8 Mayıs’ın çarpıtılmamış tarihi: Emperyalist savaştan kurtuluş savaşına
Tarih doktoru ve Paris-Creteil Üniversitesi öğretim görevlisi Deniz Uztopal, 8 Mayıs 1945’in 75. yılında İkinci Dünya Savaşı'nın “çarpıtılmamış tarihini" ve faşizme karşı mücadeleyi yazdı.
(Fotoğraf: Yevgeni Khaldei)
Deniz UZTOPAL*
Paris
8 Mayıs, Nazizm ve faşizmin ezildiği ve insanlığın kölelik koşullarına tekrar geriletilmeden kurtulduğu gün olarak kutlanılıyor. Bu yıl 8 Mayıs’ın 75. yılı ve birçok ülkede Nazizm ve faşizm tekrar lanetleniyor. Önemli etkinlikler de gerçekleşecekti fakat Kovid-19 krizinden dolayı bu kutlamalar maalesef gerçekleşemiyor.
8 Mayıs’ın 75. yılı vesileyle, 50 milyondan fazla insanın ölümüne neden olmuş bir savaşı tekrar hatırlamak, bugünkü faşist tehditlere karşı mücadele açısından önemli.
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞINA DOĞRU GİDEN SÜREÇ
1933 yılında büyük Alman tekellerinin desteğiyle iktidara gelen Hitler, Almanların ırksal üstünlüğü tezleriyle, esas olarak Alman sermayesinin dünyaya egemen olması için çaba sarf ediyordu. Eğer bu hedefi gerçekleştirmiş olsaydı, bütün insanlığı “orta çağ köleliği” sistemine tekrar geri götürür, insanlığın o güne kadar yarattığı tüm ileri değerleri yok ederdi.
Alman sermayesinin çıkarlarını en bağnaz şekilde savunan rejim olarak elbette kapitalizmin bağrında doğmuş ve diğer emperyalist ülkeleri de kendi çıkarlarına tabi tutmak istiyordu.
Bu ancak savaş yoluyla gerçekleşebilirdi, fakat Birinci Dünya Savaşını kaybetmiş ve 1929 krizini diğerlerine göre daha ağır bir şekilde yaşayan bir ülke olarak Almanya’nın askeri olarak kalkınabilmesi için diğer emperyalist ülkelerin buna güz yummasını sağlaması gerekirdi. Bunun için ortak düşmanları olan Sovyetler Birliğini yok etme hedefini sürekli öne sürdü, başta İngiltere ve Fransa olmak üzere diğer emperyalistler sonuçta savaşın kendilerine de bulaşacağını çok iyi bilmelerine rağmen 1938’de Münih Anlaşmasıyla Almanya’nın Avusturya’yı işgal etmesi ve doğuya doğru ilerlemesi kabul ettiler. Esas ve onlar açısından ilk hedef sosyalist rejimi inşa eden SSCB’nin yok edilmesiydi.
Sovyetler ise İngiltere ve Fransa’ya tüm otuzlu yıllar boyunca “ortak güvenlik” projesini öneriyor ve Nazizm’in istilacı politikasını durdurmanın tek yolunun ortak bir anlaşma imzalamak olduğunu savunuyordu.
Fakat İngiliz ve Fransız sermaye çevreleri buna yanaşmıyordu, zira onların da esas ama gizli hedefi Almanya ile SSCB’nin savaşa girmesi ve ikisinin de zayıfladığı bir anda savaşa dahil olarak ikisinden de birden kurtulmaktı. Onlar açısından bir yanda kapitalizme alternatif bir sistem olarak sosyalizm, diğer yandan ise kendi egemenliğini dayatmak isteyen başka bir emperyalist ülke vardı. Bu hesabı görmek hiç de zor değildi. SSCB’nin tüm “ortak güvenlik” anlaşması tekliflerini reddeden, gerçekleşmemesi için bin türlü ayak oyuna başvuran İngiltere ve Fransa, Sovyetleri Almanlar karşısında yalnızlaştırmak için tüm manevralara başvurdu. Böylesi bir duruma düşmemek için Sovyetler ise büyük tavizler vermeyi kabul etmiş fakat Hitler’in sosyalizmi yok etmek istediğini bilen İngiliz ve Fransız sermaye çevreleri tüm diplomatik görüşmeleri baltalamıştır.
