Koronavirüs önlemleri: Giden haklar dönecek mi?
Avrupa'nın gündeminde bu hafta da koronavirüs salgını vardı. Almanya, İngiltere ve Fransa basınında salgına dair yazılanları derledik.
Fotoğraf: AA | Kolaj: Evrensel
Alman medyasında koronavirüs salgınına karşı alınan önlemlerinin yararları yanında uzun vadedeki zararları da tartışılıyor. Münchener Merkür gazetesinde “Şimdi önümüzde büyük bir sınav daha var: Vatandaşlar birkaç hafta içerisinde devlet tarafından getirilen özgürlük kısıtlamasına ve zorunlu işsizliğe karşı direndiğinde nasıl tepki vereceğiz?” sorusu ortaya atılırken, Junge Welt, alınabilecek önlemlerin neden alınmadığını, temel hakların ne kadar süreyle kısıtlanabileceğini sorguluyor.
Fransa’da hükümet Kovid-19 virüsüne karşı “savaş” ilan ettikten sonra orduyu devreye soktu, askeri bir hastane kurdu, Irak’tan çekileceğini ilan etti ve ülkede de Sağlık OHAL’ini ilan etti. 31 Aralık’a kadar da iş yasasının değiştirildiği duyuruldu. Fakat değişiklikler işçilerin haklarına yönelik ciddi saldırıları içeriyor ve sendikalar bu saldırıların devam etme riskine vurgu yapıyor.
İngiltere’de geçen haftaya kadar hiç adım atmayacakmış gibi görünen hükümet bir hafta içerisinde okulları kapadı, sokağa çıkma yasağı ilan etti, yasalarda acil değişiklikler yaparak demokratik özgürlüklere müdahale hakkını yasallaştırdı. NewStatesman’a yazan Grace Blakeley, “Bu krizin mirası ekonomik ve politik gücün bir avuç oligarşi elinde toplanması olacak” diye yazdı.
SALGIN VE POLİTİKA
Knut MELLENTHIN
Junge Welt
Politikacılar ve medya, korona salgını nedeniyle bazı temel hakların maalesef geçici olarak “kısıtlanması” gerektiğinden bahsediyor. Doğrusu ise süresiz olarak geçersiz kılındıkları. Sadece Paskalya tatilinden sonraya kadar olması olanaksız. Bir aşı bulununcaya kadar, belki beş ay, belki iki yıl sürebilir.
Şimdilik, “öngörülemeyen gelişmeler nedeniyle”, insanların savaş zamanında bile bu bütünlükte dokunulmamış en basit insani eylemleri ve davranışları yapmaları yasaklanmış durumda: Çocukların diğer çocuklarla oynayıp sosyalleşmesi, her yaştan insan arasındaki ilk ve belki son aşk ilişkileri; gençlerin birlikte yaşaması ve arkadaş gruplarında birbiriyle rekabet etmesi... Gerçek, sadece bir ailenin nesiller arasındaki “dijital” buluşmak zorunda kalması değil; en yakın ve en geniş aile üyeleri, arkadaşları ve tanıdıkları ile buluşması, tartışması, ölüler için ortak yas; evlenen veya çocuk sahibi olan genç ailelerin sevinçlerinin paylaşılması artık devre dışı.
Politikacılar, pandemi tarafından “habersiz yakalandıklarını” ve bu boyutta gelişeceğini öngöremediklerini söylüyorlar. Gerçeği kabul edip özeleştiri yapmak yerine kendilerini tam bir aptal olarak göstermeyi tercih ediyorlar: Olanlar birkaç yıldır tahmin edilebilirdi. Halkın, başlangıçta sadece küçük bir bölümünün olsa da, anlayabileceği çok sayıda plan üzerine çalışılmıştı.
Bu tür planların, esas olarak Kasım 2002 ile Temmuz 2003 arasında ilk SARS salgınından sonra ulusal ve uluslararası düzeyde geliştirildiği ve birkaç istisna dışında, Doğu ve Güneydoğu Asya ile sınırlı olduğunu gösteren belgeler var. SARS, atipik akciğer iltihabı adı verilen “Şiddetli Akut Solunum Sendromu” anlamına gelir. Daha önce bilinmeyen patojen, korona virüsleri grubuna aittir. O dönem, dünya çapında bilinen ölümlerin sayısı binin altında kaldı. O yıl, tesadüfen, SPD ve Yeşiller’in Gerhard Schröder başbakanlığındaki koalisyonun Alman Sağlık Sistemine ciddi zarar veren “Ajanda 2010”u ilan ettiği yıldı.
