Eleştirmenlerden film önerileri | Dışarı çıkmayın, sinemayı evinize taşıyın
Koronavirüs nedeniyle evden çıkamayan sinemaseverler için film seçkisi hazırladık. Sinema yazarları Uğur Vardan, Nil Kural ve Gözde Hatunoğlu yedinci sanatı eve taşıyan filmler önerdi. İyi seyirler.
Fotoğraf: Film Afişleri, Kolaj: Evrensel
İsmail AFACAN
İstanbul
Koronavirüs salgını nedeniyle sokaklar boşaldı. Evler, gündelik yaşantımızı sürdürdüğümüz ana üsler haline geldi. Kimimiz evlerde çalışma ortamı yarattı, kimimiz küçük kitaplıklar oluşturdu… Koronavirüs günlerinde vaktimizi güzelleştirebileceğimiz başlıklardan biri de sinema…
Son süreçte sinema salonları kapatıldı ama bu film izlememize engel değil… Fırsattan istifade evlerimizi küçük birer sinema salonuna dönüştürebiliriz. Projeksiyon aleti olanlar duvara yansıtıp sinema keyfi bile yapabilir… Yerli ya da yabancı; korku, dram, komedi türünde istediğimiz filmi izleyebiliriz.
Biz de evden çıkamayan sinemaseverler için eleştirmenlerden tadımlık film önerileri aldık. Uğur Vardan yerli filmlerden, Nil Kural dünya sinemasından, Gözde Hatunoğlu Netflix filmlerinden bir seçki hazırladı. Bu önerilerden yola çıkarak kendi film seçkisinizi oluşturabilirsiniz. İyi seyirler…
NİL KURAL’DAN DÜNYA SİNEMASI ÖNERİLERİ:
Dünya kötü zamanlardan geçiyorken sorumluluk ve tedbir almak adına evde geçirilen zaman arttı. Bu zamanı sinemayı takip etmek için değerlendirmek isteyenler nerelere bakmalı?Dünyanın en önemli belgesel festivallerinden Amsterdam’da düzenlenen International Documentary Film Festival Amsterdam (IDFA), arşivini açan saygın etkinliklerin ilki oldu. Devamı gelecektir. IDFA’nın 1988-2019 arası programından erişime açtığı 300’ü aşkın film, belgesel sinemaya daha yakından tanımak için birebir. Büyük değer taşıyan belgeseller arasında gezinin, ilginizi çeken filmler, dikkatlice yapılmış seçkide hayal kırıklığı yaratmayacaktır. IDFA’nın jest paketinde Türkiye sinemasının en dikkat çeken filmlerinden Orhan Eskiköy ve Özgür Doğan’ın ‘İki Dil, Bir Bavul’u da bulunuyor, zamanında kaçıranlar için hatırlatalım.
GÜNEY KORE SİNEMASI MERCEK ALTINA ALINABİLİR
Oscar sezonunda “Parazit”in sevindiren başarısı ön plana çıkmışken bugünlere nasıl gelindiğini de görmek adına bu filme indirgenemeyecek Güney Kore sineması mercek altına alınabilir. Bong Joon-ho’nun “Parazit” öncesi dönemi cevher gibi. Bürokrasiye edecek bir çift lafı olan harika polisiye “Memories of Murder” (2003) ve Güney Kore’ye musallat olan Godzilla vari bir canavara karşı sıradan bir ailenin mücadelesini konu alan “The Host” (2006), “Parazit”ten aşağı kalacak filmler değiller. “The Host”, bilinmeyen bir güçle dayanışmayla mücadele etme havasıyla bugünlere denk düşmesi bir yana “Parazit” gibi ana akım sinemanın tüm sürükleyicini ve kaçış sinemasının zamanı unutturma gücünü de taşıyordu.
Güney Kore sinemasının zenginliği Bong Joon-ho’nun filmografisiyle sınırlı değil. Zarafet üzerine örülü sinemasında 25 filmi geride bırakan, geçen ay Berlin’den En İyi Yönetmen Ödülü kazanan Hong Sang-soo; serbest Murakami uyarlaması “Burning”le (2018) hatırlanabilecek, entelektüel alt yapısı yönetmenliğinin altında kalmayan ve az sayıdaki her filmi bir başyapıt olan Lee Chang-dong ve “Oldboy”la haklı bir ün kazanan, insan doğasındaki şiddetin dünyaya yansımasının anlatıcısı Park Chan Wook’un filmlerine bakmak izleyiciyi Güney Kore sinemasının çok yönlülüğüne şahit edebilir.