Tam da böylesi bir ortamda ve “ortak bir güvenlik anlaşması” karşısında kazanma şansının olmadığını bilen Hitler, Fransa ve İngilizlerin oyunlarını bozmak için SSCB’ye “Saldırmazlık paktı” imzalamayı önerdi. Son ana kadar Sovyetler, Nazizme karşı İngiltere ve Fransa ile anlaşmak istemiş fakat işi sürekli çıkmaza süren sermaye çevrelerinin ayak oyunlarına düşmemek ve olası bir savaş karşısında Almanya’ya karşı tek kalmamak için “Saldırmazlık paktı” önerisini kabul etmek zorunda kaldı ve 23 Ağustos’ta bunu imzaladı.
SAVAŞ, EMPERYALİST BİR SAVAŞ OLARAK BAŞLADI
Alman-Sovyet “Saldırmazlık paktı” bugünkü tarih ders kitaplarında belirtilenin tersine, bir ittifak değil İngiliz ve Fransız sermaye çevrelerinin ayak oyunlarının doğurduğu tarihsel koşulların ürünüdür.
Hitler, SSCB’yi ezmek ve yok etmek istediğini gizlemiyordu fakat emperyalist rakipleri İngiltere ve Fransa’nın oyunlarını da görmüyor değildi. SSCB ise “ortak güvenlik” projesinin gerçekleşemediği koşullarda kaçınılmaz faşist saldırıya askeri olarak hazırlanmak için daha fazla zaman kazanmak istiyordu.
Hitler, İngiltere ve Fransa’nın oyunlarını bozar bozmaz, 1 Eylül’de Polonya’ya saldırarak İkinci Dünya Savaşının barutunu ateşledi. Askeri hedefi doğuya doğru ilerlemekti, fakat SSCB’ye saldırmadan önce emperyalist rakipleri İngiltere ve Fransa’yı da etkisiz hale getirmek ister, zira Sovyetlerin önerdiği “ortak güvenlik sözleşmesini” yakından takip etmiş ve rakip Fransız ve İngiliz sermaye çevrelerini askeri olarak zorunlu bıraktığında bu olasılığın hala devam ettiğini bilir.
İlk saldırdığı ülkelere bakılırsa, bunların, doğuya doğru ilerlemesinin önünü açan işgaller olduğu görülecektir. 1-28 Eylül 1939 arası Polonya, 7-9 Nisan 1939 Norveç ve Danimarka, 10 Mayıs’ta ise Hollanda, Lüksemburg ve Belçika işgal edilir. Yani İkinci Dünya Savaşının başladığı kabul edilen ilk günden birkaç hafta sonra Hitler orduları, SSCB’nin sınırındadır. Alman orduları bu ülkeleri işgal ederken doğru dürüst bir askeri “zorlukla” ve direnişle karşılaşmazlar zira tüm bu ülkelerin sermaye çevrelerinde yükselen bir Nazi hayranlığı ve antikomünist düşünce vardır. Sermaye çevrelerinin bu “pasif direnişi” sayesinde Polonya 27 gün içerisinde, Hollanda ve Belçika 19 gün içerisinde, Danimarka ve Norveç ise yaklaşık 2 ay içerisinde işgal edilir. Bu ülkelerin zenginliklerini yağmalayarak gücüne güç katan Hitler, Haziran 1940’ta Fransa’ya da saldırır ve dönemin en büyük askeri güçlerinden birisi olarak sayılan Fransa’yı 40 gün içerisinde işgal eder.
Fransa’nın bu kadar hızlı olarak işgal edilmesi de ilk anda şaşırtıcıdır, fakat devlet arşivlerinde yapılan tarihsel araştırmalar 1936’dan itibaren Fransız sermayesinin en gerici kesiminin sosyalizm tehdidi karşısında Hitleri “tercih” ettiğini kanıtlıyor. Tarihçi Annie Lacroix-Riz’in ünlü kitabının baslığı gibi Fransız sermayesi “yenilmeyi tercih” eder. (Le Choix de la défaite, Editions Seuil).
