‘Post-Corona dünyası’ denilmişken… (2)
Görünen o ki, Kovid-19 salgını, bir “dışsal” etken, bir tarihi “dünya vakası” olarak, burjuvazinin, düşünce dünyasının üstüne geçirdiği örtünün yırtılmasında ilk hamleyi gerçekleştirmiş bulunmaktadır.
Fotoğraf: DHA
Gazi ATEŞ
“Vizyon danışmanları”nın bir yöntemine başvuralım: ‘Ön-görü’ ile değil de, ‘geriye-görü’ ile bakıldığında, yani ileri bir tarihten, diyelim ki 3 yıl sonrasından bugüne bakıldığında, kuvvetle muhtemel şunu tespit edebileceğiz: Pandemi, ideolojik cephede de bir kırılmanın başlangıcı oldu.
Bilindiği gibi, burjuvazi, son on yıllarda, düşünce dünyasının neredeyse topyekünün kafa üstü durmasını başardı. Büyük salgın, bu dünya algılayışını şimdiden sarsıp, düşünce dünyasının yeniden ayakları üstünde durmasının yolunu açmış sayılabilir.
Marx ve Engels’in ilk eserlerinden olan Alman İdeolojisi’nde spekülatif felsefenin öznelci temsilcilerinin (Genç Hegelciler vb.) karşısına, son derece “sıradan bir gerçeğe” yaslanarak çıktıklarını hatırlayalım: İnsanlar; tarih, doğa, birey vb. üzerine envai felsefi tezler ileri sürebilmek için, önce yaşamaları gerekiyor. Yaşamaları için ise; yemeleri, içmeleri gerekiyor, oturabilecekleri evleri, giyinebilecekleri elbiseleri vb. olmalıdır. Dolayısıyla, önce bu olmazsa olmaz gereksinmelerini karşılayacak şeyleri üretmeleri, yani maddi yaşamın kendisini üretmeleri gerekmektedir. Her türlü tarihin ve tarih yapmanın da öncülü bu temel koşuldur![1]
Görünen o ki, Kovid-19 salgını, bir “dışsal” etken, bir tarihi “dünya vakası” olarak, burjuvazinin, düşünce dünyasının üstüne geçirdiği örtünün yırtılmasında ilk hamleyi gerçekleştirmiş bulunmaktadır.
Öte yandan, bu “tabiat olayı”nın kendisi ve kapitalistlerin onun karşısında aldıkları tutum, özellikle işçilerin algıları ve duygu dünyasında belirli değişimleri tetikledi. İşçilerin ölüm cephesine sürülür gibi çalışmaya zorlandığı Türkiye’de işin bu boyutu belki de en yalın şekliyle görüldü.
İtalyan Marksisti Antonio Gramsci, Birinci Dünya Savaşı’nın üçüncü yılında kaleme aldığı bir makalede, ‘Üç yıllık savaş dünyayı duyarlı kıldı, önceleri dünyayı sadece düşünüyorduk, şimdiyse hissetmekteyiz’.[2] Hissiyattaki değişimi, bakış açısının değişimi izler.[3] Ve nitekim: Hastalık bulaştırırım diye evindeki çoluk çocuğuna dahi sarılamayan işçi, sermayenin ve onun hükümeti tarafından çalışmak ile açlık arasında tercihe zorlanılırken, her şeyin pahalı olduğu bu ülkede sırf onun emek gücünün değil, hayatının da pek ucuz olduğunu gördü; üstelik eskiden sırf kendisi “iş kazası”nda ölebilirken, şimdi tüm ailesi ölebilirdi. Ve bu sırf ona değil, hemen hemen tüm işçilere reva görülüyordu. Salgınla mücadele ortak bir tutumu gerektirirken ve bunun için toplumun diğer kesimlerine “Aman evde kalın” denilirken, işçiler, bu bütünden ayrıştırılıyor, özel bir muameleye tabi tutuluyordu. Tam da bu ayrıştırma, ister istemez, işçilerde, kendilerinin bu toplumda özel bir bütün oluşturdukları fikrinin oluşmasına neden oldu. Sermayenin, salgının umumiyetine rağmen işçileri bu genelden ayrıştırması, işte bu çıplak sınıfsal gerçeklik, işçilerin hissiyatında küçümsenemeyecek, olağan zamanlarda belki yılları alabilecek bir açı değişimini tetikledi.
