14 Nisan 2020 20:01

Pamuklardan başlayan sömürü: The True Cost

Bir tarafta ne aldığını bilmeden alışveriş yapan insanlar, diğer tarafta da her gün daha fazla üretim yapması beklenen işçiler…

Fotoğraf: Pixabay

Paylaş

Berfin TEPELİ

Elçin İrem KESKİNTAŞ

Karantina günlerinde zamanımızı güzel bir şeye harcayalım istedik ve Genç Hayat'a yazı yazmaya karar verdik. Yakın zamanda izlediğimiz The True Cost, Andrew Morgan'ın 2015 yapımlı belgeseli moda endüstrisini her yanıyla ortaya koyuyor. Kapitalist ülkelerdeki “fast fashion” akımının yani moda endüstrisindeki tüketim çılgınlığının ardındaki gerçekleri, sömürülen emekleri, çalınan hayatları ve daha birçok şeyi görmemizi sağlıyor.

BİR TARAFTA ÇILGIN ALIŞVERİLER DİĞER TARAFTA ÇILGINCA SÖMÜRÜLEN İŞÇİLER

True Cost belgeseli “fast fashion” çılgınlığını anlatırken bir tarafta ne aldığını bilmeden alışveriş yapan insanları bir tarafta da her gün daha fazla üretim yapması beklenilen işçilerin varlığını gözler önüne seriyor. Fast fashion ile beraber gelen indirimler daha fazla gereksiz tüketime sebep oluyor ve bu da işçilerin daha fazlası çalışmasını gerekli kılıyor. Mağazalarda fiyatlar düşüyor ve tüketim artıyor fakat sanılanın aksine maliyet düşmüyor, artıyor. Markalar ürünlerini daha ucuza ürettirebilmek için bir yarış içine giriyor. Ve bu yarışa üretim yapan fabrikalar dolayısıyla da bu ürünleri üreten işçiler de dâhil oluyor. Fakat markalar kendi kârını, fabrika sahipleri kendi kârını düşünürken işçilerin ne durumda olduğunu gözeten kimse yok. Bir fabrika “artık daha ucuza üretim yapamayız” dediği zaman marka da “iyi o zaman ben de daha ucuza yapan başka birini bulurum” diyor. Bu sebeple işsiz kalmamak için ücretleri kabul etmek zorunda kalan fabrikalar ve patronlar işçilerin sağlığını ve güvenliğini gözden çıkarmış durumdalar.

ÇATLAK KOLONLARA RAĞMEN ÜRETİME DEVAM

Belgeselde de gördüğümüz gibi Rana Plaza faciası da buna bir örnek. 24 Nisan 2013 tarihinde Rana Plaza'nın çökmesiyle birlikte 1100’den fazla insanın öldüğü ve 2500’ünün ciddi bir biçimde yaralandığı bir facia yaşandı. Hayatta kalan işçiler binada bulunan çatlakları patronlarına gösterdiklerini, güvenli olmadığı için çalışmayı reddettiklerini fakat zorla çalıştırıldıklarını söylüyorlar. Aslına bakılırsa binada bulunan çatlaklardan dolayı belediye tehlike raporu vermiş ve kompleks içindeki bazı iş yerleri ve bankaları boşaltmıştı. Fabrikaya girmek istemeyen tekstil işçileri ise ücret kesintisi ve işten çıkarılma tehditleri ile çalışmak zorunda bırakılmıştı. ABD'deki mağazalar için üretim yapan bu işçiler günlük sadece 2 dolara çalışıyorlardı. Henüz Rana Plaza enkazı altındaki yaralılar çıkarılmaya devam ederken başka bir fabrikada çıkan yangın haberinin gelmesi ve tüm bunların art arda basına yansımasıyla moda endüstrisinin gerçek yüzü görülmeye başlıyor.

SENDİKALAŞAN TEKSTİL İŞÇİLERİ

Belgesel modanın farklı alanlarında bulunan kişilerle yapılan röportajlar eşliğinde ilerliyor. Modanın çevresel ve toplumsal etkileri üzerine araştırmalar yapan gazeteci Lucy Siegle şöyle bir soru soruyor; “Bu kadar büyük doymak bilmeyen bir sektör bir avuç insan için bu kadar büyük kar ediyorsa nasıl oluyor da milyonlarca işçisini destekleyemiyor, neden onların güvenliğini sağlayamıyor? Bu kadar büyük bir kâr elde edebiliyorken nasıl bunları sağlayamıyor? Sistem düzgün işlemediği için mi?​” Bize kalırsa aslında sistem oldukça güzel işliyor. Her şey kapitalizmde olması gerektiği gibi. Emek sömürüsü ile bir avuç insan, burjuvalar kârına kâr katıyor.

Giyim endüstrisinin bununla da kalmayıp kıyafetin ana maddesi olan pamuğun üretiliş biçiminden tutun da böcek ilacına, tohumuna kadar karıştığını ve çiftçiyi kendisine muhtaç eden tohum tekelleşmesini de görüyoruz belgeselde. Yapısı bozulmuş kimyasal tarlalar çevresinde yaşayan insanların ve çocukların hayatını tehdit ediyor ve her geçen gün fakirleşen, çocuğunun sağlık masraflarını karşılayamayan, çare bulamayan, hayatına son veren çiftçiler olduğunu da öğreniyoruz maalesef. Buna karşın bazı aktivistler savaşıyor, kendi doğal tarlalarını sürüyor, kendi sömürüsüz markalarını açıyorlar. Ama tabii ki de bu yeterli değil. Örneğin; büyük şirketlerin gözlerden uzak yerlerde ucuza iş yaptırıp, çevreye vs. olan etkilerden sorumluluk üstlenmemesine karşı asgari ücretin yalnızca 160 dolar olmasını talep eden Kamboçya tekstil işçilerinin mücadelesini de görüyoruz. Yine Bangladeş’te çoğunlukla kadın işçilerin olduğu, uzun saatler çalışıp çocuklarını yılda 1- 2 kere görebildikleri koşullarda olan tekstil işçilerinin nasıl sendikalaştıkları örneğini de görüyoruz. Ancak yukarıda da bahsettiğimiz gibi ve belgeselin sonlarında Richard Wolff’un söylediği gibi sorunu kabul edip sistemle uğraşılmasının gerekliliği vurgulanıyor. Sürükleyici ve ele alış biçimiyle genel olarak beğendiğimiz belgeseli izlemenizi tavsiye ediyoruz.

ÖNCEKİ HABER

İskender Bayhan:Yanlış politikalar Erdoğan’ın elinin altındaki tarafları tokuşturuyor

SONRAKİ HABER

Futbolcusun diye durumun iyi sanıyorlar!

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa