Doç. Dr. Çağla Ünlütürk Ulutaş: Başarı hikayesi değil, sağlıkta yıkıma karşı mücadele
Salgınla mücadelede yazılan başarı hikayesinde yatak, yoğun bakım ünitesi açısından “mega” sayılara vurgu yapılıyor. Ancak hastalara teknolojik cihazlar değil sağlık emekçileri bakıyor.
Kaynak: Çağla Ünlütürk Ulutaş
Sevda KARACA
Türkiye’de salgın sürecinde resmî açıklamalar sürekli olarak bir “başarı” vurgusu taşısa da salgınla mücadelenin en önündeki sağlık emekçilerinin örgütlerinin, süreci farklı ülkelerle karşılaştırmalı olarak değerlendiren bilim insanlarının dikkat çektiği bir başka nokta var. Gerçekçi olmayan ve sorunların üzerinden atlayan bir başarı tablosu çizmek, salgınla mücadeleyi zorlaştırıyor.
Kadın Emeği ve İstihdamı Girişimi üyesi Doç. Dr. Çağla Ünlütürk Ulutaş Türkiye’de sosyal politikaların dönüşümünün yansımalarını inceleyen ve kadın emeği, göçmen emeği, sağlık politikaları alanında çalışmalarıyla bildiğimiz değerli bir akademisyen. Çağla Hoca’yla çizilen bu “başarı” hikayesinin arkasındaki temel dinamikleri ve sağlık alanındaki dönüşüm sürecinin hem kadın sağlığına hem de kadın sağlık çalışanlarına etkisini konuştuk.
Çağla Hoca Türkiye’deki “göreceli iyilik” halinde esas olarak sağlık emekçilerinin sağlıkta dönüşüm sürecinin yarattığı ağır çalışma koşullarında sahip oldukları deneyime ve Türkiye’de sağlıkta özelleştirme karşıtı mücadelelerle sağlık sistemindeki kamusallığın hala tümüyle yok edilememiş olmasının etkisine dikkat çekiyor. Yaptığı bu vurgular, uzun yıllara dayanan mücadelelerin ve örgütlülüğün hayat kurtardığını düşündürüyor bir kez daha… Salgın sonrasında ortaya çıkacak olan tabloda kadın emeği açısından, kadınların ve tüm toplumun hayatını etkileyen sosyal politikalar açısından ne olacağını belirleyecek olan da bu; örgütlülük ve mücadele.
İşte Çağla Ünlütürk Ulutaş ile sohbetimiz...
HASTALARA MEGA BİNALAR DEĞİL, SAĞLIK EMEKÇİLERİ BAKIYOR
Salgını nasıl bir sağlık sistemiyle karşılamıştık? Türkiye’nin sağlık politikaları böylesi bir salgını söylendiği gibi “başarılı” bir biçimde yönetecek bir sistem miydi?
1980’lerde adım adım ilerleyen sağlığın piyasalaştırılması noktasında 2000’lerin başından beri çok hızlı bir dönüşüm gerçekleşti. Piyasalaştırmadan yalnızca özel hastaneleri anlamayalım. Bu; sağlıkta hizmet sunumuyla finansmanın ayrıştırıldığı ve kamu hastanelerindeki MR, tomografi çekim süreçlerinden eczanelere verilen role kadar çok katmanlı ve bütünlüklü bir süreç. Bu süreçte kamu hastaneleri, özel bir şirket gibi işletilmeye başlandı. Bu dönüşümün ikinci fazı olan Şehir Hastaneleri süreci Türkiye’nin “inşaat ile büyüme” hedefinin bir yansıması olarak karşımıza çıktı. Yatak sayıları, yoğun bakım üniteleri, ameliyathane sayıları ve toplam kapasiteler açısından “mega” rakamlar telaffuz edilmeye başlandı. Şu an Türkiye’nin salgın ile mücadelesine ilişkin yazılan başarı hikayesinde de bu vurguyu görüyoruz. Ancak biliyoruz ki hastalara bu büyük binalar, yataklar, teknolojik cihazlar bakmıyor, sağlık emekçileri bakıyor. Türkiye, toplam hasılasından sağlığa ayırdığı pay çok düşük olmasına karşın, OECD ülkeleri arasında gerek yoğun bakım gerek yatak sayısında yeterli denebilecek bir düzeyde. Ne var ki, 1000 kişiye düşen hemşire sayısında OECD’de en sonuncu, toplam sağlık emekçisi ve sosyal hizmet görevlisi sayısındaysa sondan ikinci. Hiç hasta yatağımız olmadan da salgınla savaşamayız elbette ama kırk günde sahra hastanesi açılabilir oysa nitelikli sağlık çalışanı kırk günde yetişemez.
