Kitaplar okunduğu dönemin izlerini taşır biraz da
Evde ne okuyoruz? Osman Bozkurt, Çağla Meknuze ve Emrullah Alp korona günlerinde okudukları yazarları ve kitapları yazdı.
Fotoğraf: Pixabay
İsmail AFACAN
İstanbul
Koronavirüs salgını devam ediyor. Evde kalmaya çalışarak ve fiziksel mesafeye dikkat ederek koronavirüsten korunmaya çalışıyoruz. Kendi kabuğumuza çekildiğimiz bu süreçte vaktimizi daha verimli kullanmak için çeşitli etkinlikler yapıyoruz. Kimimiz filmler izliyor, kimimiz online konserleri takip ediyor… Bu etkinliklerden biri de kitaplarımız… Bu kapsamda sosyal medyada kitap paylaşım etkinlikleri ve edebiyat matineleri düzenleniyor.
Bir gün koronavirüs salgını sona erecek ve yaşadığımız acıların yanında bu süreçte yaptığımız etkinlikler aklımızda kalacak. Okuduğumuz kitapları düşüneceğiz mesela. Metinleri algılamada okuduğu dönemin nasıl etkili olduğunu göreceğiz. Osman Bozkurt, Çağla Meknuze ve Emrullah Alp korona günlerinde okudukları yazarları ve kitapları yazdı. İleride kaleme aldıkları bu yazılarda dönem atmosferinin etkisini daha iyi algılayacağız. Şimdilik iyi okumalar…
HER AN BİR TARİHTİR
Osman BOZKURT
Maddenin hareketi ve zaman kesintisizdir. Öyleyse yaşanan her an bir tarihtir. Küreselleşme adı altında sermayenin vizesiz dolaşımını yücelterek yere göğe sığdıramayan sermaye sınıfı, virüslerin pasaport bile kullanmadığını unutmuş olabilir mi? Kuşkusuz hayır. İnsanı ve ona yaraşır doğayı unutacak kadar açgözlü olan sermaye, virüsü doğrudan üretmediyse bile doğuran koşulların yaratıcısıdır. Bu yüzden günümüz dünyası, ışıkları söndürülmüş bir kışla görünümüne bürünmüş bulunuyor. Her an bir tarihtir ama genel tarih, toplumsal gidişatın belirleyici anlarını not eder. Gelecek nesiller, sadece yerelde değil bütün ülkelerde eş zamanlı yaşanan korona salgınını okuyacak. Her ülke, salgını kendi koşullarında kendine özgü alt etme başarısı ya da başarısızlıklarıyla anacak.
Genel tarih, adına uyarlı şekliyle genellemeleri yansıtır. Oysa tarih, genellemelerle yetinemeyecek kadar kapsamlıdır. Bu yüzden korona salgını bana, herkes gibi Albert Camus’ya Nobel ödülünü kazandıran Veba romanını hatırlattı. Bu romanı Metris Ceza ve tutukevinde okumuştum. Yazarın betimlemesiyle “Renkten, bitkiden ve ruhtan yoksun” bir kentin Veba yüzünden tutkulu hale gelişini anlatılıyordu. Bulaşıcı hastalığın cezaevindekilere yansıması dram içinde dramdı. Resmi tarih yazıcıları birer vakanivüs gibi, “Şunlar meydana geldi” der. Bu çelişkileri göz önüne almaz veya alamaz. Oysa toplumsal ve bireysel yaşamımız aynı zamanda, içi çe yürüyen sayısız çelişkinin ürünü olan acıların ve sevinçlerin toplamıdır. Veba’yı okurken tutukluydum ve ürpermiştim. Kendimi teselli eder gibi “İyi ki böyle bir salgınla yüz yüze değiliz,” diye düşünmüştüm. Çünkü diktatörlük, dışarıdakilere de nefes aldırmıyordu. Bu yüzden devletin sosyal sorumluluğunu, toplum vicdanını rahatlatacak ölçüde berrak bir adalet duygusuyla yerine getirmeyeceğine inanıyordum. Bugün dışarıdayım fakat içeridekileri düşündüğümde içim kararıyor. Çünkü bir devlet, demokrasiden ne kadar uzaksa sorumsuzluğa o kadar yakındır.
Diktatörlük, dedim de aklıma geldi. Nazilere karşı direnen komünist Julius Fuçik, “Darağacından Notlar” kitabında, “İnsanın düşüncelerini hazır olda durmaya kim zorlayabilir,” der. Bu da, özgürleşmeyi bilincin belirlediğini açıklar. Bu kitabı 1970’li yıllarda okumuş ve çok etkilenmiştim. Okuduklarınızla yaşamda karşılaşmak farklı bir zenginlik kazandırıyor. Örneğin Miguel De Cervantes’in Don Kişot’unu ilk okuduğumda, sadece bir mizahtı benim için. Cezaevinde yeniden okuduğumda, köylü felsefesini en iyi anlatan kitap olduğunu anladım. “Doğanın özgür yarattığı insanları esir etmek herhalde çok kötü bir şeydir,” diyordu. Özgürlük istenciyle yola çıkanların tutsak olduğu bir yerde okuduğunuzda, daha iyi anlıyorsunuz bunu. Korona yüzünden bazı ülkelerde kentler tutuklandı, bizde sadece altmış beş yaş üstü ve karantinaya alınanlar! Bunu da yazacak tarih. Kenti tutuklamazsanız, ekonomik çöküntüden sorumlu saymazsınız kendinizi! İşte size okuma zamanı ve konusu !..
