“Kimi insan ezbere sayar yıldızların adını, ben hasretlerin”*
Nazım Hikmet tek tek insanların hikâyelerini kendi sınıfsal dilleriyle anlatarak evrenseli yakalamayı başarmıştır.
SSCB Posta pulu, Nazım Hikmet, 1982 (Kaynak Wikimediacommons) (2)
Manolya GEZGİN
YTÜ
Anadolu’da bir köyün köy mezarlığına, Hasan Bey’in vurduğu ırgat Osman ile toprağı çocuklayıp kırkı çıkmadan ölen şehit Ayşe’nin arasına gömülmeyen, gömdürülmeyen Nazım Hikmet’in ölümünün üzerinden elli yedi yıl geçti. Yazıları bu elli yedi yılda elliden fazla dile çevrildi. Bu dillerin hepsinde farklı bir dünya özlemini, emperyalistlerin halklara baskısını, kapitalizmin çelişkilerini anlattı. Çok sevildi, sokaklara taştı, tarihten ilham aldı, tarihe tanıklık etti. Şüphesiz çok ayrılıklar çekti hasretliği tattı. Çok sevdiği memleketinden, oğlundan, İstanbul’undan, anasından uzakta kalmak zorunda kaldı. Şimdiye kadar “güneşli günler görmek” ve “motorları maviliklere sürebilmek” için sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya kurma yolunda mücadeleyi onsuz sürdürdüğümüz 57 sene geçirdik. Tüm bunları haykırdığı eserlerinin doruk noktası olarak kabul edilen Memleketimden İnsan Manzaraları ise altmış yılı doldurdu ancak Nazım hala anlatmaya ve biz gençlerde ses bulmaya devam ediyor.
ŞİİRLERİ TARİHE TANIKLIK EDER
“Memleketimden İnsan Manzaraları” Nazım Hikmet’in haksız yere on üç yıl yatmak zorunda kaldığı Bursa Hapishanesi’nde yazılmaya başlanmış, ilk başta şair tarafından on iki bin dize, dört kitap olarak tasarlanmıştı. Eserin yazımı planlanandan farklı gitmiş dize sayısı yaklaşık on yedi bine kitap sayısı ise beşe çıkmıştı. Nazım Hikmet hapishaneden çıktıktan bir sene sonra da yazmayı sürdürmüş dize sayısı altmış bine çıkmıştı. Ancak Türkiye’den kaçarken yakalanıp polisin eline düşmesi korkusuyla birçok bölümü arkadaşlarına dağıtılmıştı. Bunların bir kısmı ise dost evlerinden polisin eline geçmiş birçoğu ise yakılmıştı. Eserin adı ise birkaç defa sırasıyla “Ansiklopedi, Meşhur Adamlar Ansiklopedisi, 1941 senesi İnsan Manzaraları, 1941 Senesinde Türkiye’de İnsan Manzaraları, Memleketimden İnsan Manzaraları…” gibi isimlerle değişmişti. Eser 1908-1948 yılları arasında Türkiye’de yaşananları anlatması bakımından önemini korur. Bir nevi tarihin şiirli anlatımıdır. Kemal Tahir’e hapishaneden yazdığı mektupta eserin şu amaçları taşıyacağını söyler: Bu eserin okunduktan sonra vıcık vıcık insan kaynağından geçilmiş gibi hissedilmesi, bu insan mahşerinin çeşitli sınıflara mensup Türkiye insanları vasıtasıyla Türkiye’nin sosyal durumunu tarihin diyalektik seyri ve akışıyla anlatması, Türkiye’yi çevreleyen dünya durumunun anlaşılması, nereden gelinip nereye gidildiği sorularına cevap verilmesi…
KAMERALI ŞAİR
Roman, tiyatro oyunları, öykü, çocuk kitapları, fıkra gibi değişik türde eserler veren ve 1926 yılında Moskova’da “Metla” adında bir tiyatro kurup tiyatro ile sinemanın olanaklarını birleştirmeye çalışan Nazım Hikmet sinemanın diğer sanat alanlarını olduğu gibi şiiri de etkilediğini kendi şiirlerinde deneyimlemişti. Bu yüzden onun yönetmenliğini yaptığı en büyük filmin “Memleketimden İnsan Manzaraları” olduğunu söylersek yanılmış olmayız. Sovyet yönetmen Dzigo Vertov’un yazıp yönettiği “Kameralı Adam”” gibi biz okuyucuya “gerçeğin düzenlenmiş halini” ortaya koyar. Nazım da Vertov gibi gözünün önüne bir kamera koymuş ve şiirleriyle 1908-1948 yılları arasındaki “insan manzaralarını” aktarmıştır. Bu insanları anlatırken onların görüşlerine oldukça önem vermiş hapishanedeki koğuş arkadaşlarına bu şiirlerini okumuştur. Ne de olsa anlatılan onların gerçekliği onların hikâyesidir. Koğuş arkadaşlarının günlük hayatta kullanmadığı kelimeleri şiirden atmış, onların uzun bulduğu yerleri kesmiştir.
“İNSAN” MANZARALARI
Eserin ilk kitabında halktan kişiler işçiler, köylüler, askerler, jandarmalar, serseriler, işsizler, sakatlar ve hükümlüler; ikinci kitapta yataklı vagonlarda giden kişiler: Gazeteciler, politikacılar, kapitalistler, küçük ve büyük politikacılar anlatılmakta üçüncü kitapta Sosyalist Halil ve onun yaşamı eklenmektedir. Dördüncü kitap Türkiye’de ağalarla köylüler arasındaki ilişkileri, halkın çaresizlikleri ikinci dünya savaşı gibi konular işlenirken beşinci bölümde savaş yıllarında İstanbul’da çekilen sıkıntılar anlatılmaktadır. Nazım Hikmet tek tek insanların hikâyelerini kendi sınıfsal dilleriyle anlatarak evrenseli yakalamayı başarmıştır. Bu insanların çeşitli zayıflıklarını saplantılarını es geçmeden onları kahramanlaştırmadan ya da onları teatral özellikler içerisine boğmadan kendi doğallıkları içerisinde aktarmış ve yalnızca ezilenleri değil onları ezenlerin ve bu sömürü dünyasının çirkinliğini gerçeğin tüm çıplaklığıyla anlatmıştır. Kendisinin istediği gibi sanatı sokağa inmiş, halka açılmış yalnızca estetik değil ideolojik bir işlev kazanmıştır. Eskiye bağlı kalmaktan kurtulmuş geleceğin kurulmasına katkı sağlamıştır.
Şiirleri insana dair önemli bir gerçeği tekrar insanlığın ellerine bırakmaya devam ediyor: İnsanın büyük bir yapabilme gücü vardır ve kendinden başka dayanağı yoktur. Şüphesiz elli iki yaşlarında işsiz kalan Galip Ustalar hala kara kara yarını düşünüyor, hala çocuk Kemaller beş yaşında kundurasız ve gömleksiz, hala on üç yaşındaki Atifet Tophane Caddesi, Galata’da çorapta çalışır, on dokuzunda Fuat’ın elleri üç arkadaş perdeleri indirip bir kitap okudukları için kelepçelidir. Hala canım ciğerim on üç yaşındaki işçi Kerim yirminci yüzyılın en umutlu adamıdır.
1* Nazım Hikmet, Otobiyografi, 11 eylül 1961,Doğu Berlin
Asım Bezirci, Nazım Hikmet