KEŞFE AÇIK ÜLKELER: ROMANYA VE YUNANİSTAN
Keşfe ve zenginliklere açık, yakın dönemin en heyecan verici akımlarının diğer ülkeleri Romanya ve Yunanistan. Romanya, Cristian Mungiu’nun “4 luni, 3 saptamani si 2 zile/ 4 Months, 3 Weeks and 2 Days”le 2007’de Cannes’dan Altın Palmiye almasından bugüne festivallerin en ilgi çeken filmlerini birbiri ardına sunmayı sürdürüyor. Mungiu, bu filmin ardından “Bacalaureat” (2016) ve
“Tepelerin Ardında / Dupa dealuri” (2012) ile sağlam bir kariyer inşa etti. Romanya Yeni Dalgası denince akla gelebilecek diğer bir yönetmen Cristi Puiu. “The Death of Mr. Lăzărescu” ve “Sieranevada”yla sadece Romanya sinemasının değil, dünya sinemasının öne çıkan yapımlarına imza atan Puiu, takibi hak ediyor. Bu yönetmenlerin yanı sıra Radu Jude ve Corneliu Porumboiu’nun da eklendiği bu akım, realist, minimalist ve insandan yola çıkıp düzeni didaktiklikten uzak bir şekilde gösteren yapımlarıyla sinema üzerine düşünmeye fazlasıyla imkan sunuyor.
Yunanistan ise ekonomik krizden sonra sinema dünyasına realizme çok uzak, sinema eleştirmenlerinin ancak Yunan Tuhaf Dalgası adıyla tanımlayabildiği bir sürpriz akım hediye etti. George Lanthimos’un “Dogtooth”uyla beliren bu dalgada, “Attenberg”, “The Alps” gibi filmler Lanthimos ve ekibinden çıktı. Kara komedinin gerçekliğin üzerini örttüğü bu filmler, hem dünya üzerine düşünüp hem de gerçeklikten uzaklaşmak için birebir.
KADIN YÖNETMENLERDEN OLUŞAN FİLM LİSTESİ
#metoo sonrası neyse ki sinema dünyası uzun süredir ihmal ettiği bir konuya eğildi. Seçkin erkekler kulübüne benzeyen festival seçkilerini değiştirmek adına kadın sinemacıların öne çıkarılması. Kafalar bu yöne döndüğünde sinemaya bakma merceği değişti ve daha az imkan yakalamalarına rağmen erkek meslektaşlarından hiç geri kalmayan kadın sinemacıların adlarının daha sık zikredilmeye başladı. Bugünlerde bu heyecan verici yeni bakışa hakim olmak için BBC’nin hazırladığı kadın yönetmenler tarafından çekilmiş en iyi 100 film listesi doğru yolu gösterebilen bir rehber. Claire Denis, Lynne Ramsey, Kelly Reichardt’ın da aralarında olduğu ustaları gözden kaçıranlar için ekran başına geçmek için doğru bir zaman. Belki kadın yönetmenlerin çok az imkan bulduğu Güney Kore sinemasından gelen ve geçen yıl İstanbul Film Festivali’nin uluslararası yarışmasından Altın Lale kazanan Bora Kim imzalı ilk film “Beol-sae” gibi mücevherler, bu mercek değişiminde hak ettikleri yere yerleşirler.
UĞUR VARDAN’DAN SON 10 YILIN YERLİ FİLMLERİ:
Ahlat Ağacı: Üniversite sonrası kasabasına dönen ve yazar olmakla baba mesleği öğretmenlik arasında bir tercih yapmak durumunda kalan genç Sinan’ın dertlerini anlatan film, uğradığı limanlar ve meseleler açısından muhteşem bir hesaplaşmanın ifadesiydi.
Koca Dünya: Yetimhanede büyümüş iki kardeşin (olmayabilirler de!) kaçıp gittikleri ormanı, kendi kozalarını ördükleri ve dış dünyanın tehlikelerinden kurtuldukları bir sığınağa dönüştürmesini anlatan Reha Erdem imzalı ‘Koca Dünya’, özellikle görsel açıdan olağanüstü bir sinema deneyimi sunuyordu.
Sen Aydınlatırsın Geceyi: Rutin akan denklemlerini olağanüstü özellikleriyle yeniden tanımlamaya çalışan bir grup kasabalı… Onur Ünlü’nün kendine özgü kara mizahının ve özel sinema dilinin en üst noktası… Muhteşem bir kara film.
