19 Nisan 2020 00:50

Dr. Deniz Arzuk: ‘İyi ebeveynlik’ bireysel değil toplumsal bir mesele

Bugün makbul görülen ebeveynlik emek yoğun, mali açıdan pahalı, duygusal olarak tüketici bir kültüre dayanıyor. Ebeveynler olarak toplumsal sorunları kendi başımıza çözebileceğimizi sanıyoruz.

Fotoğraf: Ekmek ve Gül

Paylaş

Sevda KARACA

Clara Zetkin’in üzerine çokça düşündüren cümlelerinden biridir; “...işçi kadının çocuklarının eğiticisinin adı ‘tesadüf’, gelişmelerine tek tutarlı etkide bulunan okul ‘yokluk’tur” cümlesi... Emekçi kadınların yaşam ve çalışma koşullarının barbarlık düzeyinde olduğu 19. yüzyılda, burjuva siyasetçiler bu koşullara ilişkin tek bir kelime etmezken işçi kadınların ‘İyi annelik edip etmediklerini’ sorguladıkları bir tartışmaya ilişkin, tokat niteliğinde bir konuşmasında kuruyor bu cümleyi Zetkin.

2020 yılında Ekmek ve Gül’de kadınların anlattıkları da düşündürüyor: Esenyalı Mahallesi’nde sosyal yardımlarla çocuklarına yetmeye çalışan Elif, çocukları iki öğün yemek istemesin diye onları gece mümkün olduğunca geç yatırdığını, böylece sabah daha geç kalktıkları için daha az yemek tükettiklerini anlatıyor. İkitelli’de yaşayan Suriyeli Ayşe, evde televizyon olmadığı için çocuklarının uzaktan eğitimden de yoksun kaldığını, onları oyalayacak bir şey bulamadığı için “Yüreğini kuruttuklarını” söylüyor, “Keşke bir televizyonları olsaydı da çocuklar biraz vakit geçirebilseydi” diye ah ediyor. Çağlayan’dan Emine, marketlerin kaldırım kenarına attığı sebzeleri toplayıp çocuklarına yemek yaptığını, ne bulurlarsa onu yedirdiğini ifade ediyor utangaçça. “Bütün işçilerde işten çıkarılma korkusu vardı ama piyango bana patladı. Çocuğuma yarın ne yedireceğim, bu banka borcunu nasıl ödeyeceğim düşünceleri yüzünden ne oğlumla ilgilenebiliyorum ne de hasta olmadığım için bir mutluluk duygum var” diyor İzmir’den Jinda.

Dışarıda çalışmak zorunda olduğu için çocukların üstüne kapıyı kilitleyip çıkmak zorunda kalanlar; sosyal yardım peşinde koşarken küçük çocuğu büyüğüne emanet edip evde bırakanlar; işsizliğin gerginliği artırdığı evde bir de sürekli yedir, içir, yıka, akla, pakla derdinden bunalıp öfkesini çocuğundan çıkardığını anlatanlar...

Bir yanda da ev içinde bunalan çocuklarla baş etmeye çalışırken açılan televizyonlar, sınırsızca tüketilen abur cuburlar yüzünden endişesi büyüyenler, çocuklara sürekli eğlenecek, “kaliteli” vakit geçirtecek bir etkinlik bulma çabası yaratmaktan yorgun düşenler var. Biraz da dayatılmış bir mefhum olan “iyi ebeveynlik”e uymayan şeyler yapanların içini kemiriyor bu hal...

Bu “çocuk bakımı” işi işte böyle bir ayrışmanın yaşandığı derin bir mevzu. Salgın süreci bunun üzerine tartışmanın ne kadar önemli olduğunu bir kere daha ortaya serdi; her kriz döneminde olduğu gibi...