Bu sürecin ağırlıklı yükünü çeken hastanelerin bir dönem kapatılma riskiyle karşı karşıya bırakılan, kent merkezlerindeki üniversite hastaneleri ve buralarda çalışan sağlık emekçileri olduğunu gördük. Bu yönden bakınca “başarı tablosu”nu nasıl yorumlarsınız?
Pandemiyle açığa çıktı ki, halkın sağlık hizmetine fiziki erişiminin zorlaşması salgınla mücadeleyi de zorlaştırıyor. Yıllar boyunca Türkiye’nin kamu hastanelerine yaptığı yatırımı bir anda çöpe atıp bu şehir hastanelerinin inşa edilmesi sağlık muhalefetinin gündemindeydi. Çünkü bu sürecin sadece sağlık çalışanlarını değil, halkın sağlığa fiziksel ve finansal olarak erişimini de olumsuz etkileyeceği görülmüştü.
Türkiye’de sağlık emekçileri her zaman kişi başına düşen hasta sayısının çok fazla olduğu koşullarda çalıştılar. Özellikle 1994 krizinden itibaren sürekli olarak sarf malzeme eksikliği yaşanır sağlık alanında. Kullan at malzemeleri defalarca kullanarak çalıştırılmak, yetersiz sağlık çalışanına karşın artan hasta sayısı, sevk zincirinin işletilememesi, Türkiye’de sağlık emekçileri için maalesef sıradan bir deneyim ve bu nedenle pandemi döneminde de şok yaşamadılar. Bu, sistemin hazırlıklı olmasıyla ilgili değil, sağlık emekçilerinin olağanüstü koşulları karşılayabilecek bir deneyim sahibi olmasıyla ilgili.
Peki ya diğer ülkelerdeki durum? Örneğin ABD, İngiltere, İtalya gibi ülkelerin de benzer sağlıkta dönüşüm süreçlerinden geçtiğini, hatta bunu çok daha erken yaşadığını, sağlık çalışanlarının benzer deneyimleri taşıdığını biliyoruz. Farkı yaratan nedir?
Kanımca Türkiye’nin salgınla mücadelesinde pek çok kapitalist ülkeden farklı bir tablo ortaya koyabiliyor olmasında az önce söz ettiklerimin yanı sıra, sağlık sistemindeki kamusallığın hala tümüyle yok edilmemiş olması yatıyor. İngiltere’de, Amerika’da şu anki korkunç kötü tabloyu doğuran piyasalaştırma süreçleri, Türkiye’de daha geç başladı. Esasen de sağlıkta bu türden bir dönüşüme müsaade etmeyen bir muhalefetin varlığı, özelleştirmelere karşı yürütülen mücadeleler kimi kamusal olanakların korunmasını sağladı. Bu anlamıyla aslında Türkiye’de sağlığın kamusal hizmet olarak sunulması gerektiği düsturu hala sürüyor. OECD ile karşılaştırdığımızda halen özel sağlık sigortası kapsamı düşük ve sağlık hizmetleri merkezi biçimde sunuluyor. Türkiye’nin pandemi tablosundaki göreli iyilik hali, kamusal sağlık sisteminin hala tamamen darmaduman edilmemiş olmasının yarattığı birtakım olanaklara, nüfusunun görece genç olmasına ve doktorundan temizlik işçisine, hemşiresinden teknisyenine, hasta bakıcısına, yemekhane görevlisine sağlık emekçilerinin müthiş özveri ile çalışmış olmasına borçlu. Öte yandan sağlık emekçilerinin sendika ve birliklerinin bu süreçte kararlara dahil edilmemesi büyük eksiklik.
