok sayıda yanlış bilgi de dolaşıma giriyor ve insanların kafalarının karışmasına, paniğe kapılmalarına yol açıyor. Basın yayın organlarının rolü bu bağlamda çok kritik. Toplumda panik oluşturacak gerçek dışı haberlere yer vermemeleri sorumlulukları...
PANİĞE KAPILAN İNSAN BAŞKASINI TEHDİT OLARAK GÖREBİLİR’
Panik insanların bir diğerini “tehlikeli” görmelerine, kendilerine “tehdit” olarak algılamalarına yol açabilir. Paniğe kapılan insanlar bencilleşebilirler. Marketlerdeki tüm makarnaları, tüm kolonyaları almaya çabalamak gibi diğerlerini hesaba katmayan davranışlarla karşılaşabiliriz. Halbuki böylesi zamanlarda en çok dayanışmaya ihtiyaç duyarız. Sükunetle gerekli önlemleri alarak, hekimlere ve sağlık çalışanlarına güven duyarak, kendimizi korumaya çalıştığımız kadar başkalarını korumaya da özen göstererek bu dönemi atlatabiliriz.
BAKANLIK DİJİTAL YOLLA BAŞVURU ALABİLİR
Sağlık Bakanlığı koronavirüs belirtileri olmayan ama diyelim ki şeker hastalığı olan ve sürekli kullandığı ilacın reçetesini almak için hastaneye başvurması gereken kişilerin bu sorunlarını çözmek için dijital yolla başvuru ve reçete yazmaya dönük düzenlemeler yapabilir. Çünkü dünyadaki ölümlülük verilerinden de biliyoruz ki en çok kronik hastalıkları olanlar, yaşlılar risk altında.
ERTELENEBİLİR SAĞLIK SORUNLARI İÇİN HASTANEYE GİTMEYEBİLİRİZ
Belki bu sorunuz için söyleyeceğim son şey de, ertelenebilir sağlık sorunları için bu dönemde sağlık kurumlarına başvurmamamız iyi olur. Böylece gerçekten gereksinimi olanlara nitelikli bir hizmet verilebilmesi, sağlık sistemi üzerindeki yükün bir nebze de olsa azalması sağlanabilir. Bu bağlamda da dayanışma bir diğerinin gereksinimini görmeyi gerektirir.
Öte yandan aklımızdan hiç çıkartmayalım toplumumuzda hastalık bulaşma riskinin yüksek olduğu en temel gruplardan biri de hekimler ve sağlık emekçileri. Her zaman olduğu gibi, özveriyle bu kriz ortamında emek veriyorlar.
AŞI BİREYSEL BİR TERCİH DEĞİL TOPLUMSAL BİR SORUMLULUKTUR
Son yıllarda bir aşı karşıtlığı gelişti. Koronavirüs sonrası toplumun tüm kesimlerinde aşı beklentisi arttı. Aşı bağlamında neler söylemek istersiniz?
Aşılar sadece aşılanan bireyi korumazlar. Toplum bağışıklığı olarak ifade edebileceğimiz bir kavramı size açıklamak isterim. Toplumda aşılananların orantısının yüksek olması sayesinde toplumun en kırılgan kesimleri aşılanmamış olsalar bile hastalığa yakalanmaktan korunurlar. Örneğin kızamık aşısı risk altındaki çocukların yüzde 90’ına yapıldığında, aşı yapılamayan ve belki de toplumun, yoksul, kötü beslenen, sağlık hizmetlerine erişemeyen çocukların da korunması olanaklı olur. Çünkü hastalık virüsü deyim yerindeyse aşılı çocukların oluşturduğu duvara çarpacak ve duyarlı olan az sayıdaki çocuğa ulaşamayacaktır. Bu nedenle de aşı olup olmama bireysel bir mesele, bireysel bir tercih değil toplumsal bir sorumluluk.