University College London’da çocukluğun toplumsal anlamlarının nasıl değiştiği üzerine bir araştırma yürüten Dr. Deniz Arzuk’la salgın sürecinin iyice görünür hale getirdiği bu “bakım yükü”nü konuştuk. Ortaklaşan ve farklılaşan kaygıların temellerini, her durumda muhakkak ortaklaşması gereken toplumsal taleplerin neden gerekli olduğunu tartıştık. İşte sohbetimiz:

‘BAKIM KRİZİ’ DEĞİL SİSTEMİK BİR KRİZ

Koronavirüs salgını ile başlayan izolasyon sürecinde yaşananın bir ‘bakım krizi’ olduğu söyleniyor. Bu bir bakım krizi mi? Nedir yaşadığımız?

Bakım krizi, bugünü açıklamak için hem çok isabetli, hem de aslında yanıltıcı bir tanım. Şu an yaşadığımız, esas olarak bir sağlık ve sosyal güvenlik krizi, sistemik bir kriz. Bunun bakım konusuna bu derece şiddetli yansımasının temel sebebi, sistemin bakım emeğine değer biçmiyor oluşu. Aynı anda hem tam zamanlı çalışmamız, hem de dışarıdan herhangi bir destek almadan çocuklara ve ihtiyacı olan diğer insanlara bakmamız, herkesi tok, sağlıklı ve güvende tutmamız bekleniyor. Bunu yapabilmemiz elbette mümkün değil. Salgın süresince de akmaya devam eden gündelik hayatın zaruri olmayan işlerin durdurulması ve yavaşlatılmasıyla, ücretli izin, temel gelir gibi politikalarla desteklenmesi gerekiyor. Bunlar olmaksızın eve kapandığımızda ya da eve kapanamadığımızda bakım sorumluluklarımız krize dönüşüyor.

Bir yanda, aynı anda hem evden çalışıp hem de çocuk bakımı ve artan ev işleriyle uğraşmak durumunda kalanların durumu... Diğer yanda, salgın koşullarına rağmen riskli bir biçimde dışarıda çalışmak zorunda olan, okullar, kreşler kapalı olduğu için ve yine riskler nedeniyle aileden/bakıcıdan destek alamayanların durumu... İşsizlik, yoksulluk içinde hayatta kalmaya çalışanların durumu... Her kesim farklı yaşıyor bakım yükünü... Bu farklılıklar nasıl sonuçlar doğuruyor?

Yaşadığımız salgın, kuşkusuz hepimizi derinden etkiledi, hepimizin hayatını değiştirdi. Her kesim bunu değişik şekillerde yaşıyor. Salgının ve bunu kontrol etmek için alınan önlemlerin kadınlar ve erkekler, çocuklar, yaşlılar ve gençler, siyahlar ve beyazlar, yoksullar ve varsıllar gibi avantajlı ve dezavantajlı gruplara nasıl farklı etki ettiğine dair pek çok yazı yazıldı. Çocuklarla bu sürecin nasıl yaşandığı, bakım konusunda kimin nasıl etkilendiği sorusu ise çok katmanlı bir soru ve cevabı belirleyen pek çok faktör var. Örneğin çocuklar için gıdaya ve diğer ihtiyaçlara erişilebiliyor mu? Hanede kaç çocuk yaşıyor, evde her çocuk için yeterli alan, banyo ve mutfak var mı, uzaktan eğitime devam edilecekse teknolojiye ulaşılabiliyor mu? Bu çocuklar balkon, bahçe gibi bir yerde açıkhavada vakit geçirebiliyor mu? Çocukların bakımından sorumlu bir yetişkin var mı? Çocukların özel eğitim ihtiyaçları, karantina öncesi aldıkları fakat şu an erişemedikleri sosyal yardımlar var mı gibi... Bütün bunlardan doğabilecek sorunları şemsiye politikalarla tek seferde çözmemiz mümkün değil. Ancak, farklı koşullarda yaşayan insanların ve özellikle de kırılgan çocuk nüfusunun, örneğin cezaevlerindeki çocukların, göçmen çocukların, yoksul çocukların, çocuk işçilerin, bizzat kendileri başka bireylerin bakım sorumluluğunu üstlenmiş olan çocukların farklı ihtiyaçlarını gözeten, dikkatle planlanmış sosyal politikalarla yükü daha eşit paylaşabiliriz, dayanışmayla kısmen hafifletebiliriz.

