13 Mayıs 2020 03:00

Nasıl normalleşeceğiz?

Şimdi kapitalizmin bize yarattığı yaşam normlarının her birini yeniden gözden geçirmek, bu eski "normale" ne kadar dönmek istediğimiz sorusunu sormak zorundayız.

Pixabay

Paylaş

Zehra ÖZÖCAL

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi

Korona salgınıyla birlikte her birimiz hayatının, günlük rutinlerimizin değiştiğini bizzat deneyimliyoruz. Eğitim ve çalışma hayatımızda, hayatı yaşayış biçimimizde belli başlı farklılıklar ve bu sebeple doğan kaygılar ve pratiklikler bizi önceki hayatımızı, “normal” yaşantımızı özlemeye iterken bir yandan da salgın sonrası gelecekteki yaşamın, kapitalizm ve onun devlet aygıtı tarafından örgütlenecek yeni bir yaşamın biçimlerini tartışıyoruz. Normal bir işleyişin önceden farklı olacağını da göz önünde bulundurarak eski yaşantımızın gerekliliklerini mevcut zor koşullar gereği daha iyimser bir nostalji perdesi altında hatırlamaya eğilimli olduğumuz da açık. Bununla birlikte birçok hükümet tarafından kötü yönetilen bu süreçte yeniden daha iyi yönetimleri ve daha iyi sosyal politikaların gerekliliğini düşünüyor, neoliberal politikaların ve kapitalist üretimin yarattığı tahribatlardan çıkış yollarını arıyoruz. Koronanın kendisinin hep fazla tüketen, insan ilişkileri bozuk ve evde “ekmek yapmayı” unutmuş insanı ve dahilinde devletlerin politikalarını hizaya getirmeye yarayacağı söylemi sıkça duyulurken, “normal” olarak betimlenen eski yaşantının sınıfsal görüngüleri ve bu normali doğuran burjuva sınıfı iktidarının yarattığı gerçekliliği tartışmaların ana ekseninde nadiren görüyoruz. Gördüğümüzde de insan, burjuva sınıfı örgütlülüğü altındaki yaşantısıyla sadece insani değerleri veyahut düzgün ilişkileri unutmuş, yıpratmış ancak sosyal politikalarla, daha iyi bir adalet sistemiyle vb. hatırlayabilir bir pozisyondaymış gibi ele alınıyor. Burjuva hükümetlerin insanlara vadettiği yaşamın artık insanlığa sunacak hiçbir şeyi kalmadığı ve ayakta kalması er ya da geç mümkün olmayacak sınıfsal çelişkileri göz ardı edilerek virüs, münferit bir örnekmişçesine sunuluyor ya da sistemi daha iyi hale getirebilecek bir kurtarıcı olarak karakterize ediliyor.

NELER NELER GÖRMEDİK Kİ?

Şimdi şöyle düşünelim. Bizleri, hâlihazırda neoliberal politikalar zemininde doğanın akıl almaz derecede tahrip edildiği, en temel demokratik hakların bile törpülenmeye çalışıldığı, başta sağlık sistemi olmak üzere, eğitim, hukuk gibi alanlarda da ciddi hasarların kalıcılaştığı bir hayatı dayatan mevcut emperyalist-kapitalist hükümetlerin koronavirüsünün sonuçlarından çıkarılan derslerle daha iyi bir yaşamı tesis edeceğine inandırabilecek şey nedir? Zaten elimizde bulunan kanıtlar, uygulamalar başta her bireyin yaşadığı hayatın bize söylediği şey burjuvazinin örgütlediği yaşamın artık katlanılamaz olduğudur. Düne baktığımızda benzer salgın tehditlerini anımsamıyor muyuz? Sars’ı, Afrika ülkelerinde hala kontrol edilemeyen Malaria hastalığını, İspanyol gribini, bazı ülkelerde hala çocuk ölümlerine sebep olmaya devam eden kızamık hastalığını ve çocuk felcini hatırlayalım. Bunlar yaşandığında ya da hala yaşanıyorken mevcut kapitalist sistemin hangi dersi çıkardığını veyahut hangi “hümanist” uygulamaları yürürlüğe koyduğunu gördük? Eğer salgınlara veyahut açlık, aşı yetersizliği, az gelişmişlik ve teknolojik imkânlara sahip olamama gibi sorunları daha iyi bir yaşamı örgütlemek için ders çıkarılacak ve daha iyisi yapılacak bir biçimde ele alan bir sınıf karakteri görüyor olsaydık; mutlaka koronavirüsün etkilerini ve yarattığı şiddeti çok daha az hissediyor olacaktık. Dolayısıyla bugün açısından kapitalizmin ve onun hükümetlerinin bu salgını insan yaşamı ekseninde değerlendirdiğine veyahut salgın sonrası yaşamı bu biçimde tesis edeceğine dair en ufak bir kanıtımız yok. Sosyal bir takım uygulamaların ele alınabileceğini işaret eden politikaların da sistemin yarattığı mevcut ilişkiler ve kapitalist üretim biçimin dayattığı hem üretim hem de sosyal yansımalar gereği sürdürülebilir olamadığını da geçmiş örneklerden açıkça görüyoruz.