Bu hızlı işgallerin Alman ordusunun ne kadar “güçlü” olduğunu gösterdiği doğrudur, fakat belirtilmelidir ki bu ülkelerin burjuva yönetimleri vatanın çıkarlarının tersine birkaç gün içerisinde halkı silahsızlandırmış ve Nazilerle iş birliğini seçmişlerdir.
SAVAŞ, KURTULUŞ SAVAŞINA DÖNÜŞTÜ
21 Haziran 1941’den itibaren emperyalist savaş kurtuluş savaşına dönüşür.
Çevredeki tüm ülkeleri işgal eden, İngiltere’yi büyük oranda zayıflatan Almanya tüm askeri gücünü seferber ederek 21 Haziran 1941’de Sovyetler Birliğine saldırır. Başlayan savaş İkinci Dünya Savaşının geleceğini belirleyen doğu cephesidir.
Aynı yıl İngiltere ve savaşa giren ABD arasında bir ittifak kurulur ve artık savaş emperyalist bir savaş olmaktan kurtuluş savaşına dönüşür. Birinci Dünya Savaşından farklı olarak 1941’den itibaren İkinci Dünya Savaşında emperyalistler etki alanlarını genişletmeye yönelik bir savaş yürütmezler, esas hedef artık Hitler belasından kurtulmaktır. İşte bundan dolayı İkinci Dünya Savaşını sadece emperyalist savaş olarak değerlendirmek doğru değildir, zira Sovyetler emperyalist savaşın bir parçası değil, kurtuluş savaşının ana unsur ve gücüdür. Bunun için ABD ve İngiliz emperyalistleri Sosyalist SSCB ile ittifak yalpaktan geri durmazlar fakat askeri müdahalelerinde onu güçlendirmemeye özel bir önem verirler.
Kurtuluş savasının esas olarak yürütüldüğü doğu cephesindeki gelişmeleri yakından takip ederler ve savaşın seyrine göre Sovyetlerin yenilmemesi için sınırlı yardımda bulunurlar, zira onlarda kabul eder ki Nazilere karşı mücadelenin esas ve belirleyici rolünü Sovyetler üstlenmiştir. 21 Haziran 1941’de Sovyetlere saldırmayla başlayan ve 2 Şubat 1943 günü Stalingrad zaferi ile sonuçlanan süreç, Hitler faşizminin yenilmesinin belirleyici sürecidir.
22 Haziran 1941’den 6 Haziran 1944’de kadar, yani Alman faşistlerine karşı ikinci cepheyi temsil eden Normandiya çıkartmasına kadar faşist ordunun toplam gücünün ortalama yüzde 72’si her zaman Sovyetlere karşı savaşmıştır. Yani her 10 Alman askerinden 7’si sürekli doğu cephesinde Sovyetler'e karşı savaşmış ve buradaki yenilgi Nazizmin ezilmesini sağlamıştır. Hatta Amerikan ve İngilizler Normandiya'da savaşmaya başlamasından sonra bile, Nazi ordularının yüzde 60’ı yine doğu cephesindedir.
NAZİZMİN YENİLGİSİNİ BELİRLEYEN CEPHE DOĞU CEPHESİDİR
İkinci Dünya Savaşı'nın en uzun, en vahşi, en kanlı ve en can alıcı savaşı Sovyetler Birliği toprakları üzerinde yaşanmıştır. Savaşın başından sonuna kadar Kızıl Ordu “yük”ün ezici çoğunluğunu taşımış ve Alman ordusunun bel kemiğinin kırılmasıyla yenilmesini sağlamıştır. Eğer Alman ordusu, Kızıl Ordu’ya karşı ağır yenilgiler almasaydı, büyük oranda asker ve materyal kaybetmeseydi diğer cephede Amerikan ve İngiliz bölüklerinin zafer kazanması mümkün olmazdı.
