Raflarımıza sinmiş virüs sessizliği
Dünya küçücük bir evin avlusu gibi kapkara bir sessizlik oluverdi. Bunca acının, kirlenmenin ve çılgınca tüketmenin insanlığında. İktidarların dişleri arasında gevelediği dünya birden bire susuverdi…
Kentler sessiz…
Sokaklardaki lastik izleri giderek siliniyor. Kavşak lambaları yanmayı sürdürse de şehir araba homurtularından yoksun bir süredir.
Diyorlar ki; dünyada bir virüs salgını…
***
Sadece sokağa çıkma yasağının sessizliği değil bu… İnsanın sokakları örseleyememesinin de sessizliği…
Kaldırımlarda soluyan bir şiddet var hala görünmeyen. Bilinen ama dokunulamayan…
Şiddetin adeta dokunulmazlıkla kutsandığı, hukukla beslendiği ve kamusallıkla olağanlaştırıldığı bir sokak sessizliği bu…
Trilyonlar harcanarak yapılan şose başları, refüj süslemeleri, elektrik direkleri, doğanın vasat bir taklidine dönüşen parklar, köşe başları…
Sekiz şeritli duble yolların, köprülerin, tünellerin, havayolları ve tren yollarının kasvetli dinginliğinde vızıldayan arılar başka başka çiçeklere kanat vuruyorlar…
İnsan ve onun vahşetinden arta kalan bir virüs fırsatında…
Evlerin önünde tozlanmaya bırakılmış son model arabalar, sinek avlayan petrol istasyonları, kullanılamadıkça ucuzlayan benzin, giderek pahalılaşan hayat şartları…
Kent sessiz…
Caddeler suskun…
Virüsün konuşma vakti şimdi…
***
Sokakları süpüren işçiler de el etek çekti. Kent ilk kez gerçek sahiplerinin, kuşların ve onların mutlu cıvıltılarının. Sokak hayvanlarının. Gecenin ve gündüzün de. Nicedir gürültüye ve kirliliğe kurban verdiğimiz zamanların. Yıldızlar bile görünmeye başladı susan karbonmonoksit eksozlarından beri. Acınası bir homurtuyla şehri kirleten ne varsa evlerine çekildi. Sokakların köşelerine savrulmuş kırık bira şişelerinden oluşan korkunç kirlilik de…
Şehirlerde meğer ne güzel bir gökyüzü varmış.
İlk kez geceyi de gerçekten gördük, rüzgârı duyduk bir meltem okşaması gibi. Polenlerin arılara açtığı kucağın çiçek buluşmalarını. Kaplumbağaların ve kedilerin ezilmeden karşıya geçebildiği bir dünyayı…
Dünya durdu…
Dünyayı gördük…
Sustu tehdit edici görünmez bir virüsün avlusunda. Dünya küçücük bir evin avlusu gibi kapkara bir sessizlik oluverdi. Bunca acının, kirlenmenin ve çılgınca tüketmenin insanlığında. İktidarların dişleri arasında gevelediği dünya birden bire susuverdi…
Ve gerçek sahipleri sahne aldı…
PEKİ İNSAN ŞİMDİ NEREDE?
Maske takıyorlardı… Yerleşik düzene geçtikten sonra fabrikalar üretip toplu şekilde bir ayine gider gibi işlerine gitmelere başladıklarından beri… Kendi elleriyle kurdukları düzenden düzülmeye başladıkları ilk günden beri…
O çarkların dişlileri arasında dönerken birden bire maskesini çıkarıp gerçek benleriyle, oldukları bensizlikleriyle, evlerinin içindeki yalın halleriyle kalıverdiler. Üreten, yaratan, ayağa kaldıran ne varsa ruhunu ve aklını eğitimle kirletmiş, hastanelerle bedenini düzene sokmuş, yanılmış ve yenilmiş zührevi varlığıyla…
Ve virüs eve girdi…
İnsan, evine düştü…
Evinin raflarına…
Raflarında güvelenmeye yüz tutmuş eşyalarının arasına…
Dinmez hırsla toplayan, biriktiren, çoğaltan bir açgözlülüğün yuvasına. Çıldırmış bir mülkiyet sevdasıyla insana sevmelerin yüzünün ardına kadar kapatıldığı o plastikten yapılma soğuk kapıların pervazlarına…
Raflarda bin bir çeşit gösteriş budalalığı… Paslaşan, pisleşen, çirkin gösteren her neler varsa. Biriktirdiği eşyaların gövdesinde terleyen, tükenen, yaşlanan ve yalnızlaşan…
Envai çeşit makyaj setleri, parfümler, kokular, traş takımları, takılar…
Evin köşelerini gösterişli mdf’lerle süsleyen dolaplar. Laminantlarla döşenmiş odalar. Dolapların içinde giyilmeye sıra gelmeyen giysiler, gizli ziynet kasaları, suntayla insan arasına girmiş ne varsa her şey var bu evde…
Alış veriş merkezleri ve marketlerle ev arasında çürüyen bir hayatın dolaysız ilişkisi...