ÇOCUKLAR İÇİN İYİ NİYETLİ HEDEFLER, SINIFSAL AYRICALIKLARLA ERİŞİLEBİLEN LÜKSLER OLMAMALI

Bir paylaşımında ‘Orta sınıf ebeveynler, şu an orta sınıf olmayan ebeveynlerin hayatından fragmanlar izlemekte...’ dedin. Orta sınıf olmayan ebeveynler, adını koyalım işçi sınıfı bakımından ebeveynlik, çocukluk nasıl yaşanıyor?

Türkiye gibi ülkelerde çocuklar toplumun değil ebeveynin sorumluluğunda görüldüğü için salgın öncesinde de çocuk bakımı tamamen ailelere ihale edilmişti. Çocukların, özellikle de küçük çocukların bakımına yönelik toplumsal çözümler olmadığı için ebeveynler bu eksikliği geniş aileden destek almak, bakıcılardan veya özel kreşlerden bakım hizmeti satın almak gibi kişisel çözümlerle telafi ediyorlardı. Şu an ise salgın öncesinde de bu tip çözümlere erişemeyenlerin, yani işçi sınıfının, işsizlerin, geniş aileden destek alamayan kent yoksullarının ve göçmenlerin, bakım sorumluluğu yüzünden iş gücünden çekilmek durumunda kalan ve gelir kaybı yaşayan kadınların, yalnız ebeveynlerin, küçük çocukların bakım sorumluluğunu üstlenen büyük çocukların neler yaşadığına orta sınıflar bizzat tanık oluyor.

Bugün makbul görülen ebeveynlik emek yoğun, mali açıdan pahalı, duygusal olarak tüketici bir kültüre dayanıyor. Gerçekçi olmayan beklentilerimiz var, ebeveynler olarak toplumsal sorunları kendi başımıza çözebileceğimizi sanıyoruz. Çocuklarımızı iyi beslemek, temiz havada büyütmek, okutmak gibi iyi niyetli hedeflerimiz var fakat bunlar sağlıklı gıda, mekanda adalet, eğitimde eşitlik, kültüre açık erişim gibi toplumsal taleplerle desteklenemedikleri için şanslı ebeveynlerin sınıfsal ayrıcalıkları sayesinde erişilebildikleri lüksler haline geliyor. Daha da kötüsü, bu durumun farkına varmadığımızda kimin neden çocuğuna sağlıklı gıda değil beyaz ekmek ve şekerleme aldığını, neden kitap okumayıp ekran karşısına oturttuğunu, kimi çocukların neden AVM’lerde vakit geçirdiklerini anlayamaz hale geliyoruz. Yani kendimizinki de dahil farklı ebeveynlik ve çocukluk hallerine karşı körleşiyor, tüm bunların iyi ya da kötü ebeveynlik sayesinde olduğu vehmine kapılıyoruz.

KÜRESEL BİR KRİZE KİŞİSEL GELİŞİM FIRSATI GİBİ YAKLAŞMAMAK LAZIM

Çocuklara ilişkin kaygılar büyük. Kimileri evde kapalı kalan çocuklarla yeterli, “kaliteli” vakit geçirememeyi bir dert olarak yaşıyor. Televizyonlar açık, abur cuburlar ortada, sinirler gergin... Bu kaygılar, toplumsal belirsizlik ve geleceğe ilişkin kaygılarla birlikte düşünüldüğünde nasıl bir atmosfer yaratıyor?

Şu an çocukların hiçbir şey değişmemiş gibi hayata devam etmelerini beklemek gerçekçi olmadığı gibi hem çocuklara hem kendimize haksızlık. Günümüzün önemli eğilimlerinden biri, çocukluk dönemine, özellikle de erken çocukluk dönemine hayatın diğer dönemlerine kıyasla orantısız önem atfedilmesi. Toplumsal olarak çocuklarımıza güvenli bir gelecek sunamadığımız için çocukluğu bugün yaşanan bir dönem olarak değil geleceğe yatırım yapılacak bir dönem gibi düşünüyor, çocukların her anını faydacı bir şekilde organize etmeye çalışıyoruz. Oysa şimdi öncelikle hepimizin bu süreci olabilecek en az hasarla atlatmaya ihtiyacımız var. Çocukların da eğitilmekten ziyade güvenliğe, bilgiye, duygusal desteğe ihtiyaç duyduğunu düşünüyorum. Küresel bir krize kişisel gelişim fırsatı gibi yaklaşmak üstümüzdeki baskıyı artırıyor. Tamamen kontrolümüz dışında bir şey yaşadığımızı, her zaman en doğru şekilde davranamayabileceğimizi kabullenip neyin öncelikli olduğunu belirlememiz gerekiyor.

Dünya Sağlık Örgütünün katkısıyla hazırlanan posterler ve çocuklarla yaşayan yetişkinler için yazılmış öneriler yardımcı olabilir.

BAŞKA BİR DÜNYA İNŞA EDEBİLİRİZ

Sence salgın sürecinde ve sonrasında bakım yüklerine ilişkin deneyimler bu eşitsizlikleri daha geniş bir biçimde tartışabilmek için bir olanak yaratır mı? Bundan sonrası için ne düşünüyorsun?

Çoğumuz geçmişe dönüp baktığımızda şu an geldiğimiz noktanın kaçınılmaz olduğunu düşünme eğilimindeyiz. Oysa toplumsal tarih çalışmaları, bize tarihin kesintisiz bir çizgi gibi akmadığını, farklı toplumsal konumları olan insanlarca farklı şekillerde deneyimlenen yol ayrımlarından oluştuğunu gösteriyor. Şu an da küresel ölçekte böyle bir yol ayrımındayız, kapitalizmin bu aşamasında bu derece acil bir kriz yaşamadık. Dolayısıyla bu noktadan sonra muhakkak şu yöne gideriz diyemeyiz ve bu bence iyi bir şey, şu an önümüzde pek çok farklı ihtimal var. Sevgili Hocam Ayşe Buğra son röportajında bu salgının bizi toplumsal eşitsizlikler üzerine düşünmek zorunda bırakacağını umduğunu söyledi. Ben de benzer bir umut taşıyorum. Pandemi, sınıf, toplumsal cinsiyet, etnisite, nesil eşitsizlikleri gibi pek çok yapısal sorunun yanı sıra bakım ilişkilerinin türlü sorunlarını da çarpıcı bir biçimde yüzümüze vurdu. Elbette eski düzene geri dönüp pandeminin toplumsal yükünü eşitsiz olarak taşımamız da bir ihtimal, fakat başka bir dünya da inşa edebiliriz. Bu yolun öbür ucuna hep beraber ulaşmayı başarırsak bugün yaşadıklarımızı unutmayıp sağlık hizmetlerine erişim, evrensel temel gelir, toplumsal çocuk bakımı gibi haklar için sesimizi yükselteceğimizi; çocukların ailelerin mülkü olarak değil toplumda söz sahibi insanlar olarak görüldüğü, toplumsal hayat düzenlenirken çocukların deneyimlerine ve seslerine önem verildiği yeni bir dünya yaratacağımızı umuyorum.

ÖNCEKİ HABER

Birçok ürünün ithalatında fahiş miktarda ilave gümrük vergisi uygulanacak

SONRAKİ HABER

Sır Barajı'ndaki kirliliği paylaşan CHP’li Ali Öztunç suç duyurusunda bulunacak

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa