Bir Oscar, tek eksiğimiz
Kültür ve Turizm bakanı Ertuğrul Günay’ın, son yıllarda sinemada geldiğimiz noktayı “Türk sineması bunu hayal bile etmiyordu” sözleriyle açıklaması; hem trajikomik hem de gerçekçi bir yaklaşımın tezahürü aslında. Bu cümle üzerindeki küçük bir rötuş ile ulaşacağımız “
Bakan Günay’ın Oscar ile ilgili meramını ‘bir gün mutlaka Oscar’ı alacağız’ diyerek dile getirmesinde ve bütünüyle sanatsal çevrede değerlendirilmesi gereken bir mevzuyu muhtelif ve alışıldık milli duygularla bağdaştıran tavrında aslında yadırganacak tek bir nokta bile yok. Zira Türkiye’de bu böyledir. Bir gün Eurovision’un kazanılacağı söylenir ve ‘bir gün’ Eurovision mutlaka kazanılır. Ya da milli futbol takımının gelecekte kesinkes kazanacağı başarıları kuantum fiziğinden bolca destek alınarak açıklanır. Aynı tavrın sinemayı ilgilendiren ve sinemayla ilgilenen bir konuda da su yüzüne çıkması hiç de tuhaf değildir. Çünkü Türkiye sineması ‘o güne’ kadar bunu hayal bile etmemiştir.
TÜRKİYE OSCAR İÇİN NE YAPTI?
Belki de meselenin temeline inerek Oscar’dan dem vurarak başlanır. Sene sonunda film afişlerinde reklam edilen ismiyle sıkça karşılaştırdığımız bu ödülün epey görkemli ve gösterişli bir tarihi var. Genel mekanizması ise yıllardır aynı… Sene içerisinde öne çıkan kimi filmler olur, yapımcı şirketler ellerindeki ‘tutan’ filmlerden bazılarını ön plana çıkarır, son turda da iş tamamı ile bir kulisler yarışına döner ve iyi çalışan şirket ödülü kazanır. Kısacası belli bir nitel ölçüyü aşan filmler asıl yarışı reklam üzerinden verirler. Bunun akabinde de bu filmlerin isimli tarihin altın sayfalarına bir daha silinmemek üzere kazınırlar.
Peki, Türkiye kendisini ilgilendiren ‘Yabancı Film Oscar’ı için bugüne kadar ne gibi atılımlar yapmıştır? Aslında bunun herhangi bir yargı üzerinden genellenebilecek bir cevabı yok. Zira Kültür ve Turizm bakanlığı seçtiği bir ekip ile her sene Oscar’a bir filmimizi yolluyor ve iş bu aşamadan sonra yönetmenin tanınırlığından tutun da filmin yurtdışı satışlarına kadar uzanan geniş ve gizli bir ‘kalifasyon’ sürecinden sonra son eleği ile karşı karşıya geliyor. Kısacası inşallahlar ve maaşallahlar bu süreci pek etkilemiyor.
BIRAKIN OSCAR’I SON DOKUZA KALSA!
Gelelim türlü türlü tartışmaların odağındaki, bu seneki Oscar adayımız Ateşin Düştüğü Yer’e… Geçtiğimiz sene Altın Portakal’ın yarışma bölümüne önjürinin kıstaslarını aşamadığı için katılamayan daha sonra da dünyanın önemli film festivallerinden biri olan Montreal film festivalinden iki önemli ödülle dönen film istenmeyen hamilelikle karşı karşıya alan genç bir kadının öyküsünü anlatıyor. İsmail Güneş’in eskiden beridir sürüp giden muhafazakar tavrının değişmeyeceğini ve Montreal’deki jürinin bize özgü olan bu töreler meselesini ilginç karşılamış olabileceğini biliyoruz. Korumacılığı bir yana, Ateşin Düştüğü Yer öyküsünü anlatamıyor, son derece anlamsız yan hikayelere kapılıyor ve bir bütün olmaktan son derece uzaklarda seyrediyor.
Akademinin de bu filme elden geldiğince “bilimsel” yaklaşacağını ekleyelim. Farz-ı misal, geçtiğimiz senenin kazananı, İran mahsulü ‘A Seperation’ filmi, galasını yaptığı Berlin Film Festivali’nden itibaren arkasına aldığı filmle Los Angeles’a kadar gelmişti. Ateşin Düştüğü Yer ise, yarattığı onca tartışmaya rağmen henüz kendi ülkesinde bile kabuğunu kıramadı. Bırakın Oscar’ı kazanmayı, son dokuza kalsa bile ödüller sahnesine bir mucize armağan edecek bir filmden söz ederken çok da umutlanmamakta fayda var.
OSCAR’I MİLLİ MESELEYE ÇEVİRMEK FAYDASIZ
Her şeyi bir kenara bırakalım, en büyük soruna bir göz atalım. Günay’ın çizdiği ve içindeki herkesin çok mutlu göründüğü Türkiye sineması tablosunun pek de gerçekçi olmadığı kesin. 2000’lerle beraber yatırımcılar sinemadan para kazanılabileceğini yeniden keşfetttiler ve çekilen filmlerin sayısı böylece artmış oldu. Hali hazırda yıllardır kendi sinemalarını yapmakta ve ismini yurtdışında da duyurmakta olan ‘auteur’ yönetmenler ise ‘özenilen’ olmayı sürdürdüler. Kısacası çekilen seksen filmin en az altmış tanesi bir daha hatırlanmamak üzere raflara kaldırıldı. Geri kalanlardan birçoğu nitelik olarak pek üstün görünmeseler de belli bir damara hitap ettikleri için kendilerine çok fazla seyirci buldular ve yatırımcılarına bolca para kazandırarak kendinden sonraki niteliksizliklerin kapısını açtılar. Bu süzgecin üstünde ise Nuri Bilge Ceylan’lar, Reha Erdem’ler, Zeki Demirkubuz’lar, Semih Kaplanoğlu’lar kaldı. Kısacası her dönem, kendi isimlerini yarattı. Sinema Türkiye’de hiçbir zaman bir sektöre dönüşemedi.
Oscar’ı milli bir mücadeleye dönüştürmekten ne sinemaya ne de sinemacılara bir yarar gelmeyeceği açık. Yapılması gereken ise belli, “niteliği ‘muhafaza’ etmek” ve sanatı kapalılığa teşvik etmemek. Bakanlık, zaten yapmakla yükümlü olduğu desteğine devam etmeli, yükümlülükleri ile reklam yapmamalı ve kafasını kaldırıp dünyaya bakmalı. Türkiye sineması bundan çok daha fazlasını hayal etmeli.