Nalan Çelik, Gonca Özmen ve Betül Dünder, hayatlarını değiştiren kitapları anlattı
Herkesin kişisel tarihine derin izler bırakan yazarlar ve şairler vardır. Biz de Nalan Çelik, Gonca Özmen ve Betül Dünder’e sorduk. Onlar da yaşamını etkileyen yazar ve şairleri anlattı.
Fotoğraf: Pixabay
İsmail AFACAN
İstanbul
Herkesin kişisel tarihine derin izler bırakan yazarlar ve şairler vardır. Kimi zaman yarattıkları karakterlerle özdeşleştiririz kendimizi, o karakterler gibi yaşamak isteriz. Kimi zaman bir şairin şiirine asılı kalırız, “Yazmak istediğim şiir bu” deriz ve işe onun şiirlerini taklit ederek başlarız. Etkiler, etkilemekle kalmaz okuru değiştirir ve dönüştürür. Başka dünyaların keşfi, kendini keşfetmenin yoludur aynı zamanda.
Cemal Süreya bir söyleşisinde kendisini en çok etkileyen yazarı şöyle anlatıyor: “1944 yılında Dostoyevski’yi okudum. O gün bugündür huzurum yoktur.” Cemal Süreya’nın hayatında kırılma yaratan yazar, 13 yaşındayken okuduğu Dostoyevski… Herkes bu soruyu, son günlerde kendine daha fazla sorabilir. Biz de Nalan Çelik, Gonca Özmen ve Betül Dünder’e sorduk. Onlar da yaşamını etkileyen yazar ve şairleri anlattı.
NALAN ÇELİK: KÜÇÜK KADINLAR’I OKUDUM, YAZAR OLMAK İSTEDİM
Hocamız ilkokul üçüncü sınıfın sonunda yaz tatili ödevi vermişti. Bir kitap okuyup, yazarak anlatacaktık. Kitabın kapağını, içini yeniden yaratıp kendi kitabımız gibi yapacaktık. Ödeve ilişkin birçok sorusu vardı. Bunlardan unutmadığım biri şuydu. Okuduğunuz kitaptaki en sevdiğiniz karakteri, neden sevdiğinizi yazın. Çok sevinçliydim. Çünkü babam okul kitaplarının dışında kitap okumama izin vermiyordu. Harçlık da vermiyordu kitap alamayayım diye. Komşu evlerden edindiğim kitapları saklı okuyordum. Bu kez bir şey diyemezdi. Özgürce evin her köşesinde istediğim saatte, numaralar yapmadan okuyacaktım.
Annemle, babam çalıştığı için kitapçıya yalnız gittim, durumu anlattım. Louisa May Alcott’un, “Küçük Kadınlar” kitabı önerildi. Kitabın kapağında koltukta oturan beş kadın vardı. Ortadaki kadın dört kızına kitap okuyordu. Kendi kapağımın üzerine kitabın bende oluşturduğu düş yolculuğuyla üç kadın resmi çizdim. Koltuğun ortasında oturup kitap okuyan bendim, yani Jo’ydum, babam kız olarak doğduğum için on gün eve gelmemişti. Benden erkek gibi davranmamı beklemiş, saçlarımı erkek gibi kestirmiş, erkek gibi giydirmişti. Kapaktaki kitap okuyan beni evdeki kumaşlardan en kadınsı, kabarık uzun etekli, örgü yünlerinden de yardım alarak boynundan beline iki örgü saçlarının ucunda çiçekler iliştirilmiş bir kız olarak canlandırdım. Annemi, kız kardeşimi boncuklardan renkli gözler, kabartılmış saç modelleriyle süsledim. Kapağa baktıkça sağımda oturan annemde, Jo’nun kız kardeşlerinden Beth’i görüyor, kız kardeşlerimden biri gibi duyumsuyordum. Hemen hastalanan, bir köşeye kaçan, sorumluluk almayan, susan. Solumdaki kardeşimse Meg’in özlemleri içindeydi, en güzel giysilerle zengin bir kocanın kolunda davetlerden davetlere konuk olacak düşler dünyasında.
Hocanın sorularından birini şöyle yanıtladım: “Ben en çok Jo’yu sevdim. Onun gibi güçlü ve dayanışmacı olmak, çok okumak, özgürce okumak, bir gün onun gibi yazar olmak istiyorum.”
GONCA ÖZMEN: GÜLTEN AKIN BENİ YENİDEN DOĞURDU
Masalların düşsel dünyasında başladı yolculuğum, önce dinleyerek sonra okuyarak. Romanlara, hikayelere, en son da şiire dadandım. Sıkı bir okur olabilmeyi, yazma uğraşından önceye koydum hep. İlk dinlediğim masaldan ilk okuduğuma ve şimdiye, çoğu kitap beni derinden sarstı. Yazılan, beni güzelledi. Düşündürdü, şaşırttı, heyecanlandırdı, sorularımı çoğalttı, onlara yenilerini ekledi, aklımı da duygularımı da başkalaştırdı. Değiştirdi, dönüştürdü. Beni yeniden doğurdu.