Her şeyini sokağa çıkmak için örgütlemiş. Her şeyini, yalan yanlış bir sahnede sergileyeceği süslü bir gösterinin sahte ışıklarına göre dizayn etmiş rol kesen mahlukat…
Bunca taklidin içinde kimliğini ve kişiliğini unutmuş. Görüntüsüne basmakalıp statüler eklemiş. Kendi ağzına, beynine ve benliğine ait olmayan bir borazanın soluğuyla titreşen… Kendi dişlerine yabancılaşmış. Dokunmasından duyu organlarını çıkarıp atmış…
Şimdi gösteri bitti ve görünmez bir virüsün ağrısıyla süslü bizler, raflarımızın önünde solgun ve çırılçıplak oturup kaldık.
Eve bir ömür eşya alan, evi nesnelerle dolduran, evin ruhunu sokağın şiddetiyle öldüren insan şimdi kendi elleriyle yarattığı evine girebilecek mi? Kendi evinin içinde kasılıp kalmış zihninin epilepsi nöbetlerinden kurtulup benliğine ulaşabilecek mi?
Eve düşlerini, eve yüreğini, eve kirlenmiş ve durmadan kirleten ellerini sokabilecek mi?
Kendine bir ev bulabilecek mi insan kendi evinin içinde?
Elleriyle yarattığı yoksulluğunun evine. Kendi kokusunu sindirebileceği bir yer…
***
Artık korkunç bir şiddetin evindeyiz hepimiz.
Nicedir sokaklarla örselenmiş ve eğitilmiş benliğimizi evlerin içinde yeniden nasıl ıslah edebileceğiz?
Alın size ev!
İlk kez kendimizle baş başa… Kendimizle savaş savaşa… Yalın yapıldak, çırılçıplak…
Eskiden evde her şey olurdu. İnsana dair, sevgiye dair, dinginliği ve huzura dair. Şimdi onca süslü ve renkli eşyaların, onca dijital yalnızlığın, elektronik çılgınlığın ve parıldayıp duran nesnelerin arasında kapkaranlık duruyor ev. Evde ev de bulamıyoruz, duygu da, kendimizi de…
Ev ruhunu kaybetti. Evde bizden başka her şey varken, kendimiz kendimizi kaybetti...
Sokaktaki maskemiz de yok. Yüzümüz de kalmadı oturup dilleşmeye, gülüşüp sevişmeye…
Evde olmayan şeylerin merhametsizliği ve evde kendimizin faşizmine yakalanmışlığın bütün şiddetiyle şimdi acımasızca birbirimizin üzerini kusuyoruz.
Artıklarla, ağrılarla, yıllardır biriktirilmiş ne kadar gereksiz yük varsa o kadar yongalaşmış sancılarla…
Tüketilmiş düşlerle…
Solmuş renklerimizle…
Eşyaların arasına gömülmüş ve hızla kokuşmaya başlamış ne kadar iyi duygularımız varsa onlarla…
Sevgi kırıntılarıyla…
Bünyemizin parçası olmuş dinmez kibir ve taklitten öteye gidemeyen maskelerimizle…
Bu eve her şey girmiş. Peki biz girebilecek miyiz evimize!…
***
YA EV
Eve duygu, eve saygı, eve tüp alınacak
ev nerde Ayşe?
Ev, bizim kâğıtlarla yüklü ağzımız
ev sizin paylaştıkça küçülttüğünüz
gözleriniz olmasın…
-Ayşe bunları duyunca alınacak-
Akşam olsun “ve” deyince ev anlayalım
ev deyince tamam olsun üstümüz
sen ben olmasın
bir ev iki kişiyi kaldırmaz
eve boya, eve koku, eve bebek alınacak
sürünsün, koklansın, oynasın ev
biz yokken…
Üzgün bir adam alınacak nefesini tutan
bir ocak, iki aralık kapı, üç iskemle
ve tahta parçası ikişer
ayaklarımızın altı için
duman porselen tabakları yalayıp geçecek
birkaç saç lastiği balkonları toplamak için
evi ev yapan insan değil mi
eve ne alınabilir başka
eve eş ya alınacak ya alınacak
alınacak da ev bizi içeri alacak mı?
(Şeref Bilsel, Mecnun Dalı kitabından)
Evrensel'i Takip Et