Yarım kalmış iki adım…
Dersim’de kalp krizi geçirerek hayatını kaybeden Veli Duman’ı, uzun yıllar arkadaşlık yaptığı Hüseyin Tunç yazdı.
Kaynak: Veli Duman
Hüseyin TUNÇ
Veli Usta’nın aramızdan sessizce gidişinin haberini 10 Ekim katliamında yitirdiğimiz Mesut Mak’ın acılı eşi Evrim'in sayfasından öğrendim. Yutkunamadım... Evrim bir tarafa Mesut’u diğer tarafa Veli’yi koymuştu. Fotoğrafa bakarken inanmak çok zordu, ama hayatları ve duruşlarından öte yarım kalmış adımları nasıl da benzedi birbirine diye düşündüm...
...
Fotoğrafa bakarken kâh yıllar öncesine gittim kâh evlere tıkıldığımız sonu görünmeyen, ‘ceberut devletlerin’ elinde kaldığımız şu günlere geldim.
Bu tarihin sarkacı içinde;
Kimi insanlar vardır ki yaşamları sanki onların değil gibi hep söylenmemiş, dudağında kalmış yarım bir cümle gibidir ki; onların yaşamlarının dökümü de bir halkın bütün tarihinin özetidir adeta...
Dili yasaklanmış, acılarla katmerlenmiş, yoksullukla terbiye edilmeye çalışılmış, işkencesiden, cezaevine bin bir türlü melanetle oradan oraya süründürülmüş, kuşaklar boyu yeniden üretilmiş acılar tezgahından geçirilmiş bir halkın çocukları...
Ama onlar ki yine de “off!” demeden sessizce, derinden ve hep yeniden yeniden ayağa kalkmış bir halkın tarihinin özetidir.
Veli Duman da Mesut Mak da öyle gençlerdir işte! Dersim’in mağrur birer özetleriydiler. Veli de tıpkı Mesut gibi emekçiydi, yiğitti ve tanıdığım günden beri hep şahidim ki onuruyla, sabırla, emekle dokudu kendi ekmek ve var olma mücadelesini.
...
10 Ekim katliamının yaşandığı gün, simsiyah kararmış gökyüzünün altında, o haberlerin kıymık gibi boğazımıza, kulağımıza ve beynimize girdiği gün, yerimizde duramadığımız o kara gün, kendimizi Veli Usta’nın lokantasında bulmuştuk hiç konuşmadan uzunca oturduk, doğru mu diye tekrar tekrar baktığımız haberler, o görüntüler, dumanlar… Veli Usta’yla Mesut’un yakınlığının anlamı çok başkaydı, ikisi de çok konuşmaz, yaptığı işi titizlikle ustalığıyla yapar, yalansız ve dupduruydular. Arkadaşlığımızın, yoldaşlığımızın ne zaman ve nerede başladığını hiç bilemedik, sanki bu hayata birlikte başlamış gibiydik. Çünkü; 90’lı yılların en hengâmeli zamanlarında birdenbire hepimiz sanki aynı anda bir mücadelenin içinde kendimizi bulmuş ve önce arkadaş sonra yoldaş olmuştuk.
Gençliğimiz haylaz ve politikti, biran evvel her şeyi yapmak istiyorduk, yüksek sesle konuşur, yarışırdık. Ama aramızda o ikisi farklıydı, çok konuşmaz, yarışmaz, lafazanlık yapmaz, ağır ağır biraz da sessizce konuşurlardı. İşçiydiler, yalın gösterişsizdiler.
...
Şimdi ise; yarım kalmış sözcükler gibi sözü kesilmiş konuşmalar gibi tamamlanmamış bakışlar gibi gittiler. Gösterişsiz ve yarım kalmış bu onurlu ömürlerin ardından daha ne denebilir ki..?
Yitirme zamanlarında sıkça kullanılır ya, “sözün bittiği yer.” diye. Gerçekten de böyle midir?
Bu yitip gitmeler, susmayı mı hak ediyor? Sessiz sedasız kör bir unutuşa bırakılmayı mı..?
Evet; yitip giden konuşamaz, ölümün kendisi ‘en sert susmadır’ zaten, ama yitip gidenlerin yasını tutanların payına da ‘ölüm sessizliği’ mi düşer..?
Öyle ki, eğer bu yitirmeler bizim acılı tarihimizden gelen bedeller sonucunda belirmiş ise tam da o anda sözün, düşünmenin ve de bunlar aracılığıyla yeniden öğrenmenin zamanıdır.
Bu insanların güzel anılarını anlatmanın, onurlu hayatlarını anmanın zamanıdır.
Veli Usta’nın, Mesut Usta’nın ve seslerimize katılmış nicelerinin yürüdüğü bu mücadelenin içinde, yaşayanların susmadığı, konuşanların tutuklanmadığı, ölmediği; kimsenin yoksulluk çekmediği ezilmediği ve topraklarından sökülüp atılmadığı bir hayatın mücadelesi içinde yaşamanın zamanıdır...
Evet, belki ölüm kabullenilmesi en acı yitirme duygusu. Fakat Mesut’u ve Veli’yi düşününce yitirmekten çok onların yeniden ve ağırbaşlı ayağa kalkışlarını düşünüyor insan! Eminim bu yazıyı okuyan ve o iki güzel insanı tanıyanlar da böyle hatırladıklarını fark edeceklerdir.
Yani “ölü mü denir şimdi onlara..?”