HASTALARLA İLK YÜZ YÜZE GELENLER: KADIN ÇALIŞANLAR
Bütün bu sağlıkta dönüşüm süreci ve bunun pandemi dönemine yansımaları kadın sağlık çalışanları açısından nasıl bir tablo ortaya koyuyor?
Dünyada sağlık çalışanlarının yüzde 70’ini Türkiye’de toplam sağlık çalışanlarının yüzde 56’sını ve hekimlerin yüzde 40’ını kadınlar oluşturuyor. Sağlık sisteminin hiyerarşisinin alt basamaklarına indikçe daha çok kadın görüyoruz… Yani pandemi sürecinde hastalarla ilk yüz yüze gelenler daha çok kadınlar. Pandemi süreci hiyerarşiyi hem ek ödemeler açısından, hem korunma sorunları açısından bir miktar derinleştirdi. Bu da sağlık emekçileri arasında, performansa dayalı ödeme sistemiyle kırılan dayanışmayı daha da çok zedeledi. Pandemi sürecinde sağlık çalışanlarının bir kısmının ek ödeme alıp diğerinin hiç alamaması gibi uygulamalar ciddi sorunlar yarattı. Rahime Gürcü’nün yürüttüğü alan çalışması, bazı hekimlerin haftanın sadece üç günü hastaneye gelebildiği koşullarda her gün hastanede olan 4D’li sağlık personelinin, hekimler ek ödemeler alırken hiçbir ek ödeme alamadığını ortaya koydu. Bu konudaki hislerini şöyle ifade etmişler: “Biz görevimizi böyle bir ek ödeme bekleyerek yapmadık, ama madem böyle bir ödeme yapılacak, bizim görünmez olmamız çok üzücü.”
Ancak bu dönemde yüzümüzü güldüren çok önemli dayanışma örnekleri de ortaya çıktı; Kocaeli’de hekimlerin kendilerine yapılan ek ödemeyi bütün hastane çalışanları ile paylaşması gibi… Ama asıl olan bu sorunun doğrudan sağlık politika yapıcılar tarafından görülmesi ve bütün sağlık çalışanlarının kolektif emeğine değer veren politikalar üretilmesidir.
Her kademeden sağlık çalışanı kadının aynı zamanda evdeki iş yükünün devam ettiğini de biliyoruz; bunun gözetildiği bir eşitlik politikasının ilk unsurları ne olabilir?
Kadın sağlık çalışanları bazen o gün hastalarını kaybedip hastaneden çıktıktan sonra eve gelip annesinin çorbasını koymak, ertesi günün yemeğini düşünmek, çocuğunun dersiyle ilgilenmek gibi geleneksel cinsiyet rolleriyle uğraşıyor. Artık hiçbir eğitim ve bakım kurumundan destek alamadıkları için bu çifte mesai çifte tükenmişlik anlamına geliyor. Bu tarz kriz dönemlerinde sağlık çalışanlarının duygusal olarak tükenme riskini gözetmek, onlardan insanüstü bir tahammül beklememek gerek. Aynı zamanda bu tür süreçler ne yazık ki hem evde hem işte şiddeti daha çok besliyor. Sağlıkta şiddet yasası çok önemli ama uygulanması için çaba göstermek gerek.
Ev içindeki iş yükü düşünülerek eşlerin her ikisinin de sağlık çalışanı olduğu hanelerde izin süreçlerini vs. buna göre düzenlemek gerekiyor. Şu dönemin bize gösterdiği en önemli şey; sağlık emekçisi sayısının artırılması ve sağlık eğitiminde niteliğin yükseltilmesi gerekliliği.
“DEVLET’İN MÜDAHALESİ ARTACAK, KİMİN LEHİNE OLACAĞINI MÜCADELE BELİRLEYECEK”
Siz aynı zamanda Kadın Emeği ve İstihdamı Girişimi içinde çalışmalar yürütüyorsunuz. Pandemi sonrası emeğin durumu bakımından nasıl bir tablo öngörüyorsunuz?
Öncelikle ben kısa vadede iyi bir tablo göremiyorum; yoğun işsizlik, müthiş bir yoksullukla karşı karşıya kalacağız. Bu iki sonuç doğurabilir.
İlki tıpkı The Platform filmindeki gibi altta kalanın canının çıkacağı bir tablo. IMF bile yüzde 17,5’lik bir işsizlik öngörüyor Türkiye’de. Bu yoğun işsizlik ortamında insanlar işlerini kaybetmemek için günde 14-15 saat çalışmaya, düşük ücretlere mahkûm edilirken; neredeyse sanayi devrimi koşullarını yaşayabiliriz.
İkinci olası sonuç ise; dayanışmacı ve mücadeleci bir tablonun ortaya çıkması.
Ama şunu söyleyebilirim ki iyimser ya da kötümser hangi tahmini yaparsak yapalım bu süreç liberalizmin en muhteşem savunucularının bile “devletçi” bir çizgiyi dile getirdiği bir durum yarattı. Dolayısıyla az ya da çok kamu müdahalesinin artacağı kesin. Peki bu devlet müdahalesi kimin lehine olacak, buna despotik uygulamalar da eşlik edecek mi sorularının cevaplarını henüz bilmiyoruz. Bunun yönünü örgütlenme ve mücadele belirleyecek.
“ÜÇ-BEŞ ÇOCUK” SÖYLEMİ ARTIK ÇOK MÜMKÜN DEĞİL
Bu süreç özellikle yoksul kadınların sağlığa, kürtaj hakkına ve koruyucu sağlık hizmetlerine erişimi bakımından nasıl sonuçlar yaratıyor?
Kadınların siyaset, istihdam, sağlık ve eğitim gibi dört temel alandaki evrensel sıralamada, Türkiye diğer eşitlik göstergelerine nazaran kadınların sağlığa erişimi açısından görece iyi durumda. Ancak bu iyilik hali; diğer haklara erişim konusundaki tablonun çok kötü olmasından ve hegemonik erkeklik temsilinden kaynaklanıyor. Türkiye’de toplumsal cinsiyet normları gereği erkekler taş gibi sağlam olmak zorunda oldukları ve her koşulda istihdamda olmak zorunda oldukları için sağlığa erişim konusunda daha kötü durumdalar. Ama birtakım muhafazakâr üreme sağlığı politikaları söz konusu olduğunda bu durum tersine dönüyor. Kürtaj hakkı, kadın hareketinin yoğun direnci söz konusu olduğu için yasaklanmadı ama fiilen hiçbir devlet hastanesinde kürtaj yaptırmak mümkün değil. Ücretsiz doğum kontrol araçlarının dağıtılması ve bu konuda eğitim verilmesi de muhafazakâr doğurganlık politikalarının hız kazandığı dönemde son buldu. Türkiye’de işsizliğin yoğun şekilde arttığı son birkaç senedir “üç-beş çocuk” politikası bir miktar ivme kaybetmişti. Pandemi sonrası yüzde 20’leri aşacak olan işsizlikle birlikte hükümet muhtemelen doğurganlığı artırma politikalarından vazgeçmek zorunda kalacak. Türkiye içinde olduğu demografik yapı nedeniyle -ki buna demografik fırsat penceresi deniliyor, şu anda 15-65 yaş aralığındaki nüfusun en yüksek olduğu dönemde. Bunun 2040’a kadar bu şekilde devam etmesi bekleniyor. Bu; her yıl iş gücü piyasasına 600 binin üzerinde yeni katılım demek. Yani bırakın ekonomideki daralma nedeniyle ortaya çıkan işsizliği, her şey olduğu gibi devam etse dahi her yıl en az 800-900 bin yeni iş yaratılması lazım ki ilk defa işgücü piyasasına giren herkes iş bulabilsin. Pandemiden önce dahi Türkiye’de genç işsizliği yüzde 20’lerin tarım dışı genç kadın işsizliği yüzde 40’ların üzerine çımıştı. Pandemi sonrası çok daha dramatik rakamlarla karşılaşacağımız aşikar. Hal böyleyken “üç-beş çocuk” söyleminin etkisinin toplum nezdinde karşılığını kaybedeceği açık. Ancak bu durum Türkiye’de fiilen yasak olan kürtajın yeniden işlevselleşmesine ya da birinci basamak üreme sağlığı politikalarının hız kazanmasına yol açar mı bilemiyorum.
“BAŞARI” TABLOSU İÇİNDE KAYBOLAN GERÇEKLER
Çağla Ünlütürk, öğrencisi Rahime Gürcü ile yaptıkları alan çalışmasından edindikleri izlenimlerle şu noktaların da altını çiziyor:
- Alanda yaptığımız çalışma sarf malzeme sorununun ciddi bir sorun olduğunu, bazı hastanelerde günde bir tane, bazı hastanelerde günde üç tane kişisel koruyucu donanım sağlandığını görüyoruz, kimi sağlık çalışanları “Hastanede aslında var ama başhekimlik tarafından bizimle paylaşılmıyor” derken, kimisi “Hastanemize gönderilmedi” diyor. Türkiye’de bu konuda ciddi bir eşitsizlik var. Dile getirilen başarı tablosu içinde ise bunlar yetkililer tarafından pek yanıtlanmıyor.
- Türkiye’nin bir kamusal ilaç ve aşı üretim sistemine ihtiyacı olduğu da bu süreçte ortaya çıktı. SSK İlaç Fabrikası kapatılmadan önce ikame ilaç üretimi için önemli adımlar atılmıştı. Küresel ilaç tekellerine bağlı kalmayacağımız kamusal ilaç ve aşı AR-GE’si ile üretimini önümüze koymalıyız. Bunun önemini görmek için Küba örneğine bakmak yeterli.
- Yine bu pandemi sürecinin gösterdiği önemli şeylerden biri halk sağlığının temel diskuru olan koruyucu sağlık önlemlerinin ve mekanizmalarının geliştirilmesi gerekliliği. Sağlık yatırımlarının buna yönlendirilmesi gerekiyor. Hastane binalarının büyüklüğü, yatak sayısının fazlalığından öte koruyucu sağlık politikaları ihtiyacındayız. Ayrıca halkın genel olarak bulaşıcı hastalıklarla ilgili bilinçlendirilmesi, hijyene, hijyen için gereken sabun gibi vs. tüketim maddelerine erişebilmesi gerekir. Pandemi süreci bize halk sağlığının unutulmuş temel ilkelerinin ne kadar hayati olduğunu hatırlattı. Çünkü Türkiye son yıllarda tamamen tedavi edici sağlık hizmetlerine yöneldi. Birinci basamak sağlık hizmeti verenler sadece ilaç yazan insanlar olarak anılmaya başlandılar. Aslolan milyonlarca insanın Covid-19 olup da hastanelere yatırılıp bakılması değil, kimsenin bulaşıcı hastalıklara yakalanmaması için koruyucu mekanizmaların hayata geçirilmesi.