Neoliberalizmin salgınlarla mücadelesi
Şimdi önümüzde duran soru şu: Koronavirüs salgınını ve etkilerini tarihsel-toplumsal çerçevede nasıl inceleyebiliriz? Koronavirüs bizlere neler öğretiyor?
Fotoğraf:pngtree
Cansu CEYLAN
Boğaziçi Üniversitesi
Doğayla toplumun kesişiminde bulunan ve o kesişimi bizzat kendisi yaratan insanlar olarak insana dair herhangi bir olayı tarihsel-toplumsal çerçevenin dışarısında ele alamayız. Bugün sosyal bilimlerde “büyük çığır” açtığı söylenen bu “yeni”, toplumsal olan ile doğal olanın ayrılamayacağını belirten paradigma, diyalektik materyalizme az çok aşina olan bizler için hiç de yeni değil. Şimdi önümüzde duran soru şu: Koronavirüs salgınını ve etkilerini tarihsel-toplumsal çerçevede nasıl inceleyebiliriz? Koronavirüs bizlere neler öğretiyor?
“YETERİNCE KÂRLI” OLMAYAN HASTALIKLARA TEDAVİ YOK
Koronavirüs salgını sürecinde yüzümüze çarpan ilk gerçeklik, kapitalizmin bilimle olan ilişkisi oldu. Dr. Peter Hotez, SARS sonrası başlattığı koronavirüs aşısı geliştirme projesinin insanlar üzerinde yapılması gereken klinik deneyler aşamasında fon yetersizliği nedeniyle durdurulduğunu bu ayın başında açıklamıştı.(1) Hotez, 2003 yılında dünyada büyük korkuya sebep olan, koronavirüs temelli bir hastalık olan SARS’ın 2016’ında unutulduğunu, bu nedenle fonlanmadığını da belirtmişti. Tıp da dahil olmak üzere bilim tüm alanlarında sermayenin ve büyük ilaç firmalarının çıkarları, hangi araştırmaların devam ettirilip hangilerinin devam ettirilemeyeceğine karar veriyor.
Örneğin küresel sağlık alanının önde gelen fonlayıcılarından biri olan Bill ve Melinda Gates Vakfı, Toronto Üniversitesi’nde halk sağlığı profesörü olan Anne-Emanuelle Birn tarafından mevcut sağlık hizmetlerine olan erişimi arttırmak yerine reklam değeri yüksek olan “mucizevi tedavi”lere milyon dolarlar akıtmakla suçlanmıştı.(2)
Daha çarpıcı veriler, “tropikal hastalıklar” literatüründen gelmekte. Genellikle bağımlı üçüncü dünya ülkelerinde görülen, “Batı’ya uğramayan” hastalıkları tanımlayan “tropikal hastalıklar”, her yıl 534 bin insanın hayatına mal oluyor. Pécoul, büyük ilaç şirketlerinin çoğunlukla üçüncü dünya ülkelerinde görülen bu hastalıkların tedavisine “yeterince kârlı” olmadığı için odaklanmadığını, her yıl milyonlarca insanın hayatını tehdit eden hastalıkların teşhisi ve tedavisi için gerekli teknolojileri geliştirmek yerine Viagra ve Rogaine gibi kazançlı ürünlere yöneldiklerini belirtiyor.(3)
Yakın zamanda ABD’ye kasıp kavuran opioid salgınında büyük ilaç şirketlerinin rolünü hatırlayalım. Büyük ilaç şirketleri, kârlılığı fazla olan opioide olan talebi artırmak için bilimsel makaleleri manüpüle etmek ve opioidleri kronik ağrı için varsayılan tedavi haline getirmek için belirli doktor eğitimlerini finanse etmekle suçlanmıştı.(4)
Bu örneklerin hepsi kapitalizmin kâr hırsının bilimi nasıl kullanılabilir ve pazarlanabilir hale getirdiğini gözler önüne seriyor. Gerçek şu ki bu örnekler, bilimin ve özellikle tıbbın “istisnaları” değil, kaideleridir. Denetimsizliğin en üst seviyeye ulaştığı, kapitalizmin kâr hırsının toplumsal yarara dair her şeyi sildiği neoliberal düzende bilim, sermayenin çıkarlarını temsil eden bir araç haline gelmiştir.
BİYOLOJİK İNDİRGEMECİLİK KISKACINDA
Bu sınıfsal çıkarların su yüzüne çıktığı sisteme bir de özellikle tıp alanında çokça karşılaştığımız biyolojik indirgemeciliği ekleyelim. Neoliberalizmin bilim alanına başka bir katkısı, “uzman” görüşünün kabul edilebilir tek bilgi türü olduğudur. Burada “uzman”ın yukarıda tarif ettiğimiz çerçevede sermayedarların rant ve kâr hırsına ket vuramayacak, sistemin kendi uzmanları olduğunun altını çizelim.
“Savaş bir halk sağlığı sorunudur” diyen hekimlerin maruz kaldığı baskıları, Barış Akademisyenleri sürecini, Dilovası’nda endüstriyel atıkların halkın kanser oranlardaki artışla ilişkisini kuran Onur Hamzaoğlu’nun tutuklandığını, Kanal İstanbul’a karşı çıkan bilim insanlarının itibarlarının zayıflatıldığını hatırlayalım.
Biyolojik indirgemecilik, yalnızca biyolojik olgulara odaklanarak herhangi bir hastalığa ya da medikal olguya katkıda bulunan çevresel, sosyal ve politik etkenlerin gözardı edilmesini, hastalıkların “bireysel bir talihsizlik” olarak algılanmasını tarifler.(5) Koronavirüs üzerine yapılan tartışmalarda biyolojik indirgemeciliğin izlerini görmek mümkün. Öncelikle, salgının yayıldığı söylenen Wuhan kentine bakalım.
WUHAN ÖRNEĞİ
21.yüzyıla kadar bir tarım bölgesi olan Wuhan, bu yüzyılın başlarında çok hızlı bir şekilde özellikle çelik sanayisinin sırtında yükselerek endüstriyel bir merkeze dönüştü, 11 milyonluk nüfusuyla Çin’in en kalabalık şehirlerinden biri haline geldi. Çalışma koşullarının çok ağır olduğu, sınıfsal ayrımın ve yoksulluğun oldukça derin hissedildiği Wuhan, koronavirüsten önce geçen yılın temmuz ayında şehirde yaşanan protestolarla gündeme gelmişti. Fabrikaların neden olduğu hava kirliliği rekor düzeye ulaşmış, yerel yönetimin şehre çöp yakma tesisi kurma planı son kibriti çakmıştı. Milyonlarca insanın oldukça sağlıksız koşullarda yaşadığı Wuhan’da bu protestolardan 6 ay sonra solunum sistemini etkileyen bir hastalığın bu kadar insanı etkilemesi tesadüf değildi.
Şunu belirtelim ki virüsler, hastalıklar, salgınlar elbette ki biyolojik temelleri olan olgulardır. Fakat öte yandan bu hastalıkları tetikleyen, salgınların “salgın” haline gelmesine neden olan olgular bir o kadar da toplumsal ve politiktir. Bağışıklığı zayıf olan kişileri en derinden etkileyen koronavirüs, bu nedenle oldukça toplumsal ve sınıfsal temelleri olan bir hastalık. Sağlıklı beslenme, iyi hayat koşulları, spor yapma alışkanlıkları, sağlık hizmetlerine erişim vb. koşullar kapitalist dünyada yalnızca belirli bir kesimin ulaşabildiği lükslerdir. Bu açıdan koronavirüsten en çok etkilenen kişileri “bağışıklığı zayıf” hastalara, Wuhan’ı ise “canlı hayvan pazarı”na eşitleyen biyolojik indirgemeci yaklaşımlar, herhangi bir hastalığın ya da salgının özünü görmemizin önüne set çekiyor.
İSTATİSTİKLER DE YALAN SÖYLER
Koronavirüs ile birlikte günlük yaşantımıza giren başka bir kavram “yaşa bağlı risk” oldu. Dumit, 1950’lerden itibaren “bireysel risk” kavramının ve istatistiklerin medikal alanda daha fazla kullanılmaya başlandığı, neoliberalizm ile birlikte bu kavram setinin norm haline geldiğini belirtiyor.(6) Bu süreçte sağlığın anlamının “sağlıklı olmak”tan “riskten kaçınma”ya dönüştüğünü belirten Dumit, aynı zamanda risk kategorisinde olan bireylerin toplumsal olarak konumundan soyutlandığını belirtiyor. Örneğin, 33 yaşında koronavirüs nedeniyle hayatını kaybeden sağlık çalışanı Dilek Tahtalı, Sağlık Bakanı’nın açıklamasında bağışıklık sorunları olduğu için “risk” kategorisinde tanımlanırken her gün hastalarla temas eden bir sağlık çalışanı için koruyucu önlemler alınmaması satır arasında kalıyor.
Lock ise riskin istatiksel bir kategori olarak norm haline gelmesini eleştiriyor: Herhangi bir hastalığa yakalanan vakalar üzerinden elde edilen ortalamaların yansıması olarak karşımıza çıkan risk, bireysel gerçeklerin kısmen görülmesini engelliyor. Zira, istatiksel anlamda ortalamalar ve medyanlar soyut kategorilerken bu ortalamalardan “sapma”lar tekil gerçekliği ve vakaların bireysel özelliklerini temsil ediyor. Evet, koronavirüs açısından yaş önemli bir risk faktörünü oluşturuyor. Fakat 103 yaşında hastalığı yenen bir hasta ile bilinen hiçbir hastalığı olmadığı halde 21 yaşında hayatını kaybeden Chloe Middleton, tam da bu “sapma”ları ve gerçekliğin kendisini oluşturuyor.
Risk kategorilerine yapılan atıflar, esas olarak toplumsal bir damgalamaya dönüştüğü zaman tehlikeli hale geliyor. Çünkü hastalık olasılığını “bireysel risk”e indirgemek, aynı zamanda risk kategorisinde olan insanlara karşı ahlakî bir tutumu da içeriyor: Bireylerin risk içeren davranışlarda bulunmaması, risk kategorisinde olan bireylerin ise kendilerine dikte edilen davranışları gerçekleştirmesi gerekiyor. Toplumsal zorunlulukları görmek yerine “bireysel tercihi”, sağlık sistemlerinin ve devletin sorumluluğu yerine “bireysel sorumluluğu” koyan “neoliberal özne” anlatısı, milyonlarca işçi ve emekçinin yaşam ve sağlık koşullarını görmezden geliyor. Sonuç olarak, toplumsal neden ve sonuçları olan bir fenomen, bireysel sorumluluğa indirgeniyor. “Herkes kendi OHAL’ini ilan etsin” söyleminin altında tam olarak sistemsel olanı yok sayıp sorumluluğu bireylere, bireylerin davranışlarına atfetmeyi mümkün kılan bu düşünce seti yatıyor.
“GELİYORUM” DİYEN SALGINA GELMEDEN ALINMAYAN ÖNLEMLER
Her gün sadece Türkiye’nin değil tüm dünyanın vaka ve ölüm sayılarını inceliyoruz. Sağlık sistemine erişimi olmayan, hastalığı ayakta atlatan, hastanelerin kapasitesi dolduğu için kayıtlara geçmeyen birçok vaka istatistiklerde yer almıyor. Türkiye’de yapılan test sayısının azlığı ise bu istatistikleri daha da anlaşılmaz hale getiriyor. Kendi OHAL’ini ilan edemeyen milyonlarca işçi-emekçiye “sosyal mesafelenme” bireysel bir sorumluluk olarak yükleniyor.
Imperial College’ın yayımladığı raporda ABD ve İngiltere’de yoğun bakım kapasitesini aşmamak için sosyal mesafelenme ve baskılama stratejilerinin uygulanması gerektiği, uygulanmazsa yoğun bakım yatak kapasitesinin 8 kat yetersiz kalacağı; bu stratejilerin uygulandığı senaryoda ise yoğun bakım ünite sayısının 2-3 kat yetersiz kalacağı belirtiliyor.(7) Sağlık sistemlerine kârlı olmadığı sürece yatırım yapılmayan kapitalist sisteme, sağlığı bireysel sorumluluğa indirgeyen ve sağlığı en hızlı şekilde özelleştirerek milyonları ölüme terk eden neoliberal politikalara, SARS, ebola, MERS salgınları tecrübesinin hâlâ canlı olduğu tarihsel bir dönemde ocak ayından beri “geliyorum” diyen salgına karşı hiçbir önlem almayan, herhangi bir küresel sağlık krizinde acil eylem planı bulunmayan hükümetlere olan eleştiriler arka plana atılıyor.
Koronavirüs salgını, bütün bu tepkileri ve çelişkileri her gün daha fazla derinleştiriyor. Yazının başında da belirttiğimiz gibi insanlığa dair hiçbir fenomen toplumsal ve tarihsel koşullardan soyutlanarak ele alınamaz. Bu zor süreçte toplumsal zorunlulukların bize dayattığı ölçüde alabildiğimiz önlemleri alırken hangi önlemleri alıp hangilerini alamadığımızın ise oldukça toplumsal ve sınıfsal olduğunu görmemiz oldukça önemli.
1)Mike Hixenbaugh, “Scientists were close to a coronavirus vaccine years ago. Then the Money dried up”, www.nbcnews.com/health/health-care/scientists-were-close-coronavirus-vaccine-years-ago-then-money-dried-n1150091.
2)Anne-Emanuelle Birn, “Gates’s Grandest Challenge: Transcending Technology as Public Health Ideology,” Lancet 366, no. 9484 (2005): 517.
3)Bernard Pécoul, “New Drugs for Neglected Diseases: From Pipelines to Patients,” PLoS Medicine 1, no. 1 (2004): e6.
4)Chris McGreal, “İlaç devleri Amerika’da opioid salgınını nasıl başlattı?”, www.evrensel.net/haber/383890/ilac-devleri-amerikada-opioid-salginini-nasil-baslatti
5)Margaret Lock, “Breast cancer: Reading the omens,” Anthropology Today 14, no. 4 (1998): pp.7-16.
6)Joseph Dumit, Drugs for Life (2012): 4.
7)Imperial College COVID-19 Response Team, Impact of non-pharmaceutical interventions to reduce COVID-19 mortality and healthcare demand, www.imperial.ac.uk/media/imperial-college/medicine/sph/ide/gida-fellowships/Imperial-College-COVID19-NPI-modelling-16-03-2020.pdf