Köksüz: İzmir’de, babasızlığın yarattığı bir travmanın ardından yolunu arayan bir ailenin çıkışsızlığı ve bütün yükü omuzlarında hisseden genç bir kadının üzerine kurulu Deniz Akçay Katıksız imzalı yapımda, sinemamızda aradığımız gerçekçiliği, sahiciliği, sosyolojik bakışı, derinlikli karakterleri, iyi yazılmış bir senaryoyu, sağlam bir rejiyi, son derece başarılı oyunculuk performanslarını, kısacası birçok şeyi bulabiliyorsunuz.
Ana Yurdu: Yazmayı düşündüğü romanı nihayetlendirmek üzere İstanbul’dan taşraya, yakın zaman önce vefat eden anneannesinin evine giden genç bir kadınla aniden çıkıp gelen annesi arasındaki gerilimli ilişkiyi anlatan Senem Tüzen imzalı film, son derece etkileyici bir psikolojik dramaydı.
Kız Kardeşler: Besleme verildikleri yerlerden dönen ve tekrar aile ocağında buluşan üç kız kardeşin öyküsü eşliğinde taşranın çıkışsızlığını, umutsuzluğu, kasveti, ortamın yarattığı çürümüşlük, iyi yüzlülük, örtbas edilmeye çalışan cinsellik vs. derken yönetmen Emin Alper ‘Kız Kardeşler’de kara mizahla örülü çizgi üstü bir yapıma imza atıyordu.
Kelebeğin Rüyası: Yılmaz Erdoğan, ‘Kelebeğin Rüyası’nda kadri bilinmemiş Zonguldaklı iki şairin (Muzaffer Tayyip Uslu ve Rüştü Onur) hikâyesini ‘Unutulmuşlar bahçesi’nden çıkarıyor ve sinemamıza son derece başarılı bir dönem filmi armağan ediyordu.
Çoğunluk: Kendi seslerinin ve doğrularının ‘çoğunluk’ça susturulmasında izin verenler… Seren Yüce’nin sosyolojik sularda gezen ve içinden geçtiğimiz dönemin ruhuna ve gidişatını projeksiyon tutan filmi, sağlam bakış açısı ve gerçekçiliğiyle dikkat çekiyordu.
Yeraltı: Zeki Demirkubuz'un çok sevdiği Dostoyevski'nin ,'Yeraltından Notlar'ından yaptığı bu serbest uyarlama, insanlığın hal ve gidişatına günümüzden bakarken felsefi yanını usta işi görsellikle birleştiren son derece başarılı bir filmdi.
Ben O Değilim: Başkasının kimliğini üzerine geçirince bir anlamda kaderini de yaşamak zorunda kalan bir adamın öyküsü… Tayfun Pirselimoğlu imzalı yapım, yerelden evrensele uzanan son derece başarılı bir psikolojik dramaydı.
Arifv216: Cem Yılmaz klasikleri ‘G.O.R.A’ ve ‘A.R.O.G.’un devamı niteliğindeki ‘Arif v 216’, seyircisini hayatın kutuplaşmadan uzak aktığı, iyiliğin hâkim olduğunu varsaydığımız eski günlere, ‘eski Türkiye’ye götürürken sinema tarihine ve tarihimize göndermeleri, referansları, popüler kültüre ilişkin hınzırca vurguları ve arka arkaya gelen esprileriyle son dönemin en iyi komedi filmi oluyordu.
İftarlık Gazoz: Yüksel Aksu imzalı yapım, 70’ler nostaljisini başarıyla yansıtırken önce ‘kayıp bir cennet’in tarifine soyunuyor, sonra da bu cennetin şiddetle nasıl yıkıldığına dikkat çekiyor. Ayrıca kimi sahneleriyle gözyaşlarımızı teslim alıyor ve yakın geçmişimize ilişkin vicdani bir hesaplaşmaya itiyordu.
Sarmaşık: Zorunlu olarak demirlemek durumunda kalan bir geminin elemanları etrafında, üzerinde yaşadığımız topraklardaki farklı kimliklerin ve bir türlü oluşturulamayan mozaiğin parçalarının gelgitlerle dolu çekişmesi…Tolga Karaçelik yapımda oyunculuk performansları da olağanüstüydü.