Şunu açıkça belirtmek gerekir ki mevcut kapitalist düzenin salgının boyutlarından ders çıkarması ve belirli sosyal politikalara dönmesi olası hatta neoliberal politikaların tamamen feshine gidilecek bir yarın bizi bekliyor olabilir, en iyi senaryo üzerinden böyle düşünebiliriz. Ancak bunun yaşamımızı, daha iyi ifade etmek gerekirse zaten “eksi”de olan kurgusundan, kalitesinden veya katlanılırlığından artıya çıkaracak bir etkisi olamayacaktır. Neden mi? 

NEYİN NORMALİNİ ÖZLÜYORUZ?

Zira mevcut yaşantımızın “normalini” hatırlamaya çalışalım. Ancak bunu yaparken salgın öncesi şartları, nostaljik bir bakış koymadan ele almaya çalışalım çünkü salgın öncesi hayatımızın şimdikinden daha iyi olduğu gibi yanlış bir çıkarıma bizi götürebilir. Düşüneceğimiz şey dün arkadaşlarımızla öyle ya da böyle bir şekilde buluşabildiğimiz, bir haftalık uzun bir mesaiden sonra iki saat bir halısahada spor yapabildiğimizin ötesinde, gerçekten istediğimiz, hak ettiğimiz bir yaşamın karşısında “normal” yaşantımızın nerede olduğudur. Öncelikle kapitalist tahakkümün altında yaşantımız, ataerkil motiflerin dayattığı biçimde şiddete, tecavüze her biçimde kapı aralayan, emeğimize ve kendimize yabancılaştığımız, her türlü sanatsal, sosyal aktivite için ne yeterli maddi kaynak ne de zaman bulabildiğimiz, ücretsiz sağlıktan eğitime, ücretsiz ulaşımdan demokratik temsiliyete kadar her türlü alanda çözümsüzlüğe sürüklendiğimiz bir durumda. Hayatımızı, kapitalist üretimin temel unsuru olan anarşik, yani ihtiyaçlara göre planlamayan bilinçsiz üretim ve bunun bir sonucu olarak on yılda bir tekrar eden ekonomik krizler eşliğinde sürdürmeye çabalıyorduk. Normal yaşantımız, bu fazla üretimin kendisine yeni pazarlar ve hedef tüketiciler ararken sanki problem fazla tüketimdeymişçesine bir suçlamayla geçiyor. Sanki asıl doğa kirliliği bizim kullandığımız plastikler ve deodorantlardan kaynaklanıyormuş gibi bir suçluluk hissediyor ve bunun için sürekli olarak bireysel çabalara girişiyoruz. Burada kastedilen elbette ki bu çabanın, ne gereksiz ne de değersiz olduğunu söylemek ancak bu sürekli olarak konu edilen fazla tüketimin karşılığı olan anarşist üretim biçimini konu ediyor olmamanın kendisi asıl problemi oluşturmakta. Zira gördüğümüz üzere hava kirliliğinin birden düşmesi bizim ansızın deodorant kullanımını azalmayı başarmamızın bir sonucu olmasa gerek?

SOSYAL İLİŞKİLERİ HATIRLAMAK

Kapitalist üretimin bize dayattığı sosyal ilişkilerin her manada bozunmasının karşılığı olarak bu gün fiziksel anlamda hiçbir insan ile temas edemiyor olmanın kendisi sanki topluma yabancılaşmış insanın gelebileceği en trajik sonuç olarak gözler önündeyken, normal hayatımızda gerçekten çevremizdekilere ayırabildiğimiz vakti hatırlamaya çalışalım. Haftada belki birkaç saat görüşebildiğimiz dostlarımızla, 12 saatlik bir mesaiden sonra eve geldiğimizde ailemizle ne denli kaliteli bir vakit geçirme olanağı bulduğumuzu tartışalım. Bugün normale dönmek olarak betimlenen şeyin kendisini gerçekten salgın öncesi dönemde ne denli deneyimleyebiliyorduk? Bugün birer birer online olarak erişime açılan kütüphaneler müzeler vb. platformların muazzam bir dayanışma gösterdiği ve takdire şayan olduğu su götürmezdir. Ancak salgın bittiğinde ve normale döndüğümüzde gerek bağımsız gerekse devlet denetimde olan bu tip kurumların ya da platformların kültürel ve sanatsal ihtiyaçlarımızı karşılamaya yönelik olası herhangi bir pozisyonu olacak mıdır? Bu sorunun kendisi hayır cevabını hak eder bir yerde. Zira bu tip oluşumların parasız olabilmesinin ve halkın gereksinimleri doğrultusunda işleyebilmesinin önünü zaten bizatihi tıkayan şey, kapitalizmin insan ihtiyaçları doğrultusunda işlemesi imkânsız, kâra dayalı bir ilişkiler ağı oluşturuyor olmasıdır.

SORULAR, SORULAR…

Şimdi işe gitmek zorunda olmayan nispeten “şanslı” kişiler olarak yaşadığımız sokağa çıkma kısıtlamasının, ev hapsinin salgın öncesi özgür olduğumuzu düşündüğümüz yaşamımıza etkisini düşünelim. Gerçekte sınırsızca bizim olan doğanın ve şehirlerin içinde “özgür”lüğümüzün verdiği güvenle mi dolaşmaktaydık? Başta kadınlar olmak üzere şehrin istediğimiz yerinde istediğimiz saatte olabiliyor veya istediğimiz deneyimi burslarımızla karşılayabiliyor muyduk? Yarı zamanlı bir işte çalışmadan ya da insanca yaşamaya uygun biçimde düzenlenen izin hakkımızla etrafı keşfetmeye çıkabiliyor muyduk? Şimdi bu tariflerin her birini gerçekten istersek yapabileceğimizi, hayatımızda cesaret edebildiğimiz her deneyime ve beceriye sahip olabileceğimizi söyleyen görüşler olacaktır. Otostopla dünyayı gezebiliriz, hiç yoktan bir “start-up’la”, başta biraz gayretle çok gelirli bir iş kurup sonrasında rahata erebiliriz ve eğer yeterince dikkat edersek şiddete ve tacize uğramadan sokaklarda dolaşabiliriz. Ne yazık ki bu tip görüşler ufak bir azınlığın çokça reklam edilerek ve sen de başarabilirsin nidalarıyla örülen ve büyük çoğunluğun hayal kırıklıklarıyla eli boş döndüğü bir gerçekten fazlasını yansıtmıyor. Üniversiteli, liseli ve işçi gençler olarak gerçeğimiz, sürekli olarak en az masraflı olacağımız yer neresiyse; ev, kütüphane, bir kahveyle saatlerce oturduğumuz kafeler gibi alanlarda başka bir hapis biçiminde yaşamaya devam etmek. Tabi elbette üniversite kampüsünde, halka açık kalabilmiş tek tük yeşil alanlarda vakit geçirebiliyorduk, eğer söylenmeye çalışılan sadece bununla yetinerek inşa edebileceğimiz bir sosyal yaşantının yeterli olacağıysa…

BİZE NASIL BİR NORMAL LAZIM

Tüm bunlardan yola çıkarak, normale dönüş olarak tarif edilen şeyin, asla ama asla normal bir hayat olmadığını söyleyebiliriz. Dolayısıyla şimdi kapitalizmin bize yarattığı yaşam normlarının her birini yeniden gözden geçirmek, bu eski normale ne kadar dönmek istediğimiz sorusunu sormak zorundayız. Koronayı yeni bir hayatın inşa edilmesinde bir uğrak ya da bir şans olarak görmek, böylesine küresel sonuçları olan salgının, kayıpların yarattığı şiddetli acı ve korku üzerinden kendiliğinden değiştirme gücü ve daha iyi bir yaşamı bizlere sunma potansiyeli olduğu yanılgısına düşmek oldukça tehlikelidir. Bunun üzerinden beslenecek her türlü umut girişimleri bir anlamda hayali olarak kalacaktır. Salgının sonuçlarının bir takım sınıfsal çelişkileri derinleştirmesi, belirli rutinlerimizi değiştirmesi yoluyla farklı bir sosyal yaşantı geliştirmemizi sağlayabilmesi olanaklı olsa da hakiki bir değişimi ve daha iyi bir yaşamı yaratacak olan virüsün doğurduğu sonuçların kendisi değil bizim bu sonuçları hangi biçimlerde işlediğimiz ve ne tür bir değişime lokomotif olarak kullanabileceğimizdir. Ancak virüsün bugün bize gösterdiği gibi derinleşen sınıf çelişkilerini görmek ve bunun üzerinden başka bir hayatın, “normal bir yaşamın” inşa edilmesini konuşmak, başka bir yaşam deneyimi kurmaya çalışmak virüsün yaratacağı değişime bir karakter kazandıracaktır. Ve elbette ki bu karakterin içini dolduracak olan da yaşamın kimin çıkarlarına göre örgütleneceği sorusunun altında gizlidir.

 

ÖNCEKİ HABER

Emeğimiz oyuncağınız değildir

SONRAKİ HABER

Çay üreticileri, hasat için 19 Mayıs'tan itibaren izin belgesiyle sehayat edebilecek

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa