Doç. Dr. Muammer Kaymak: Kapitalizm, virüsü ‘yaratıcı yıkım’ aracı olarak görüyor
Doç. Dr. Muammer Kaymak, ekonomide resesyonla değil ağır bir depresyon tablosu ile karşı karşıya olduğumuzu söyledi: “Rakamlar 1929 krizinden daha ılımlı olsa bile sonuçlar daha ağır olabilir."
Fotoğraflar: Pixabay&Evrensel
Birkan BULUT
Ankara
Koronavirüs pandemisi, kapitalist devletlerin sınıfsal niteliğini tüm çarpıcılığıyla gözler önüne serdi. Sağlık hizmetlerinden çevre sorunlarına, işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarından, hükümetlerin salgın yönetiminde sergiledikleri tutuma kadar kapitalist sistemin birçok yönü tartışılırken, tüm dünya endişeyle salgının ardından büyük bir ekonomik kriz bekliyor. Herkesin aklında aynı soru var: Bundan sonra ne olacak?
Sorularımızı yanıtlayan Hacettepe Üniversitesi İktisat Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Muammer Kaymak, salgının ekonomik krizin nedeni olmadığını, aksine ekonomik kriz dönemlerinin salgınlara zemin hazırladığını belirtiyor. Ancak koronavirüsün, “2008 krizinden bu yana daha sert bir krizin koşullarını biriktirdiği bir dünya ekonomisi tablosu”nda bir tetikleyici rolü üstlendiğini vurgulayan Kaymak, “Virüs, ancak yıkarak yaşayabilen bir sistem olan kapitalizmin, yeni yaratıcı yıkım aracı olacak gibi görünüyor” diyor.
İnsanlık tarihinin çeşitli dönemlerinde büyük ve yıkıcı salgınlar yaşandı. Geçmişteki bu salgınlar, bugünkü salgını anlamak için ne tür veriler sunuyor?
Tarihteki ilk pandemi, Doğu Roma İmparatorluğu sınırlarında ortaya çıkan ve Justinyen Pandemisi adı verilen hıyarcıklı veba salgınıydı. Dönemin tarihçileri, salgın sırasında İstanbul’da günde 10 bin kişinin öldüğünü aktarıyor. Bu salgın, tarihçilerin 6. yüzyıl krizi olarak adlandırdığı bir genel krizin ortasında cereyan ediyor. İmparator Justinyen’in Roma İmparatorluğunu yeniden inşa etmek için Kuzey Afrika’dan İran’a geniş bir coğrafyada savaşlar yürüttüğü, savaş harcamalarını ve Ayasofya’nın inşaat masraflarını finanse etmek için köylü ve kentli emekçileri ağır vergilerle açlığa sürüklediği, imparatorluk içinde yerel güçlerle merkezi otorite arasında sert güç mücadelelerinin, Hristiyanlık içerisinde dinsel çatışmaların ve kitlesel ayaklanmaların yaşandığı bir dönem bu.
Bir diğer pandemi feodalizmin sonunu getiren 14. yüzyıl krizinin içinde ortaya çıkan ve Kara Ölüm diye bilinen 1348-51 salgını. Hastalık yine aynı. Bu salgının tüm dünyada 100 milyon insanın ölümüne yol açtığı, Avrupa’nın bazı bölgelerinde nüfusun yarıdan fazlasını yok ettiği tahmin ediliyor. 14. yüzyıl krizi, Orta Çağ Avrupa’sında feodal mülkiyet ilişkilerinden kaynaklanan, açlık, kıtlık, savaşlar ve köylülük üzerinde ağır sömürü biçiminde kendini ortaya koyan kriz. Krizin yol açtığı açlık, geniş yığınların direncini ve bağışıklığını yok ettiği için yıkım da şiddetli oluyor. Bu salgın, şaşmaz bir dakiklikle bir başka genel kriz dönemi olan 17. yüzyılda yeniden canlanıyor.
Yani salgınların çeşitli kriz dönemlerinde ortaya çıkması tesadüf değil mi?
Tarihte neredeyse istisnasız her salgın, sömürünün, siyasal baskı ve zorbalığın olağanüstü boyutlara ulaştığı dönemlerde ve yine bunlarla bağlantılı olarak gündeme gelen savaşlar sırasında ortaya çıkmış. Salgına yol açan bakteri ve virüsler, yığınların yaşam koşullarının kötüleştiği ve salgınları önlemeye dönük kamusal organizasyonun olmadığı koşullarda çok daha hızlı yayılıyor ve çok daha fazla insanı yok ediyor. Kapitalizm öncesi devletin, doğası gereği böyle bir organizasyonu yok. Modern kapitalist devlet ise 20 yüzyıla kadar böyle bir örgütlenmeye sahip değil. Dolayısıyla salgınları incelerken salgının kaynağını oluşturan bakteri ya da virüsün nereden geldiğine ve nasıl yayıldığına değil, toplumsal koşullara bakmak gerekiyor. Elbette kapitalizm öncesi dünyada üretici güçlerin sınırlı gelişimi ve bunun bir sonucu olarak tıptaki gelişmelerin sınırlı olması da salgınların yıkıcı olmasında önemli bir etken. Ama mesele sadece tedavinin bulunması değil. Örneğin 19. yüzyılda tıp biliminin tedavisini bulduğu çiçek hastalığı konusunda, Fransa’da liberal hükümetler yaygın aşılama konusunda ayak sürüdüğü için yüz binlerce insan bile bile ölüme terk ediliyor.
"KRİZ DÖNEMLERİ İLE SALGIN ARASINDA İLİŞKİ KURMAK MÜMKÜN"
Peki, bugünkü salgını da böyle yorumlamak mümkün mü?
Bilim ve teknolojinin bu denli geliştiği, tıp biliminin birçok hastalığı kontrol altına aldığı, geçmişte olmayan kapsayıcı sağlık sistemlerinin kurulduğu günümüz dünyasında bu ölçekte bir salgınla karşılaşmak herkesi şaşırttı. Geniş bir perspektiften bakıldığında 19. yüzyıldan bu yana kapitalizmin kriz dönemleriyle salgınlar arasında da, geçmiştekine benzer bir ilişki kurmak mümkün. Son salgının kapitalizmin 2008 yılında girdiği yeni kriz evresi içinde gündeme gelmesi bir rastlantı değil.
Salgın hastalıklarla ilgili iki etken, yani halk sağlığıyla ilgili organizasyon ve nüfusun bağışıklık düzeyi, günümüzde de açıklayıcılığını koruyor. İlk etken açısından baktığımızda, son 30-40 yıla damgasını vuran neoliberal politikalarla, 20. yüzyılda sosyalizmin ve örgütlü işçi hareketinin baskısıyla oluşturulan kamusal sağlık, sosyal güvenlik gibi hizmetlerin ticarileştirilmesinin, en çok halk sağlığı alanını etkilediğini görüyoruz. Doğası gereği kamusal bir anlayışla ve merkezi bir planlama perspektifi ile yürütülmesi gereken halk sağlığı önlemleri, toplumsal hizmetler için piyasanın en iyi çözüm yolu olduğuna inanan ve devletin şirketleşmesine yol açan neoliberal politikaların egemen hale gelmesiyle büyük ölçüde ihmal edildi.
Son salgını nüfusun bağışıklık düzeyi bakımından değerlendirdiğimizde ise yine iktisadi ve toplumsal faktörler karşımıza çıkıyor. Salgın karşısında en kırılgan kesim olan ileri yaştaki insanlar dışında, yüksek tansiyon, şeker, KOAH ve kanser hastaları ile bağışıklığı zayıf olanların risk grubunda yer aldığı söyleniyor. Bu hastalıklar, kapitalizmin, yoksulluk ve uzun çalışma saatleri nedeniyle gıda tekellerinin sağlıksız ürünleriyle beslenmeye zorladığı yoksul emekçiler arasında çok yaygın. Kötü çalışma koşulları, esnek çalışma, güvencesizliğin bir norm halini alması ile artan anksiyete ve stresle yüksek tansiyon hastalığı arasında dolaysız bir ilişki var. Kötü beslenme ile bağışıklık arasındaki ilişki de de malum. Keza, bu süreçte açığa çıktı ki, KOAH da bir işçi sınıfı hastalığı. Zonguldak’ın büyük şehir olmamasına rağmen karantina bölgesi ilan edilmesinin nedeni birçok maden işçisinin KOAH hastası olması.
Son olarak en büyük risk grubundan bahsedelim. Bir bütün olarak işçi sınıfı, sadece risk yaratan birçok hastalığa daha çok yakalanması nedeniyle değil, bu kadar önleme rağmen her gün işe gitmek zorunda olmasıyla bu salgındaki en riskli grubu oluşturuyor. Aileleri ile birlikte toplumun en kalabalık kesimi risk altında. Bu, tüm toplumun risk altında olması demek.
RESESYON DEĞİL BÜYÜK DEPRESYON GELİYOR
Salgının sonuçlarının 1929 buhranını aşacağı yorumları sıkça yapılıyor. Katılıyor musunuz?
Nisan ortalarında IMF Baş Ekonomisti Gita Gopinath, koronavirüs salgınına eşlik eden kriz hakkında IMF’nin internet sitesinde yayımlanan ‘Büyük Ev Hapsi: Büyük Depresyondan Bu Yana En Sıkıntılı Ekonomik Darboğaz’ başlıklı bir yazıda “2020 resesyonu” ifadesini kullanıyor. Yerleşik iktisat yazını ve uluslararası mali sermaye çevreleri çok uzun süredir kriz, depresyon kavramlarını sözlükten çıkardı. 1929 krizine atfen kullanılan Büyük Depresyon ifadesini, artık tarihe mal olduğu için mecburen telaffuz ediyorlar. Kriz ve depresyon yerine daha ılımlı bir çağrışım yapan resesyon terimini tercih ediyorlar. Ancak IMF’nin 2020’de dünya ekonomisinde yüzde 3, ağırlığını G7 ülkelerinin oluşturduğu gelişmiş ülkelerde ise yüzde 6’yı aşan bir küçülme öngördüğü düşünülürse bir resesyonla değil ağır bir depresyon tablosu ile karşı karşıya olduğumuz ortadadır. Dünya ekonomisinin bugün geldiği büyüklük ve karşılıklı bağımlılık düzeyi nedeniyle rakamlar 1929 krizinden daha ılımlı olsa bile sonuçlar daha ağır olabilir.
Tüm dünyada iktisadi faaliyet hacmindeki sert düşüşün görünür nedeninin salgın olduğuna şüphe yok. Ancak, salgının hemen öncesinde, 2008 krizinden bu yana krize karşı alınan her tedbirin yeni sorunlara kapı açtığı, daha geniş bir ölçekte daha sert bir krizin koşullarını biriktirdiği bir dünya ekonomisi tablosu vardı. Kapitalizm, salgın öncesinde yoğun rekabet, yoğun sömürü, sadece devletleri ve şirketleri değil emekçi sınıfları da içine alan borç ekonomisi ve spekülatif sermayenin egemenliği altında bir kez daha, birikimin, daha ötesine geçemeyeceği, sınırlarına dayanmıştı. Böyle bir tabloda tek bir şeye ihtiyaç vardır: Bir tetikleyiciye. Koronavirüs bu rolü üstlenmiş görünüyor. Virüs, ancak yıkarak yaşayabilen bir sistem olan kapitalizmin, yeni yaratıcı yıkım aracı olacak gibi görünüyor. ‘Yaratıcı yıkım’ kavramını ünlü İktisatçı Joseph Schumpeter, kapitalizmin krizlerden teknolojik ve organizasyonel yeniliklerle çıktığını vurgulamak için kullanmıştı. Ama tarihsel deneyim bu savı doğrulamıyor. Kapitalizm, tarihindeki iki büyük krizden iki dünya savaşı çıkararak çıkmıştır. 1970’lerin krizi ise tüm dünyada milyarlarca insanın yaşamını altüst eden neoliberal yağmacılıkla aşılmıştır.
"ABD’DE İŞSİZLİK, BÜYÜK DEPRESYON DÖNEMİNİ ŞİMDİDEN GEÇTİ"
ILO’nun açıklaması işsizler ordusuna 25 milyon kişinin daha katılacağı yönünde. Türkiye’de de patronlar milyonlarca işçi için kısa çalışma ödeneğine başvurdu. Tarihi bir işsizlik dalgası mı geliyor?
Yalnızca ABD’de son bir ayda işsizlik maaşına başvurular 30 milyona ulaştı. Şubat ayında yüzde 3.6 olan işsizlik oranının nisan ayı sonu itibarıyla yüzde 16’ya ulaşacağı tahmin ediliyor. Bu rakam 1929 büyük depresyonunu izleyen 1930 ve 1931 yıllarında kaydedilen işsizlik oranından fazla. Bu yıl salgının sona ermesi ve toparlanmanın başlayacağı öngörüsünde bile 2021 için yüzde 10 işsizlik oranı tahmini yapılıyor.
ABD ve İngiltere başta biraz ayak sürüse de bu tablonun yaratacağı toplumsal krizin önünü almak için işini kaybedenlere gelir transferini üstlendiler. Türkiye ise bu sürece, 2018-19 krizinin etkileri ile boğuşurken dahil oldu. 2019 yılında yüzde 0.9 büyüyen Türkiye ekonomisinde salgın öncesinde resmi işsizlik oranı yüzde 13.5 idi. IMF Nisan Ayı Dünya Ekonomisi Raporu 2020’de Türkiye için yüzde 5 küçülme öngörüyor. Bu, işsizliğin yüzde 18’lere tırmanması anlamına geliyor. Son günlerde yayımlanan başka araştırmalar çok daha yüksek işsizlik oranları hesaplıyor.
Salgının hükümetin düşündüğü gibi yaz başına kadar kontrol altına alınması halinde bile devasa bir ekonomik ve toplumsal krizle karşı karşıya olduğumuz ortada. Ancak görüldüğü üzere, hükümet salgın kontrol alındığında küresel parasal genişlemenin Türkiye’ye ucuz kredi olarak döneceği ve eski tas eski hamam yola devam edileceğini düşünüyor. Ayrıca, Türkiye salgın sırasında üretimi durdurmadığı için, işler eski normale döndüğünde ihracatın hızla artacağını düşünüyorlar.
Sizce öyle mi olacak?
AKP’nin uygulayageldiği iktisadi modelin, salgın öncesinde bile, sürdürülebilirliği pamuk ipliğine bağlıydı. Salgın öncesinde kapitalizmin kriz konjonktürünün bir sonucu olarak ortaya çıkan ve bu modelin katkısıyla sonuçları derin bir şekilde hissedilen 2018-19 krizinin etkileri ortadan kalkmış değildi. Dünya ekonomisinin derinleşen krizinin ortasında, salgın bitince işlerin kaldığı yerden devam edeceği düşüncesi, masada başka bir seçenek olmamasından kaynaklanıyor. Masada başka bir seçenek yok; çünkü ülkeyi yönetenler uluslararası mali sermayeye bağımlılık temelinde işleyen, enerji, altyapı ve inşaat gibi sektörlerde, hükümete yakın sermaye gruplarının kayırıldığı birikim modelinin değişmesini istemiyor. Ama bunu sürdürmek giderek imkansızlaşıyor.
Hükümetin, salgının yol açtığı iktisadi sorunlara karşı hayata geçirdiği önlemlerin, bu kadar büyük bir iktisadi ve toplumsal kriz karşısında yeterli olmadığı çok açık. Para politikasında dış sermayeye bağımlılığın koyduğu sınırlar, maliye politikasında dolaylı vergilere dayalı bir bütçe, kamu özel ortaklığı çerçevesinde hayata geçirilen projelerin garanti ödemeleri ve şirketlerin kurtarılması tercihi nedeniyle devletin istihdam ve gelir yaratmaya dönük bir planı yok. Daha çok finansallaşmış kapitalizmin sunduğu imkanlarla mevcut tabloyu sürdürmeye çalışıyor. Döviz kurundaki son hareketlenme, bu konuda da hareket alanının iyice daraldığını gösteriyor.
Türkiye’de işçi ve emekçiler açısından bu tablonun en olumsuz yanı, salgının derinleştirdiği krize, tarihlerinin en örgütsüz döneminde yakalanmış olmaları. Salgın kontrol altına alındığında ortaya çıkacak tablo kaçınılmaz olarak hükümeti daha radikal tedbirler almaya zorlayacak. Kapitalist devletlerin repertuvarında servet vergisinden sermaye kontrolüne, para basmadan devlet eliyle girişimcilik yapmaya uzanan çok geniş müdahale araçları var. Bunlardan hangisinin ya da hangilerinin tercih edileceği, nasıl hayata geçirileceği sadece teknik bir konu değil. Alınacak tedbirlerin kapsamı ve içeriğinin şekillenmesinde sendikaların ve işçi sınıfından yana siyasi partilerin mücadelesi belirleyici olacak.
"EĞİTİM VE SAĞLIKTA DAHA KAPSAMLI BİR TİCARİLEŞME DALGASI GÜNDEME GELEBİLİR"
Her kriz döneminde olduğu gibi Kovid-19 pandemisinde de Keynesyen politikalar ve sosyal devlet uygulamaları konuşuluyor. Neoliberal politikaların sonuçlarına karşı kamuculuk ve sosyal devlet yeniden çözüm olarak öneriliyor. Siz ne düşünüyorsunuz?