SAİT FAİK, İSTANBUL SOKAKLARINDA DOLAŞIYOR
Emrullah ALP
Koronalı günlerde evde kalıp hiç dışarı çıkamayınca kitaplığıma gidip benim yerime sokakları gezen, benden daha iyi gezen, benim yerime gezdiği yerleri anlatan, benden daha iyi anlatan ve benim yerime insanlarla, doğayla konuşan bir büyüğümü ziyaret ettim. Beyefendinin adı Sait Faik Abasıyanık, Ada’da yaşıyor.
Bildiğini söylemenin, anlatmanın somutluğu ve öz güveni vardır Sait Faik öykülerinde. Yürümeyi biliyorsa yalnızca yürümeyi anlatır bize, onunla adım atarız bir sağ bir sol. Anlatırken yürümeyi abartmadan, onu başka bir şey olarak göstermeden, temiz ve nettir. Balık tutmayı biliyorsa, kendisiyle balık tutmaya çıkartır bizi; önce yanında getirdiği taburesini yere koyar sonra hangi balık için hangi yem kullanılır bunu öğretir sezdirmeden. Yapacak en önemli şeyimiz buymuş gibi değil en iyi yaptığımız işi yapıyormuş gibi hissettirir. O öyle güzel çizer ki öykülerini; girdiği kahvenin içinde oturan insanların yüzlerini tanırsınız. O insanların ne giydiği ne içtiği, bardağı nasıl tuttuğu, hangi sandalyede oturduğu, ses tonları… Eliyle koymuşçasına anlatır sokaktan geçerken bahsettiği konağın görünüşünü; ahşap ya da taş duvar konuşur içten içe. Ada’nın kekiklerinden, palamut, defne, nane kocayemişinden öyle söz eder öyle güzel yerleştirir ki bitkileri hikayesine, burnumuz bir aktardaymış gibi sevinir onu okurken.
Başka bir ülkede, başka bir şehirde olsak bile bizlere İstanbul’da olduğumuzu hissettirir, İstanbul’u bilen okuyucular ise kendilerine engel olamaz ve bahsettiği tablo hangi semtin özelliğiydi diye düşünmeye başlar. Sait Faik, bize burası Eminönü, Büyükada, Beyoğlu demez ama biz biliriz o anlattıklarının nereyi resmettiğini. Orhan Veli’nin Sait Faik için söylediği “Mahalle çocuğu” tanımı, onu mahallede yetişenler gibi halktan ve halka bağlı bir insan sayışından ileri geliyor. Yereli bilmek için sokaklara çıkar, insanlarla konuşur, esnafla oturup tavla oynar, kahvehanelerde çay içer-çay soğutur, izler, dinler, yazar. Bunları görev olarak yapmaz bunlarla yaşar. İşte ben de bugünlerde Sait Faik ile yaşıyorum.
Ada’lı Sait Faik; sokağa çıkma yasağı olmayan, virüs kapmayan sevgili büyüğüm. Şimdi dışarıda kendisi çamlığa yürüyüşe gitti öyle sanıyorum düşen kozalakları toplayacak...
BİR KÜÇÜK DELİLİK
Çağla MEKNUZE
11 Ekim 2019’muş Arzu Uçar, ‘Bir Küçük Delilik’i bana imzaladığında… Nişantaşı’da şık bir konuk evindeydik. (Nasıl da toplanmışız onca insan bir çatı altına? Belki 10, belki 20 santim mesafede? Bir daha ne zaman? Sorma!) Çok istesem de tamamlayamadıklarımdan… Günde 4 saatlik trafiğe, sürmenaja yenik, boyumu aşan pişmanlık kulesinden; Bir Küçük Delilik. Okudukça şaşıyorum; öykülerin hemen hemen hepsi ‘ev’ ekseninde. Titizlik delisi kadınlar, eve sığamayan adamlar, çocuk doğurmak için korunaklı sitelere taşınanlar, bir aşka şahit üçlü koltuklar… Zekice kurgulanmış 11 öykü, her birinde altı çizili satırlar… Mesela ‘Lodos yağmuru getirirmiş. Camı açar açmaz yağmuru ve lodosu aynı anda hissediyor kadın. Tüm gün bir fanusun içindeymiş meğer.’ (Bir Küçük Delilik, sayfa 15) ‘Korkuyorum. Pencereler kapalı, evin dış kapısı, odaların kapıları kapalı. Buraya kadar gelemezler, biliyorum. Yine de korkuyorum.’(Korku, sayfa 19). Kimsenin bir yere gidip döndüğü yok. Yer değiştiren sadece benim. Ben de orada ve burada aynı ben değilim.’ (Her Şey Yerli, Herkes Yerinde, sayfa 32). ‘Dikenli tellerle sarılı siteler, ankastre mutfaklar, tertemiz parklar, kartondan yapılmışa benzeyen birkaç ağaca bakan bir balkon fazla sahte ve hayattan uzaktı. Bir hayatı yanlış yerde var etmeye çalıştıkları için birbirlerinden olacaklarını anladı.’ (Ophelia’nın Beklenen Doğumu, sayfa 82). Her okumada bir kez daha doğuyor kitaplar. Bir Küçük Delilik’in doğumu karantina günlerine armağan olsun. Bugün de evden çıkmadım ama her sayfada nefes aldım…