Olası salgın hastalıkların tahminlerinin ve bunlara dayanan acil durum planlarının uzun süredir mevcut olduğuna dair kanıt olarak, Die Linke/Sol Parti politikacıları son birkaç hafta içinde birkaç kez “Virüs Modi-SARS tarafından Pandemik Risk Analizi” belgesine dikkat çektiler. Bu belge 3 Ocak 2013’te Federal Parlamento’ya iletilmişti ve internette bulunmakta. Robert Koch Enstitüsü (RKI) projeden sorumluydu; Alman ordusu da dahil olmak üzere çok sayıda federal kurum hazırlanmasında yer aldı. Bu çalışmanın ana nedeni ve arka planı, görünüşe göre “domuz gribi” olarak da bilinen, Ocak 2009 ile Ağustos 2010 arasında dünyanın gündemine gelen grip salgınıydı. Dünya Sağlık Örgütü, dünya çapında hastalığın bulaştığı insan sayısını 440 bin ve ölümleri ise 18 bin 449 olarak açıkladı.
Söylemek zorundayız ki, en azından yayınlanan formda ne bir analiz ne de somut eylem önerileri var, ciddi bir pandeminin seyri için sadece varsayımlardan söz ediliyor. Yine de daha önce bilinmeyen, üç yıl içinde çıkabilecek oldukça bulaşıcı bir SARS koronavirüsü temelinde hastalığın yayılmasını engelleyecek bir aşı geliştirilebilirdi. Pandeminin süresinin uzun olacağı ve pandemiden Almanya’da en az 7,5 milyon kişinin ölebileceği de senaryoda varsayım olarak yer almıştı.
Bununla birlikte, bu tahmin, önceki tüm bilgilere göre, şu anda yaygın olan koronavirüs SARS-CoV-2 için geçerli değil. Birincisi: Varsayım olarak virüsün her yaş grubunu aynı ölçüde etkileyeceği senaryosu hazırlanmıştı. Öyle olmadığı görüldü. İkincisi, hastalıktan kurtulan insanların daha sonra tekrar hastalanabileceğinden yola çıkılmıştı. Bu da yanlış çıktı. Buna dayanarak Almanya’daki pandeminin üç dalga halinde yayılacağı ve yaklaşık üç yıl süreceği varsayılmıştı.
2013’ün başlarında yayınlanan belge, eşlik eden propaganda da dahil olmak üzere devlet organları tarafından alınan önlemler hakkında sadece genel yönergeler içermektedir. En azından makalede somut planların varlığına işaret ediliyor: ‘‘Ulusal düzeyde, özellikle de kuş gribi vakalarının ortaya çıkmasından pandemik enflüanzaya kadar çaba harcanmalıdır.” Robert Koch Enstitüsü’nün de ulusal bir pandemi grip planı vardı. Buna dayanarak, ulusal ve yerel yönetimler kendi pandemik planlarını hazırladılar. Ayrıca, birçok büyük şirket ve enstitü, hastalıkla ilgili işe gelememeyi azaltmak ve çalışma yeteneğini geliştirmek için ev ofisi gibi kendi planlarını geliştirdi.
Solcular için bu senaryoya dayalı olarak federal ve eyalet hükümetlerinin ne gibi ihtiyati önlemler aldığını sorma, tartıştırma iyi bir iş olurdu. Koruyucu kıyafetlerin, ağız maskelerinin ve dezenfektanların yeterli miktarlarda bulunmadığı ortadayken...
