Balkon, kentten bize düşen küçük bir açık hava
Kapıdan çıktığımız an başlayan, sokakla devam eden bir çizgide hem mahremi hem sokakla bağımızı sağlıyor balkon... Hayatımızdaki yeri, bizi eve kapatan salgınla bir kez daha gözler önünde.
Fotoğraf: Pixabay
Burcu ARIKAN*
Şehirlerimizin nasıl değiştiğini ve neye dönüştüğünü anlamak, mücadele edebilmek için önemli. İstanbul gibi değişimin hiç durmadığı ya da daha durağan görünümlü şehirlerde, değişim ekonomik, politik ve sosyal dinamikler tarafından şekillendiriliyor. Konut ise bütün bu karmaşık süreçte büyük paya sahip oluyor. Sermaye için rant anlamı taşırken, bizim için barınma, gündelik hayat ve gelecek güvencesi olmayan bir ülkede kaçınılmaz olarak yatırım aracı demek. Bir de şehirle kurduğumuz ilişkinin en temel parçası. Kapıdan çıktığımız an başlayan, sokakla devam eden bir çizgide hem mahremi hem sokakla bağımızı sağlıyor. Bu denklemden sokağı çıkaran, bizi eve kapatan salgınla “normal” koşullarda çok üzerinde durmadığımız birçok aksaklığı hissediyoruz. Olağan dışı bu durumda en çok konuşulan aksaklık da balkonlar.
BALKONLAR NEREYE GİTTİ?
Hep farkındaydık balkonsuzlaştığımızın ama şimdi soruyoruz: Balkonlar nereye gitti? Maalesef Türkiye’nin kentleşme hikayesinde gündelik yaşama dair ihtiyaçlar uzun zamandır ön planda değil. Üstelik çoğu insanın işten güçten evinin ne durumda olduğunu düşünme şansı yok. İşe en az masrafla ulaşmak, düşük kira vermek dışındaki beklentiler mecburen askıya alınıyor. Konutların dönüşümünde alışkanlıkların etkisi üzerine genelleme yapabilecek sağlıklı bir kentsel gelişim yok. Balkon talebini tartışmaktan önce böyle bir talep olsa gerçekleşebilir mi sorusuna cevap aramalıyız.
1965’te yürürlüğe giren Kat Mülkiyeti Yasası ile hızlanan yapılaşma süreci 1973’te Boğaziçi Köprüsü’nün hizmete girmesi sonrasında kat sınırlamalarının gevşemeye başlamasıyla devam ediyor. 1980 sonrasında konut, büyük sermayelerin spekülatif yatırımlar yaptığı bir alan oluyor. Durmayan yıkım/yapım döngüsü konuta ve dolayısıyla bireyin sokakla, komşuyla, açık havayla kurduğu ilişkiye yansıyor. 1985 sonrası balkonlar kapalı inşaat alanına dahil ediliyor. Neoliberal ekonomi daha baskın hale geldikçe yerel yönetimlerin üzerinde kentli ve rant baskısı artıyor ve kısa aralıklarla imar hakkı artışları kent mekanını takip edilmesi zor bir hızda dönüştürüyor.
SAĞLAM BİR BİNAYA KARŞI, BAHÇE, BALKON LÜKS HALİNE GELİYOR
Peki, kentli baskısı ne demek? Deprem korkusu gibi hayati konularda dahi devlet barınma sorununu tamamen sermayeye bırakmış olduğu için bireyler müteahhitlerle karşı karşıya kalıyor. Örneğin Kadıköy’ün ekonomik durumu yüksek muhitlerinde yaşayanlar için dahi, yaşadığı binayı yenilemek için tek seferde yüzlerce bin lira para çıkarmak kolay değil. Ama her an yıkılabileceğini bildiği bir evde uyumak da. Bu durumda müteahhidin ikna olması için onun kârı temel belirleyici oluyor. Uzun toplantılar, defalarca bozulan anlaşmalar, komşularla davalık olunan süreçler içerisinde sağlam bir binada yaşama hakkı karşısında balkon, bahçe lüks haline geliyor. Direnen de seneler süren davalarla ruh sağlığından oluyor. Burada bireylerin yanlış tercihleri yok mu, tabii ki var. Ama katılımcı, gündelik yaşam odaklı işleyen bir süreç yok ki bu tercihlerin belirleyiciliğini tartışalım.
Yaşamı gözetmeyen bir kentleşme insanların alışkanlıklarına dair iyi veriler de veremiyor. Bunun için yapılması gereken inceleme çok katmanlı. Balkonların kapatılması ya da insanların balkonu sık kullanmaması kullanışsız, rüzgara açık, tasarımsız evlerden kaynaklanabileceği gibi gecelere kadar çalışmanın zamansızlığından da, mahremiyet kaygısından da kaynaklanabilir. Fakat ne olursa olsun balkon koca kentten bize düşen küçücük bir açık alan. Belki gündüz hiç çıkamayan birisi gece evin yükü bitip de herkes uyuduğunda çıkıp bir gökyüzüne bakıyor… Bunlar küçük hikayeler, toplaması zor. Her şekilde balkon bizim mekansal haklarımızdan biri ve çoğunlukla bizden değil düzgün işlemeyen süreçlerden dolayı erişemiyoruz.
‘FRANSIZ BALKONLARA KALDIK’
Bu hakkı kaybetmemiz de birden olmuyor. Önce küçülüyor balkonlar, bir geçiş dönemi gibi. Sonra bu küçük balkonlar kullanışsız oluyor. Katlar yüksek, esiyor derken kapatma furyası başlıyor. Rüzgarlı balkonları kapatanların hepsi ardiye yapmıyor, yarı açık alan olarak kullanım da yaygın. Eski yönetmeliklerde olmayan asansör, yangın merdiveni gibi zorunluluklar balkonla aynı yüzde hesabına eklendikçe ve daireler küçüldükçe Fransız balkonlara kalıyoruz. Burada insanların söz hakkı kentin gelişimi karşısında inanılmaz cılız.
‘İNSANLAR BALKONLARINI ÖZLÜYOR’
Feneryolu Mahallesi’ndeki bir kafede konuştuğum kadın mesaisiz tek günde oturabileceği bir balkonu olmadığı için üzüldüğünü ama deprem korkusundan yenilerken müteahhidi ikna edemediklerini söylemişti. Eskiden bu kafeye bu kadar gelmediğini eklemişti. Balkonda içemediğimiz çay masraf da çıkarıyor. Başka bir yerde, Küçük Armutlu’da bir kadın “Bahçem var, Boğaz’a bakıyor, bunu bize çok görüyorlar yoksuluz diye. Çift vardiya çalışıyorum, manzara mı görüyorum?” demiş ama bahçesinde ektikleriyle çok dar zaman atlatmıştı. Fenerbahçe, Suadiye gibi daha yüksek gelir grubu mahallelerde ise müteahhide belki de söz ve para daha çok geçtiğinden balkonlu dönüşümler olabilmişti.
Kente dair haklarımızın “Orada olması” önemli, bir kere kullanılacak dahi olsalar. Son dönemde eski pimapen “kapatmalar”ın yerini açılır kapanır cam sistemleri almaya başladı mesela, insanlar balkonlarını özlüyor, yeni malzemelerle iklime uydurarak geri kazanıyor belki, kim bilir?
* Mimar