Keynesyen politikaları sosyal devletle özdeşleştirmek doğru değil. Keynesçilik ve sosyal devletin özdeşleştirilmesi, örgütlü işçi sınıfının kazanımlarının gerilediği neoliberal dönemde Keynesçi dönem üzerine adeta bir kapitalist altın çağ efsanesi inşa edilmesinden kaynaklanıyor. Burada en büyük sorumluluğun başta Düzenleme Okulu olmak üzere Marksizmden esinlenen çeşitli düşünce okullarına ait olduğunu vurgulamak gerekir. Kapitalizmin, talep sorununu çözmek için işçi sınıfına yüksek ücret ve geniş sosyal haklar verdiği iddiası, kapitalizmin işleyiş yasalarının da Keynesçiliğin de yanlış bir kavranışına dayanmaktadır. Üstelik Keynesçilik, efektif talep sorununun çözümü için askeri harcamalar ve borç ekonomisi gibi çözümler de öngörür. 1980’lerde neoliberal politikaların sembol ismi olan Reagan döneminde, askeri Keynesçilik etkili bir şekilde hayata geçirilmiştir.
Bugün içine girdiğimiz yeni krizde, 1930’lardan beri kapitalist devletlerin repertuvarında var olagelen Keynesçi önlemlerin yeniden gündeme gelmesi kaçınılmazdır. Ancak bunun bir “sosyal devlet”le sonuçlanmayacağı, hatta kârlılığı yeniden tesis etmek ve bu süreçte alınan önemlerin bütçeler üzerindeki baskısını azaltmak için eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik alanında çok daha kapsamlı bir ticarileşme dalgasının gündeme gelebileceğini hesaba katmak gerekir.
"KAMUCULUK DEĞİL ŞİRKET KURTARMA"
Kamuculuk meselesine gelince, geçmişte farklı coğrafyalarda ve farklı tarihsel koşullarda ortaya çıkan devletçilik uygulamaları, sermaye birikiminin ihtiyaçları çerçevesinde gündeme gelmişti. Neoliberal dönemde, devlet sermaye ilişkileri yeni bir biçim aldı. Devletler, özelleştirme ve piyasalaştırma politikalarına öncülük ederek yine sermayenin genel çıkarları doğrultusunda etkin bir rol oynadılar. Kapitalist devletler son 20 yıldır dünyada gündemde olan kamu-özel ortaklığı adı altında, maliyeti topluma ödetilen risksiz bir yatırım modeline öncülük etmeye başladılar. 2008 krizinden beri şirket kurtararak, parasal genişleme yoluyla birikimin yükünü toplumun sırtına yıkarak sermayenin hizmetine koştular.
Kamuculuk derken kastedilen, örneğin İspanya’da özel hastanelerin devletleştirilmesi türünden ilk bakışta olumlu görünen uygulamalarsa, bu konuda dikkatli olmak gerekir. Çünkü burada yapılan, sağlık hizmetlerinin metalaşmaktan çıkarılması değil şirket kurtarmadır.
Önümüzdeki süreçte Türkiye’de büyük ihtimalle birçok özel okul, üniversite ve özel hastane iflas ilan edecektir. Bunların devletleştirilmesi, eğitim ve sağlığın kamusal hale gelmesi değil, zarar eden şirketlerin kurtarılması olacaktır. Elbette bu olasılık gerçekleşirse kamusal eğitim ve kamusal sağlık talebini daha güçlü dillendirmek mümkün olacaktır. Önümüzdeki süreçte birçok sektörde içi boşaltılan şirketlerin zararlarını topluma yıkmak üzere devletleştirilmesi gündeme gelebilir. Bunun işçi ve emekçilerin yararına sonuçlar doğurmasını beklemek en iyi ihtimalle hüsnükuruntudur. İşçi sınıfının ve emekçi halkın örgütsüzlük nedeniyle siyasete damgasını vuramadığı koşullarda fatura, düşük ücretler, artan vergiler ve esnek çalışmanın yaygınlaşmasıyla yine emekçilere çıkarılmaya çalışılacaktır.
Özetle güçlü bir işçi sınıfı mücadelesinin basıncını hissetmeden, kapitalizmin sosyal refah devletine dönüşmesi, halk sağlığı konusunda etkili adımlar atması mümkün değildir. Bugün, 20. yüzyılda modern devletlerin müktesebatının önemli bir ögesi haline gelen halk sağlığı alanındaki gerilemelerin telafisi için de mücadele etmek gerekmektedir.