Yazılana olan inancım hiç sarsılmadı. Yazılana ilgim, merakım, hevesim hiç azalmadı. Daha dün Enis Batur’un Pasaport Damgaları’nı bir büyük hazla bitirdim. Bir şeyler bir şeylerle yer değiştirdi. Evde kalmak zorunda olduğumuz bugünlerde aklım fır dolandı onca şehri, ülkeyi bir başka göz ve bir başka akılla! Bugün de Michael Marder’in Toz’unun etkisiyle geçti. Çarpıştığım birçok metnin beni ben kıldığını söyleyebilirim rahatlıkla. O nedenle tek bir kitabı seçmem çok zor. Epey bocaladım ama elbette şiire, şaire vardım sonunda. Başlı başına bir değişim ve dönüşüm çağı olan ilk gençliğime baktığımda çünkü bir görkemli şairin varlığı ışıldıyor hâlâ.
Ders kitaplarındaki manzumeler bir yana, gerçek anlamda şiirle tanışıklığım Gülten Akın’la oldu. Sanırım ortaokul üçüncü sınıftaydım Seyran’ı (Toplu Şiirler) okuduğumda. 1982 yılı, Can Yayınları baskısı. İlk kitabı Rüzgâr Saati’nden yedinci kitabı Seyran Destanı’na bir etkileyici toplam. Kendiliğinden, içten, aydınlık, rüzgârlı, delişmen, direngen bir ses. Beni elimden tutup ötelere, başka dünyalara götüren bir yakınlık. Bir kara inat, bir güzel cüret, bir mavi umut. Yalınlığı, duyarlığı, sıcak ve canlı diliyle sarıp sarmalayan bir şair. Yalnızlığım diniyordu onu okudukça. Yılgınlığım, bunaltım, odalarda sıkılıp durduğum azalıyordu. Taşradaki tekdüze yaşamdan ve sığlıktan kaçıp saklandığım içim, genişliyordu onun şiiriyle.
Özellikle “Rüzgâr Saati”nden “Deli Kızın Türküsü”ne, “Siyah-Beyaz”dan “Uzun Yağmurlardan Sonra”ya, “Kestim Kara Saçlarımı”, “Oyun”, “Sığda”, “Yağmur Yağmur”, “İlkyaz” adlı şiirlerini defalarca okuyor, neredeyse ezberliyor, bazılarını da bir deftere yazıyordum. İlk şiir defterim Gülten Akın’la başlamış oldu böylece. Defterlerden de vazgeçmedim. Okuma defterleri tutarım hâlâ; dizeler, cümleler alıntılarım okuduklarımdan. “Benim bir nokta kırılmışlığım / Gözlerimin ardında büyür durur” diyen, “Kestim kara saçlarımı n’olacak şimdi” diye diklenen Gülten Akın’ın yazdıklarıdır bana şiiri sevdiren, şiir yazmaya heves ettiren ve bir bilinç, dahası bir kadınlık bilinci kazanmamda etkili olan.
Günlük yaşamdaki ince ayrıntıları görmemde, gördüğümle yetinmeyip görünenin ardını, derinlerini de görmek istememde; dünyaya, nesnelere, olaylara, yaşama bu gözle bakmamda; kadınlarla erkeklerin eşit ve özgürce yaşadıkları insanca bir dünya düşlememde Gülten Akın’ın yarattığı farkındalığı belirtmeliyim. “Yaratıcılık, bir başkaldırıdır,” diyen bu kıymetli şairin, erkek egemen bir şiir ortamında var olma çabası, kendini gerçekleştirmenin ve yazmanın bir kadın için ne denli önemli olduğu vurgusu, geleneğe, töreye, verili düzene yazarak kafa tutması, kendi yaşantısından yola çıkarak bireyselden toplumsala ve evrensele uzanma hüneri müthiş etkilemişti beni.
Bir delice kız, bir deli fişek ergen olarak okuduğum şiirlerinde bunaltısıyla, iç huzursuzluğuyla, itirazlarıyla, sınırları çizilmiş yaşantılara, dar odalara, evlere sığamayışıyla nasıl da bendendi! Bu yedi kitaplık toplama nicelerini ekledi sonra. Her yeni yaşta, her okumada başka tatlar, başka hazlar, başka anlamlar veren bu büyük şair, bu diri miras her zaman başucumda. İmgelemimde çoklanan, imgelemimi besleyen bir şair Gülten Akın. Kendi deyişiyle “İğne deliğinden geçeni, darı tanesine sığanı, yine de dünyalara sığmayanı bulabiliriz.” onun şiirlerinde.
BETÜL DÜNDER: YEL DEĞİRMENLERİNE SELAM OLSUN
Birçok yerde sözünü ettim aslında. Nasıl etmem? Bugün kitaplarla, o kitapların sıralandığı raflarla, evin her yerine gelişi güzel dağılmış kitapların bile orada oluşlarına dair taşıdıkları anlamla beni bu kadar bağlı kılan; çocukluğumun bir kütüphanede geçmiş olması. Annem ve babam çalışıyorlardı. Sabahları evin dağılımı şöyleydi. Ben Üsküdar’da, mahalledeki ilkokula, annem Karaköy’de bankaya, babam Balmumcu’daki askeri dikimevine gitmek üzere evden çıkıyorduk. Bundan sonra gün bana aitti. Evin tam karşısında olan Selimiye Halk Kütüphanesi (Bugün çocuk kütüphanesi olarak hâlâ açık) okuldan sonra bana ev olmuştu. Kütüphaneye emanet bir çocuktum. Okuldaki değil, kütüphane müdiresinin kapıdan girdiğimde gözlerini hafifçe kırpıştırıp, başıyla “hoş geldin” deyişi idi esas yoklamam. Kütüphane iki katlıydı. Alt kat çocuklar, yukarısı diğerleri içindi. Diğerleri, ilkokulu bitirmiş herkes. Ama daha çok yüksek öğrenim yapan öğrenciler gelirdi, abiler, ablalar. Onların giriş çıkışı caminin avlusuna açılan arka kapıdandı. Ben o kapıya dönük oturur, ellerindeki kalın kitaplarla gidip gelişlerini izlerdim kaçamak. Bir müddet sonra bu bir takıntıya dönüştü. Aşağı katta değil yukarıda olmalıydım. Müdire durumun farkına varınca, “Buradaki kitapların hepsini oku yukarı kata çıkabilirsin” dedi. Çocuk aklı inandım. Binlerce kitabın olduğu alt kattan büyüklerin olduğu kata böylelikle çıkabileceğime inandım. Elime geçen her şeyi okumaya başladım. Okuma zevkim bir takıntıyla yer değiştirmişti. Afacan Beşler serisi, Pal Sokağı Çocukları, Kaşağı, Küçük Kara Balık, Çocuk Kalbi, Şişkolar ve Sıskalar…elime ne gelirse. Tüketemiyordum alt katı. Ayılmam biraz uzun sürdü. Kırılmıştım. Bu da uzun sürdü. Müdirenin hoş geldin bakışlarını görmüyordum, göz göze gelmemeye çalışıyordum. Sırtım dönük oturuyordum artık avluya açılan kapıya. Bir şeylerin ters gittiği belliydi. Evde de okulda da konusu oldu çok geçmeden.
O gün yine her zamanki gibi okuldan geldim, üzerimi değiştirdim, karnımı doyurdum kütüphaneye gittim. İçeri girdim, aylardır oturduğum aynı masaya yerleşiyordum ki, kütüphane görevlisi genç kadın “Oturma oraya gel benimle” dedi. Müdirenin masasının önünden geçip -ki gözleriyle beni takip ettiğini hissediyordum” yukarı kata çıkan merdivenlere yönelen kadını kalbim ağzımda takip ettim.
Yukarıdaydım. Dağınık halde oturmuş diğerlerinin arasında. Birkaç masa boştu. Birkaçı kaldırıp başını şaşkın, boş bana baktı. Sonra gülümseyen gözlerle bakan biri. O heyecanımı fark etmişti. Yanındaki masaya oturdum. “Bugün burda kalabilirsin” dedi görevli ve aşağıya indi. Ardından dakikalarca öyle heykel gibi kaldım. Sonra bir anda kendimin farkına vardım. Yukarıdaydım. Kalın kitapların arasında. Çocuk kitaplarının dışında. Rafları gözlerimle taramaya başladım. İşte o an gördüm onu. Aşağıdayken okuduğum o incecik kitapla aynı adı taşıyordu ama o başkaydı. Üç parmağımı yan yana getirdim, kitaba baktım, parmaklarıma. O kadardı kitabın sırtı. Bir anda yerimden fırlayıp -çıkardığım gürültü kimsenin hoşuna gitmemişti elbette; yanımdaki gülümseyen gözler hariç- kitabı alıp oturdum. İlk başta aklımdan geçen “Aşağıda bizi aldatıyorlar demek ki, bu kocaman kitap neden incecik bir kitaba dönüşmüştü?” sorusuydu. Bu “Don Quijote” kimdi?
O an bu soruya nasıl cevap verdiğimi anımsamıyorum. Ama bugün biliyorum ki beni aşağıdan kurtaran, yeni bir çocuk olmamı sağlayan, beni dünyaya açan, dilin ihtişamıyla karşılaştıran, pasif direnişimin sonucunda buluştuğum ilk kahramanımdı. Yel değirmenlerine selam olsun.