Sizin de dediğiniz gibi son zamanlarda aşı yaptırma konusunda tereddütler arttı, aşı karşıtlığı da yaygınlaşmaya başladı. Bu alanda da bilgi kirliliği yaygın. Kimi aileler aşı yaptırmamayı bireysel hak ve özgürlük olarak tanımlayıp çocuklarına aşı yaptırmamak için davalar açtılar, ne yazık ki bu konuda onları destekleyen mahkeme kararları çıktı. Bu gelişmeyi çok talihsiz ve tehlikeli bulduğumu söylemeliyim. Bu aileler ne yazık ki hem kendi çocuklarını hem de toplumdaki diğer çocukları riske sokmaktadır.
KEŞKE İŞ CİNAYETLERİ DE KORONAVİRÜS GİBİ GÜNDEM OLUŞTURABİLSE
Son salgın vesilesiyle toplumda farkındalık arttı. Ama biliyoruz ki farkındalık toplumsal sorumluluğu bireye yüklemenin bir yolu olabilmekte. Sağlıklı olmak bireysel bir sorumluluk mu?
Sağlıklı olmak, sağlık hizmetlerine erişim bireylerin en temel hakkı. Bunu garanti altına almak da devletin sorumluluğu. Bugün bu söylediklerimden çok daha geride olmamız bunun için mücadele etmemize engel teşkil etmez, etmemeli. İnsanların yaşadıkları çevrenin sağlıklı olması, sağlığı tehdit eden etmenlerden arındırılması, çalışma ortamlarının hastalanmaya, kazalara yol açmayacak biçimde düzenlenmesi, sağlık hizmetlerine erişimin güvence altına alınması bireylerin değil, devletin sorumluluğu. Bireylerin de kuşkusuz kendi sağlıklarını koruma sorumlulukları vardır. Ama bu bireysel sorumluluk devletin yükümlülüklerini yerine getirmediği koşullarda bireylerin sağlıklarını korumalarına yetmeyecektir. Örneğin akciğer sağlığı açısından kişi sigara içmemelidir, ama devlet de o kişinin soluduğu havanın kirli olmamasını sağlamalıdır. Kuzey İzmir’deki, Aliağa, Çakmaklı, Horoz Gediği bölgesini ele alalım; bu bölgedeki endüstriyel yoğunluk ve kirlilik sadece o bölgeyi değil tüm İzmir’i olumsuz etkilemekte. Solunum yolu rahatsızlıkları olan insanlara tek önerimiz sigarayı bırakmak olduğunda, o insanlara suçlu kurban muamelesi yapmış oluruz. Sigarayı bırakırlar ama sorunları çözülmez. Aliağa ve Kocaeli Dilovası bölgelerinde kanser ölümleri Türkiye ortalamasından daha yüksek düzeyde. Fabrikaların bacalarında filtre bulunmadığı için, bulunsa da kullanılmadığı, denetlenmediği için insanlar hastalanıyor, sessizce ölüyor. Keşke iş cinayetleri, meslek hastalıkları, çevresel nedenlerle ortaya çıkan hastalıklar ve ölümler de koronavirüs gibi gündem oluşturabilseydi.
MÜLTECİLERLE İLGİLİ ÖN YARGILARIMIZLA, IRKÇILIĞA VARABİLECEK ÖTEKİLEŞTİREN DAVRANIŞLARIMIZLA YÜZLEŞMELİYİZ
Günümüzde giderek risk toplumuna dönüşüyoruz. Yakıcı gündem korku üretip yaygınlaştırıyor. Korku içindeki toplum riskin kendisini ortadan kaldıramadığında riskli algıladığı kişi, grupları ve davranışları mahkum edebiliyor. Bu sorunu nasıl aşabiliriz? Misal mülteciler söz konusu olduğunda?
Bu topraklara gelebilmiş bir Afgan gencinin ifadesine kulak verelim: “Dünya üzerinde bir kimliğim yok. Nefes almamın dışında doğduğuma dair bir kayıt bile yok... Kendimle ilgili bildiğim en kesin şey doğum yılım: 1991. Bundan onlarca yıl önce babam Afganistan’da Taliban’ın elinden kaçtı annemle birlikte. Eğer kaçmasa öldürülecekti. Ben İran’da bir sınır şehrinde, Zahidan’da doğdum. Gözlerimi açtığımdan beri bir sığınmacı ve savaş kaçağıyım. Sanırım gözlerimi kapayıncaya kadar da öyle kalacağım...”