Örneğin Alman ordusunun o dönemde yayınladığı sayılara göre, Nazi ordusu Sovyetlere karşı ilk 5 ay içerisinde 743 bin asker kaybetmiştir (ölen, savaşamaz halde yaralanan, kaybolan), yani doğu cephesinde savaşan askerlerin yüzde 23’ü. Bu kayıplardan dolayı Naziler, ordularının stratejik rezerv bölüklerini ve diğer ülkelerde işgal görevini üslenen bölükleri, sürekli doğuya aktararak tamamlamıştır.
Kuşkusuz Hitler barbarlığına karşı elde edilen tüm zaferler önemlidir ve burada diğer cephedeki savaşları, özellikle de Normandiya cephesinin önemi kesinlikle küçümsenmemelidir, fakat bugün tarih ders kitaplarında yapıldığı gibi gerçekler de çarpıtılmamalıdır. Sovyetler Birliği’nin çekmek zorunda kaldığı yükü ve acıyı hiçbir ülke çekmemiştir. Sovyet yurttaşları vatanlarını canları pahasına savunmuş ve toplam 27 milyon kayıp vermiştir. 9 ay süren Leningrad ambargosundan dolayı 900 bin insan açlıktan, susuzluktan ölmüştür. 3 yıl boyunca işgal edilen Sovyetler topraklarında milyonlarca insan asılmış, kurşuna dizilmiştir.
İşte bunca fedakarlıklar sayesinde 2 Şubat 1943’ta Stalingrad zaferi elde edilmiş ve artık Alman orduları düzenli ve sistematik bir şekilde püskürtülmüş ve 8 Mayıs’ta Berlin’de kafası ezilmiştir. Azılı düşmanı komünistlerin eline düşmemek için Hitler, 30 Nisan’da intihar etmeye seçmiş ve SSCB karşısında ezildiğini kabul etmiştir. Fakat Nazi ordularına karşı ikinci bir cephenin açılmış olsaydı savaş daha erken sonuçlanabilirdi.
NAZİ ORDUSUNA KARŞI İKİNCİ CEPHE ANCAK 1944’TE AÇILMIŞTIR
Eğer Nazilere karşı ikinci cephe 1941’de açılmış olsaydı, milyonlarca insan Nazi işgalleri altında katledilmekten kurtulabilir ve Sovyetler de bu kadar acı çekmezdi. Stalin de Churchill de Roosevelt de Hitler de bunu çok iyi biliyordu. Sovyetler bunun için çaba sarf ederken müttefik İngiltere ve ABD buna sıcak bakmadılar.
Sovyetlere karşı Nazilerin saldırdığı 22 Haziran 1941’in ertesi günü, Sovyet yetkilileri İngiltere ile görüşmelere başlar ve “birbirini destekleme” anlaşmasını imzalamak ister. 12 Temmuz 1941’de bu anlaşma SSCB-İngiltere arasında imzalanır. Bu andan itibaren bu iki ülke aynı cephede Nazilere karşı savaşacaktır. Stalin, 18 Temmuz’da Churchill’e gönderdiği bir mektupta iki ülkenin menfaatleri için Nazilere karşı “ikinci bir cephe açılmasının” önemini ve gerekliliğine değinir. Stalin’in isteği ya Fransa’nın kuzeyinde ya da Kuzey Avrupa’da Nazilere karşı İngilizlerin bir cephe açması ve Alman ordusunun iki cephede savaşmasını sağlamaktır. Churchill ise 21 Temmuz’da gönderdiği cevap mektubunda bir yandan “Sovyetler için ne gerekirse yapacağını” diğer yandan ise “İkinci cephe açabilmenin, Almanların aldığı önlemlerden dolayı, imkânsız olduğunu” belirtir.
Stalin pes etmez ve 3 Eylül’de tekrar bir mektup gönderir ve SSCB’nin durumunun ne kadar zor olduğunu, acil bir ikinci cephenin açılmasının savaşın geleceği ve Hitler ordularının yenilmesi açısından can alıcı olduğuna vurgu yapar. Stalin mektubunda “ya Fransa’da ya da Balkanlar'da, 30 veya 40 Alman bölüğünü geri çekebilecek ikinci bir cephe açılmasının” acilliğine vurgu yapar.