Kasap Havası: Taksi şoförü Ahmet, felekten bir gece çalmak üzere gittiği meyhanede gördüğü ve sonrasında müşterisi olan Leyla’ya tutulur. Oysa annesi onun Hülya adlı genç bir kızla bir an önce nişanlanmasını istiyordur. Eski Yeşilçam öykülerinin modernize versiyonu olurken hafiften kimi Zeki Demirkubuz yapıtlarına da selam yollayan Çiğdem Sezgin imzalı ‘Kasap Havası’ sağlam bir melodramdı.
Yozgat Blues: Taşrada zaman; geçerken uğradığı tüketici limanlar, tüketici meseleler, açmazlar çıkmazlar... Mahmut Fazıl Coşkun, ‘Yozgat Blues’da ikisi dışarıdan gelmiş üç karakter etrafında çarpıcı bir atmosfer kuruyor ve duygusal kırılmalarda gezinen bir filme imza atıyordu.
GÖZDE HATUNOĞLU’NUN NETFLİX SEÇKİSİ:
Murder Mystery (2019): Filmde Jennifer Aniston ve Adam Sandler evliliklerini canlandırmak için uzun zamandır planlayıp hep ertelemek zorunda kaldıkları Avrupa turuna çıkan bir çifti canlandırıyor. Tesadüfen zengin bir milyarderin yatına davet edilen çiftimizin başı bu milyarder öldürülüp, cinayet suçu üzerlerine atılınca derde giriyor. Sinemasal olarak büyük beklentiler içine girmeden, kafa dağıtmak için izlenebilecek eğlenceli bir suç komedisi.
Okja (2017): Bu yıl kazandığı Oscar’larla tüm dikkatleri üzerine toplayan Koreli yönetmen Bong Joon Ho’nun yazıp yönettiği Okja 2017’de Cannes’da Altın Palmiye için yarışmıştı. Tilda Swinton ve Jake Gyllenhaal gibi önemli oyuncuları başrolüne taşıyan film daha fazla et sağlaması için genetiğiyle oynanmış, domuza benzeyen Okja adlı dev bir hayvanı, onun bakımından sorumlu insanları ve onu et fabrikasına götürmeye çalışan kapitalist düzen temsilcilerini anlatıyor. Bong Joon Ho, tıpkı Parazit’te olduğu gibi, bu filminde de bir yandan sistem eleştirisini ortaya koyarken bir yandan da komediden, drama, birçok türü iç içe geçirerek harika bir masalsı dünya yaratıyor.
Klaus (2019): Yıllardır gerek animasyon gerekse uzun metrajlı birçok yılbaşı temalı film izliyoruz. Çoğunluğu orijinallikten uzak hikâyelere sahip, sıradan filmler olurken, bazıları aradan sıyrılıp her dem seyredilebilecek nitelikli eserler oluyor. Klaus da bu nitelikli örneklerden biri. Sadece noel kutlamalarına değil dostluğa, dayanışmaya ve paylaşmaya dair içinizi ısıtacak şahane bir animasyon. Çocuklar kadar yetişkinler de çok sevecek!
The Meyerowitz Stories (2017): Amerikan bağımsız sinemasının en önemli isimlerinden Noah Baumbach imzalı film Adam Sandler, Ben Stiller, Dustin Hoffman, Elizabeth Marvel ve Emma Thompson gibi isimlerden oluşan harika bir oyuncu kadrosuna sahip. Hepsi farklı şehirlerde yaşayan ve hayatlarını babalarının gölgesinde kalarak geçirmiş kardeşler New York’ta bir araya gelirler. Sebep de babalarının sanat eserleriyle ilgili bir kutlamadır. Bu bir araya geliş elbette eski defterlerin, hayal kırıklıklarının, ve daha birçok şeyin ortaya dökülmesine sebep olur. Hem hüzün hem eğlence dolu, zarif bir film.
Dolemite Is My Name (2019): Geçtiğimiz yılın en özel filmlerinden biri olmasına rağmen ödül törenlerinde adı pek anılmamış olan Dolemite Is My Name, bir anlamda sinemaya yıllar sonra dönen Eddie Murphy’nin tek kişilik şovu. 1970’lerde kaydettiği Dolemite komedi albümleri ve 1975 yapımı “Dolemite” filmi ile tanınan komedyen ve oyuncu Rudy Ray Moore’un hayatını anlatan film, dönemin atmosferini oldukça başarılı bir şekilde yansıtıyor. Rudy Ray Moore ile tanıştığınıza çok sevinecek ve filmi izlerken kahkaha atmadan duramayacaksınız.
{{399955}}