(Çeviren: Semra Çelik)
PATRONLARIN YARDIMINA YETİŞEN KARARNAMELER
Pierric MARISSAL
Loan NGUYEN
Humanite
Pazar günü Meclisin olağanüstü sağlık halinin onaylanması, eğilimin ne olduğunu önceden göstermişti fakat çarşamba günü Bakanlar Kurulunda onaylanan kararnameler, işçiler için yaklaşan sosyal gerilemenin çerçevesini netleştirdi. Evine kapananlar için ücretli izin hakkı ve mesailerin ödenmesi tehdit altında, işletilmesi gerekli diye değerlendirilen şirketlerin çalışması ve kamu hizmetinin devamını sağlayanlar için ise çalışma süresinin uzatılma riski var ve böylelikle burada çalışan işçiler açısından virüsün bulaşma ihtimali de daha da artmış oldu.
BÜYÜK TEHDİT
Yaşanan, iş yasasına karşı büyük bir tehdit. Hükümet günlük olduğu kadar haftalık çalışma süresinde kazanılmış haklar konusunda önemli değişiklikler getiriyor. Kararname bunların “ulusun güvenliği ve ekonomik ve sosyal yaşamın devamlılığı için büyük oranda zorunlu olan sektörler” için geçerli olduğunu belirtiyor, fakat bu sektörlerin listesi daha sonra yayınlanacak. Geçen şubat ayında “belirleyici” sektörler olarak tanımlananlara bakarak bunların enerji, telekom, lojistik, toplu taşıma, sağlık ya da gıda olduğunu öne sürebiliriz. Bugün azami olarak 12 haftalık bir dönem için bu sektörlerin şirketleri işçilere ortalama 44 saat çalışma dayatmakla sınırlıydılar, yarın ortalama çalışma süresini 46’ya (hatta balıkçılık ve gıda sektöründe 48 saate kadar) çıkartabilecekler ve azami olarak 60 saate kadar dayatabilecekler.
Aynı şekilde günlük çalışma süresi 12 saate kadar uzatılabilecek. Kararname “aşılan süre kadar bir dinlenme süre verilme şartıyla” işçinin gündüz olduğu kadar gecede çalışabileceğini belirtiyor. Tam da bu konuda iki mesai arasında dinlenme süresi de 11 saatten 9 saate geriletiliyor. Orange Telecom’da CGT sendikasının işçi delegesi Cedric Carvalho “Bunu yakından takip edeceklerini ve çok dikkatli olacaklarını” belirtiyor. Ona göre “Daha önce kasırgaların yaşandığı dönemlerde bu tür değişiklikler yaşadık, kimi arkadaşlarımız 7 günün 6’sında çalıştılar ve günde 10 saat mesai yaptılar. Bunun ne kadar yorucu olduğunu tahmin edebilirsiniz. Bu acil durum kesinlikle genelleştirilmemeli, üstelik kimi teknisyen arkadaşımız Kovid-19’dan dolayı izine ayrılmak zorunda kaldılar”. Son olarak ise pazar günleri çalışmak tüm bu şirketlerde artık serbestleşti, üstelik artık sendikaların izninin olması bile gerekmeyecek. Artı bu değişiklikler yan sanayi şirketleri için de geçerli olacak. Kararname çalışma süresinin uzatılması ve pazar günü çalışılmasına dair tüm bu önlemlerin 31 Aralık’a kadar geçerli olduğunu belirtiyor.
Ücretli izin konusunda sektörde toplu bir anlaşma şartıyla işveren işçinin evden çıkmadığı sürenin bir kısmını ücretli izin olarak sayabilecek. Kararname işverenin böylelikle azami olarak işçinin kaç gününe el koyabileceğini de belirtiyor: Ücretli izinden 6 gün, eskiden fazla mesaiden birikmiş izin günlerinden ise 10 gün. Bu son konuda şirket işçiye sormadan bile bunu uygulayabilecek ve hayata geçirmeden önce uyması gereken bir süre bile olmayacak. Çalışma bakanı Muriel Penicaud “bugüne kadar işveren bir aylık bir süreye uyması gerekiyordu” diye belirtiyor.
CGT konfederasyonunun sekreteri Celine Verzeletti, “Bir işçinin şirketi kapalı olduğu ya da evden çıkamadığı mağdur olmasından dolayı tatilde olduğunun sayılmasına karşıyız. Var olan sağlık felaketine bir de sosyal adaletsizliği ekleyerek bu hükümet her şeyin üstünde olduğunu gösteriyor” diye eleştiriyor. Üstelik sendika bu önlemlerin geçerlilik süresinin yeterince net olmadığını ve Kovid-19 salgınından sonra da devam edebileceğinden kaygılanıyor. Tüm bunların amacı ise faturayı şirketler ile işsizlik ve sosyal sigorta masraflarından dolayı eline cebine atmak zorunda olacak olan devlet için hafifletmektir.
GEÇİCİ İŞSİZLİK
Çalışma bakanının ilan ettiği önlemler arasında şirketlerin işçileri geçici olarak işsizliğe gönderme, yani sözleşmeyi dondurmanın kolaylaştırılması da var. Devlet işverenlere işsizliğe gönderdiği işçileri için asgari ücreti tam olarak diğerleri için ise net ücretin yüzde 84’ünü ödeyecek. Yarısı küçük ve orta boylu şirket olmak üzere 37 bin şirket başvuruda bulunmuş.
Bu önlem işçilerin birçoğu için bir oksijendir, fakat kamu parasına göz dikmiş birçok şirket içinde bir fırsattır. Örneğin (Telekom tekeli) SFR’nin genel müdürü işçilerinin yüzde 60’ını geçici işsizliğe gönderileceğini ilan etti, oysa ki en önemli sektörler içinde bulunan ve krizden etkilenmeyen bir şirket. Bu konuda sorulan bir soruya cevap veren çalışma bakanı Penicaud “karşılıklı bir güvenç sürecinde olmamız daha sonradan bir kontrolün olmayacağı anlamına gelmiyor” dedi.
(Çeviren: Deniz Uztopal)
KORONAVİRÜS KRİZİ KAPİTALİZMİ DEMOKRASİNİN KARŞISINA DİKİYOR
Grace BLAKELEY
NewStatesman
Geçen yıl bu sayfalarda dünyanın tekrar bir resesyona doğru ilerlediği uyarısında bulunmuştum. 2008 krizinden 11 yıl sonra dünya ekonomisi tehlikeli bir sürece giriyor; birçok ekonomist ABD, AB ve UK (Birleşik Krallık) 2022’ye kadar resesyona girecek diyordu. Brexit, ABD-Çin ticari savaşı, ABD ve İran arasında olası gerçek bir savaş gibi fırtına bulutları ufukta birikirken diğer bazıları kriz sonrası toparlanma sürecinin daha da erken sona ereceğini öngörüyordu.
Fakat geçen sene hiç kimse dünya ekonomisinin modern tarihin en derin resesyonuna bir global virüs salgını yüzünden gireceğini tahmin edemezdi. Koronavirüs salgını ender bir durum: kapitalizmin içsel çelişkileri yerine doğanın yarattığı “dışsal bir şok”. Dahası, virüsün yarattığı kriz var olan global ekonomik zafiyetle etkileşiyor. 10 yıldır süren yavaş büyüme, hızla artan borç seviyeleri ve artan eşitsizliği takiben dünya yeni bir resesyona tarihte benzeri az görülmüş bir şekilde hazırlıksız yakalandı.
(…) Sonunda resesyon beklenenden daha önce geldi ve umulmadık bir darbe vurdu. Ama var olan diğer ekonomik sorunlar ortadan kaybolmadı: Corona virüsü bunları daha da derinleştirecek.
Kriz yükseldikçe, şirket ve hane gelirleri çökecek; şirketler ve şahıslar borçlarını ödeyemeyeceği için bir iflas dalgasına yol açacak. Finansal yükümlülüklerini karşılamaya çalışan şirket ve şahısların çabuk satış çabası aktif ve mal varlığı fiyatlarında daha da çok düşüşe yol açacak. Bankaların rezervleri 2008’den daha yüksek olsa da bu boyutta sistemik bir kriz finansal sistemi zayıflatacak.
Böyle bir sonuca şu ana kadar devasa devlet müdahaleleri engel oldu. ABD’de Federal Banka, finans pazarlarının işlemeye devam etmesi için, faiz oranlarını neredeyse yüzde sıfıra indirdi ve şimdi sınırsız oranda kıymet satın alma taahhüdünde bulundu; tarihinde ilk defa şirket tahvilleri de alacağını açıkladı. Merkez bankaları da dünya çapında bunu takip etti; özellikle İngiltere Merkez Bankası 200 milyar sterlinlik iddialı bir kıymet satın alma programıyla dikkat çekti.
ABD Kongresi geçen hafta sonu, batan şirketlerin kurtarılmasını da içeren 1,5 trilyon dolarlık kapsamlı bir kurtarma paketini onayladı. Birleşik Krallık’ta Maliye Bakanı, maaşların yüzde 80’ini karşılama vaadi verirken, bütçede açıklana 30 milyara ek olarak 330 milyarlık devlet destekli borç olanağını onayladı. Dünya Bankası ise kendi fonlarını yaratmakta zorlanacak ülkeler için 12 milyar dolarlık bir fon açtı. Daha da fazlasına ihtiyaç duyulacak; dünya çapında hükümetler yıl sonuna kadar devasa şirket kurtarma projeleri üstlenmiş ve dünyanın en büyük şirketlerinin birçoğunda çoğunluk hissedarı haline gelmiş olacaklar.
Aynı zamanda, kriz şimdiden global güneyden, Türkiye ve Arjantin gibi yükselmekte olan ekonomileri batırmakla tehdit eden, ABD’nin durgun sularına akmaya başlamış durumda. Avro bölgesinde bloğun, üye ülkelerin finansal politikalarına sınırlandırma getiren, yapısını değiştirmeden krizle başa çıkabilme çabası Avrupa Merkez Bankası üzerinde muazzam bir baskıya sebep oluyor. Trump ticari savaşından vazgeçse bile, global ticaret çökecek ve küreselleşmenin kendisi, krizin tahmin edildiği gibi uzun sürmesi durumunda, durma noktasına gelecek gibi görünüyor.
Bazı büyük şirketler buna direnebilecek ve hatta krizden kârlı çıkacak gibi görünüyor. Dünyanın en büyük şirketlerinden birçoğu kriz öncesi büyük nakit rezervlerine sahiplerdi ve dolayısıyla düşük gelir dönemini atlatacak kaynaklara sahipler. Diğerleri – Amazon, Netflix ve bazı sosyal medya şirketleri – krizin hizmetlerine talebi artırması dolayısıyla kazançlı bile çıkacak. Tüm pazarlarda eğilim birleşme yönünde olacak; küçük şirketler baskı altında ya batacak ya da büyük şirketlere yem olacaklar.
Geçen sene herkes resesyon kehanetinde bulunabilirdi ama hiç kimse 2020’nin dünya çapında yeni bir kapitalizm dönemine girileceğini hayal bile edemezdi; devletler, bankalar ve büyük şirketler arasında bağların daha da sık hale gelmesi ve hatta tamamen kaynaşmaları. Geçmiş on yılda gözlenen durgunluğun, kendi çelişkileri ağırlığının altından 2008’de çıkamayan, finansallaşmanın ölüm çanı olduğunu şimdi görebiliyoruz. Bu sene ise yerine geçecek olan sistemin doğuşuna şahit olduk: devlet tekeli kapitalizmi.
Kuzey yarımkürede gözlenen devlet harcamalarındaki artış solcular için büyük bir umut kaynağı değil. Bu krizin mirası ekonomik ve politik gücün –üst düzey politikacılar, merkez bankası, finansçılar ve büyük şirket yöneticilerinden oluşan- bir avuç oligarşi yöneticisinin elinde toplanması olacak.
Bu kriz bittiğinde bize kalan görev, bu koşullardan yararlanarak güç ve varlıklarını artıranlardan kontrolü geri almak olacak. Bunu yapmanın tek yolu da ulusal ekonomik ve politik kurumların radikal bir şekilde demokratikleşmesi; kamu yönetimindeki şirketler, merkez bankası, yerel ve merkezi hükümetlerin karar mekanizmalarında işçi, tüketici ve toplumların daha çok söz sahibi olması olacaktır. Alternatifi ise kapitalizmin demokrasiyi tüketmesini seyretmek olacaktır.
(Çeviren: Haldun Sonkaynar)