Churchill 6 Eylül’de verdiği cevapta, ikinci cephenin açılmasının “imkansızlığına” bir kez daha değinir. Churchill, “Kış mevsiminin bitmesinden önce Fransa’da ikinci cephe açmak imkansızdır. Balkanlarda ise Türkiye’nin yardımı olmadan İngiltere ikinci cepheye açamaz” diye belirtir. Bu mektuba hemen cevap veren Stalin, 13 Eylül’de şöyle der: “Eğer, İngiltere yönetiminin düşüncesine göre Batı’da ikinci bir cephe açmak imkânsız ise, belki Sovyetler Birliğine başka şekilde aktif yardım edebilir”. Stalin mektubunun devamında, İran üzerinden İngiliz ordusunun 25 veya 30 bölükle Sovyetler topraklarına gelebileceğini ve oradan, Sovyet halkları ile birlikte Nazilere karşı savaşabileceğini önerir. Bu öneri de İngiliz devlet yetkilileri tarafından reddedilir.
Anlaşıldığı gibi Sovyetler bin bir öneri sunarak ikinci bir cephe açılmasını, olmuyorsa gelip Sovyetler ile birlikte savaşılmasını önerir. Ama her seferinde Churchill öneriyi reddeder.
ABD’de savaşa Aralık 1941’de girer, Stalin onlarca mektup da Roosevelt’e gönderir. Her seferinde Nazilere karşı aktif savaşma çağrısında bulunur, o da her seferinde bir “bahane” ile sunulan önerileri reddeder.
Sovyetler Birliği devlet yetkilileri ile Batı “demokrasi” güçleri arasındaki bu “mücadele” ta 6 Haziran 1944’deki Normandiya çıkarmasına kadar sürer. Sovyetler, Şubat 1943’teki Stalingrad zaferlerinden sonra bile ikinci cephenin önemini hiçbir zaman reddetmezler ve her zaman hedef olarak “faşizmin en hızlı bir şekilde yenilmesi”ni koyarlar. İşte Normandiya çıkarmasının önemi buradan gelir, fakat gerçekleştiği tarih açısından ne faşizmin yenilgisinde ne de İkinci Dünya Savaşı'nın dönüm noktası olmuştur. Normandiya çıkarması faşist orduların yenilgisini hızlandırmış ama belirleyen cephe olmamıştır.
YALAN KAMPANYASINA KARŞI 8 MAYIS ZAFERİNİ SAVUNMAK
Savaşta tam 27 milyon yurttaşını kaybeden Sovyetler Birliğinin rolünü bu kadar küçümsemek, hatta iki düşmanı; Nazi ve Sovyet rejimlerini müttefik olarak göstermek tarihin gerici siyasi hedeflerin aleti haline nasıl geldiğini ve tarih çarpıtmasının ne kadar ileri gittiğini gösterir. Bugün tarih ders kitaplarında Hitler ile Stalin müttefik olarak tanıtılır, “totaliter rejimler” adı altında paralel olarak öğretilir, hatta AB Parlamentosu 19 Eylül 2019’da aldığı bir kararla Nazi ve Sovyetler Birliği'nde ölen tüm “mağdurları” birlikte anmaya kararlaştırarak iki rejim arasında doğrudan bir bağ kurmadan da öte, İkinci Dünya Savaşı'nın çarpıtılmasını resmîleştirir.
Bu elbette kabul edilemez ve açık bir şekilde belirtmek gerekir ki 8 Mayıs 1945 Sovyetler Birliği'nin fedakarlıkları ile ancak mümkün olmuştur. Bugün 8 Mayıs’ı kutlamak faşizmin bugünkü kalıntılarına, insanlığa yeniden barbarlık düzeni dayatanlara, ırkçılık ve yabancı düşmanlığıyla bu düşünceleri besleyenlere, demokrasi ve demokratik hakları yok ederek büyük fedakarlıklarla kazanılmış hakları yok etmek isteyenlere karşı mücadeleye devam ettirmektir.
Tüm bu gerici güçler, tarihi çarpıtarak güçlenmeye çalışıyorlar. Biz ise Sovyetler'e 8 Mayıs’tan dolayı minnettarız.
* Tarih doktoru ve Paris-Creteil Üniversitende (UPEC) öğretim görevlisi