Eduardo Galeano’yu çok severek, hayranlıkla okurum. Paraguay’daki askeri diktatörlük dönemine ilişkin bir yazısında “herkesin hiç kimse olması”ndan söz eder. Herkesin hiç kimse olması... Sonra aynı ifadeye ’90’lı yıllarda Bosnalı bir mülteci ile yapılan görüşmede rastlamıştım: “Kendimi hiç kimse, hiçbir şey gibi hissettim yıllarca. Günün ya da gecenin bir vaktinde üzerime basabilirler, beni aşağılayabilirler ya da öldürebilirlerdi”. İlk okuduğumda beni adeta irkilten bu tanımlamanın aslında ne kadar açıklayıcı olduğunu fark ettim ve sözcük dağarcığıma kattım.
Göçe zorlanan insanlara ne olduğunu anlamak için bir an gözlerimizi kapatıp bu cümlelerin anlamını idrak etmeye çalışalım. Buna göçe zorlanan kadınların yaşadıkları her tür şiddeti ekleyelim...
John Berger: “Bir başka insanın yaşantısını anlayabilmek için, insanın kendisini merkezinde gördüğü dünyayı yıkıp yeniden kurması yetmez” der. “Aynı zamanda o tarihsel anla ilgili yaşantıda kendi durumunun ne olduğu konusunda da sorular sormalıdır insan. Kendisinin de paylaştığı suçluluk ve normallik maskesi altında ona ne yapılmaktadır” diye sorar. Belki bizler de toplum olarak mültecilerle ilgili ön yargılarımızla, ırkçılığa varabilecek ötekileştiren davranışlarımızla yüzleşmeliyiz, bizim insanlığımıza ne oldu diye sormalıyız kendimize.
HEKİMLİK DEĞERLERİ ZORLU KOŞULLARDA TUTUM ALMAYI GEREKTİRİR
TTB “Savaş bir halk sağlığı sorunudur” dedi ve yöneticileri gözaltına alındı geçen yıl. Ve geldik bugüne, ölen gencecik askerlere?
Beş sözcükten ibaret, yalın bir cümle... Ne söylendiği kadar kimin söylediği de önemlidir. Hekimlik mesleği değerleriyle vardır. Hekimlik değerleri zorlu koşullarda tutum almayı gerektirir. İnsanlık tarihi savaş, çatışma koşullarında artan hak ihlallerinin tanıklığıyla doludur. Böylesi dönemlerde insan hakları ihlallerinin güvenlik politikalarının aracı haline getirilebildiğini en yakından hekimler bilir. Bu gibi durumlarda tutum almak hekimlik değerlerinin gereğidir.
Dünya Tabipler Birliğinin 2017 yılında kabul ettiği silahlı çatışmalarla ilgili tutum belgesinde de; savaş, çatışmaların günümüzde ve gelecekte ortaya çıkartacağı sağlık ve çevre sorunlarına değinilmekte, hekimlere, hekim örgütlerine bir sorumluluk tanımlanmaktadır: “Hekimler, silahlı çatışmaların başlatılması ya da sürdürülmesiyle ilgili kararlarında; siyasetçilerin, hükümetlerin ve güç sahibi başka kesimlerin, bu kararların sağlık dahil çeşitli alanlarda yol açabileceği sonuçların farkında olmaları için çalışmalıdır” denmektedir.
Umudu diri tutmak için gelecekte nasıl bir tıp ortamı nasıl bir ülke hayaliniz var?
Demokrasi ve toplumsal barış... Sağlığın hak olduğu, hekimlerin hekimlik yaptıkları için şiddet görmedikleri bir sağlık ortamı...
Evrensel'i Takip Et