Yeni baştan bir hikâye…
Bizlere sunulmuş ve dayatılmış bir ömrün kulu-kölesi, dolaysız bir müşterisi değil de tam da kendi hayatımızın varlık nedeni ve koşulu olabilirsek eğer, hikayemize kendimizi de dahil edebiliriz işte…
Yanlış bir hikâyeye oturmuş insanlık…
Kendisi olmadığı, kendinde olmadığı, yarım yamalak…
Kendi hikâyesinin bile konusu olamadığı…
Hikâyesinin çevresinde dolanan eşyalarla biçim alan. Mide ve bağırsaklarının hareketleriyle anlam bulmuş trajik bir ömrün heder edilen zamanlarıyla…
Bu gövdeye biçim veren elinin, biçimine anlam katan aklının, anlamına doygunluk veren ruhunun en küçük nüvesine rastlamak mümkün değil…
Hikâyesine yanlış yerden oturmuş insan…
Onu yaşamının bir yerinde konuşlandıracak anlamlarından yoksun bırakılmış. Bu yoksunluğunun penceresinden canhıraş bir ağrıyla haykırıyor; bu acıyı hak edecek ne yaptım ben!
Hikâyesinin farkında değil insan…
Varlığıyla işgal ettiği zamanın ağırlığından da eksik. Varlığıyla yaşama kattığı anlamdan uzak. Ürettiği değerle daha da yalnızlaşmış. Ürettiği değerlerin nesnesine dönmüş.
Hikâyesinde eksik kalmış insan…
Her gün aynı biçimde aynadaki suretimize bakmaktan yorgun bir bedenin kölesiyiz bünyemizde. Hikâyemizin aktörü olmaktan nicedir uzak. Üstümüze saplanmış talimatlar, yaşam prosedürleri, düşleri hizaya sokan kurallar, adımlarımızın savrulmasını önleyen kulvarlar ve yaşarken mutlaka yapılması gereken zorunlulukların sokaklarında eriyip yok olan bir hikâyenin solgun kahramanları…
Kendi hayat hikâyemizin içinde de değiliz bu yolda…
Garnitür bir ömrün kulvarlarını dolduran varlığımızla dönmekte olan bu dünyada belki de bir hikâyemiz bile yok. Kim bilir!
***
Belki bozarsak bu hikâyeyi, belki tersinden bakarsak gözlerimizin penceresine iliştirilmiş bakışlarımızın tekyönlü ağrısını. Dünya daha bir inceliğin evine dönüşebilir…
Kendi duygularımızla biçim verebilirsek eşyalara…
Mide ve bağırsaklarımızı hükmedebilirsek eğer duygularımızla, düşlerimizle…
Ömrümüzün dolaysız ve kayıtsız bir ürünü değil de onun aktörü, varlığı, üreteni olabilirsek eğer…
Gövdemize biçim veren şeyin ölümcül ruhani yanlarını değil de yaşamcıl ve çılgınlıkla beslenen kaynaklarına dokunabilirsek. Uzuvlarını hissedersek. Varlığın tadını kavrayabilirsek…
Maaşı aldıktan sonrasına, bedeni gömdükten sonrasına, güzel bir düşten uyandıktan sonrasına değil; daha en başında bizim olan hikâyemizin ilk adımını attığımızda FARKINDA OLABİLİRSEK eğer…
Bizlere sunulmuş ve dayatılmış bir ömrün kulu-kölesi, dolaysız bir müşterisi değil de tam da kendi hayatımızın varlık nedeni ve koşulu olabilirsek eğer…
Hikayemize kendimizi de dahil edebiliriz işte…
Sokağa çıkma yasaklarında, teneffüsün giriş zili zamanlarında, vardiyaların başlangıç saatlerinde kendi düş dünyamızın çanlarını çalabilirsek…
Kendimizi doğrudan keşfedip düşlerimizin odalarında kendi varlığımıza oturabilirsek… Kırabilirsek doğanın üstümüze doğru baskılanan tüm zincirlerini.
O zaman virüs tüm insanlığa eşit şekilde sokulamayacak…
O zaman virüsü ortaya çıkaran koşulların odağına kendi yaşamcıl hikâyemizi yazabileceğiz…
Kendi kalemlerimiz, kendi düşlerimiz, kendi umutlarımız ve aşılarımızla…
Ölümden çok yaşama dönük yapacaklarımızla…
Buyurun oturun artık kendinizin gerçek odalarında...
Evrensel'i Takip Et