Kuşkusuz algı, gerçeğin teyide muhtaç bir türüdür. Şüphesiz hissiyat, kavramsallaştırılmayı gerektirir. Henüz politik bir sınıf bilinci olmasa da, fakat bir sınıf olma, işçi sınıfı olma hissiyatı, sermaye ve hükümetinin bu ayrıştırmasıyla birlikte güçlendi işçilerde. Sınıf kavramının ekonomik-sosyal bir kategoriden ibaret olmadığı, elbette onun üzerinden yükselen fakat ötesinde de, sermaye karşısında ortak bir ilişki bütünlüğü içinde bulunuluyor olma, (politik bir bilinçle kavramsallaştırılması gereken) ortak bir hissiyat ve anlama olduğu göz önünde tutulduğunda, Kovid-19 salgını günlerinde işçilerin bu deneyimi asla küçümsenemez. Nitekim son 1 Mayıs kutlamaları bunun somut bir örneğiydi.
Eskilerin dediği gibi, her şey kendi zıddıyla kaimdir: Türkiye burjuvazisi, bir yerde mahkum olduğu bu pervasızlığıyla, “Korona krizini” fırsata çevirmenin peşine düştü. Sonuçta, Türkiye’deki iktidarın “küçük Amerika” hayalini terk edip Avrupa’nın kapısında “küçük Çin” olmaya namzet hesaplarının tutup tutmayacağını zaman gösterecektir. Fakat bugünün koşulları öyle oluşmuş bulunmaktadır ki, bu hesapları tutturma gayesiyle sermayenin yöneltmeye mecbur olduğu saldırılar, işçi sınıfı cephesinden karşı direnişleri tutuşturmadan gerçekleştirilemeyecektir.
Envai türden öngörüler bir tarafta kalsın, şu bir gerçektir ki, ekonomik ve politik çelişkiler ve bu çelişkilerin temelinde ve onların nezdinde mücadelelerini gerçekleştiren temel sınıflar atlanarak, Kovid-19 salgını sonrasının dünyası üzerine somut bir öngörüde bulunulamaz.
“Tarih, günün emrindedir.”[4] Günün halihazırdaki vaziyet-i umumiyesi ise şudur: Dünya ekonomisinin bu yıl eksi büyüme yapacağı bir sır değildir. Ekonomik sarsıntılar daha şimdiden birçok devleti derinden etkilemiştir. An itibarıyla 102 devlet kredi talebiyle İMF’ye başvurmuştur.[5] Burada yer darlığından ötürü değinemeyeceğimiz çeşitli gelişmelerin[6] işaret ettiği, tüm dünyada işsizlik ve yoksulluğun büyüyeceği, işçi hakları ile demokratik kazanımlara yönelik saldırıların artacağı, en başta da emek ile sermaye arasındaki çelişkinin keskinleşeceğidir.
Kovid-19 salgını, hiç şüphesiz tarihi hızlandıracaktır. “Corona sonrası dünya”nın çehresini ise, esasta işçi sınıfıyla burjuvazi arasındaki mücadele belirleyecektir. Tarih tekerrür etmeyebilir, burjuvazi 2008 krizindeki başarısını aynen tekrarlayamayabilir - eğer ki, işçi sınıfının ileri unsurları, hızlanan bir tarihsel dönemde, yeteneklerini, birikimlerini, girişkenliklerini artırmaları için kaybedecek zamanlarının olmadığını anlayıp doğmakta olan olanakları değerlendirebilmeyi başarırlarsa!
[1] Bkz. Marx-Engels, „Alman İdeolojisi“, çev: Tonguç Ok, Olcay Geridönmez, Evrensel Basım Yayın, sf. 36 ve devamı. Marx ve Engels bu temel gerçeğe hakkını vermek suretiyle, ayakları yere basmayan, kafa üstü duran öznelciliğin ‚koşulsuzluk‘ üzerine kurulu tezlerini teker teker çürütürler.
[2] Antonio Gramsci: „Gedanken zur Kultur“ (Kültür Üzerine Düşünceler) adlı derlemede, sf. 12, Röderberg Yay.
[3] Kuşkusuz hissiyat ve bakış açısındaki değişimler her zaman olumluya doğru olmayabilir!
[4] Ahmet Hamdi Tanpınar: „Saatleri Ayarlama Enstitüsü“, sf. 297, Dergah Yay.
[5] Uluslararası finans yazınında, TL’nın dolar karşısında 0,14 dolara kadar gerilediği Türkiye’de, İMF’ye başvurulmaması durumunda mali bakımdan bir devlet iflasının yaşanabileceği veya Katar ve Çin’den çok daha ağır koşullarda borç alınmak zorunda kalınacağı konuşuluyor!
[6] Devlet borçları, bütçeler, yatırımlar, tekel birleşme ve tasfiyeleri, üretimin yeniden örgütlenmesi, kapasite fazlalıkları, devlet müdahalelerinin kalıcılaşması, demokratik haklar vb…