‘İyi şeyler olacak’ diye diye öldürüldü insanlar
Bu söyleşi yapılırken, açlık grevindeki tutsakların, geri dönüşü olmayan bedensel ve zihinsel hasarlar yaşama ihtimali, çoktan ihtimal olmaktan çıkmıştı. Şu günden sonra, barış için hayatlarını ortaya koyanlar bir bir aramızdan kopabilir. Kopmasınlar diye; Kürt sorununun barışçı, demokratik çöz&uum
Cezaevlerindeki 10 bin tutsağın açlık grevi, ülkenin her yanındaki eylemlerle desteklenirken, AKP askeri ve siyasi operasyonları durdurmak bir yana, hızlandırdı ve ajanslar cuma günü Hakkâri’de 42 PKK’linin öldürüldüğünü bildirdi. Avukatların Öcalan’la görüşme talebi de yine reddedildi.
Artık saatlerin dahi hayati önem kazandığı açlık grevlerini, sürecin başından beri çözüm için gayret gösteren isimlerden Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Nazan Üstündağ ile konuştuk. Üstündağ, AKP’nin açlık grevlerini sona erdirecek bir adım atacağından umutlu değil. “Farklı bileşenler bir an evvel ne yapabiliyorsa onu yapmalı, herkes bir bedel ödemeli” diyor.
Bir ülkenin cezaevlerindeki 10 bin kişinin açlık grevinde olması ne demektir?
10 bin kişinin açlık grevi yapması, genel grev demektir. Genel grev ne demektir? Genel grev, var olan hukuk sisteminin karşısına başka bir hukuku çıkarabilme gücünü gösterebilmek demektir. Var olan hukuka karşı, o hukuku topyekûn sorgulayan, o hukukun ne kadar zalim bir hukuk olduğunu işaret eden bir genel grev yapıyorlar demektir.
Açlık grevleri ülke gündemine girdiği günden bu yana, iktidar cephesi “yiyorlar içiyorlar” diyerek grevi değersizleştirmeye çalışırken, bazı kesimler de “bu taleplerle açlık grevi olmaz” ya da “başka seçenekler tüketildi mi ki açlık grevi yapıyorlar” diyor. Siz ne diyorsunuz?
Yüzde yüz olarak evet, başka seçenek yoktu. Eylemin ne kadar meşru olduğunu halk gösterdi zaten. Bu eylemle, müzakerelerin başlatılacağı bir ortam yaratılmasını talep ediyorlar. İstenen şey, Öcalan’ın müzakereleri yürütebilecek bir sağlık yapısında olması ve müzakereleri yönlendirecek kadar dışarıyla ilişkisinin olması. Osman Baydemir çok güzel söyledi; “Bu insanlar barış için ölüme yatıyorlar.”
Keşke muhalif örgütler açlık grevlerini daha erken gündeme getirseydi. Bu herhangi bir şekilde özeleştiriyle geçiştirilecek bir şey değil. Bence yapısal bir soruna işaret ediyor, bu eylemlerin muhalif örgütler tarafından geç gündeme getirilmiş olması. Buna BDP’yi de katıyorum. Çok daha örgütlü bir tepkinin, örgütlü bir sözün kurulması gerekiyordu. Şu anda verilen tepkiler, insanların kendi inisiyatifleriyle verdikleri tepkiler. Bu tepkiler, bir taraftan çok yoğun, bir taraftan panik halinde, bir taraftan da kısa bir zaman içersinde sıkışıp, kendini sadece o kısa zamanda ifade etmek mecburiyetinde görerek yapılıyor.
Nasıl yapılmalıydı?
Zaman olmalıydı, söz kurulmalıydı. Herkes bir bedel ödemeye hazır olarak sahneye çıkmalıydı. Böyle bir problem var. Bu problemi aşmak için hala geç kalınmış olmadığını düşünüyorum. Açlık grevleri bitse ve sorun çözülse dahi işaret edilen şey, gerçekten kelimelere sığdığından çok daha büyük bir şey. O büyük şeyin ne olduğunu siyasetçilerin çok iyi anlaması ve bundan böyle sözlerini ona göre kurması gerekiyor.
Çarpıtmaya, değersizleştirmeye, tehdide rağmen çeşitli çevreler, aydınlar, sanatçılar açlık grevini destekliyor. Ve bu destek büyümeğe devam ediyor…
Aydınlar, yazarlar, sanatçılar için şöyle bir durum var; hem Kürt sorununun, hem de bu eylemde ölüm olmasının meseleyi nasıl bir bilinmezliğe doğru götüreceği son derece iyi görünüyor. Ve bu bilinmezlik korkutucu. Bir an evvel çözüm olmasını istiyoruz. Ben de öyle istiyorum. Ben de sonuçta üniversitede çalışan bir insanım. Ama bu arzumuza biraz mesafe koymalı. Halkla, cezaevindekiler sokakta isyanda buluştular. Bizim görevimiz endişelenmek değil. Bizim görevimiz, bir an evvel bu buluşmanın siyasi sözünü oluşturmak.
Bilinmezlik görülüyor ve bu korkutucu bulunuyor dediniz. İktidar bundan korkmuyor mu peki?
Zorba dediğiniz şey nasıl çalışır? Önce kendi gücünü gösterir, karşısındakini ezebileceğini hayal eder. Ezemeyince geri adım atar. Burada da bir kişi ölür, iki kişi ölür, sokaklar birbirine girer… İktidar der ki, “bakın tecridi kaldırıyorum”. O iki kişi öldüğü ile kalır ve tecrit kalkmış olur. Sanki bu mesele sadece ve sadece tecrit üzerineymiş gibi. Bir halkın birbirinden ve önderliğinden kopartılmış olmasına işaret ettiği için evet, Abdullah Öcalan figürü hem sembolik olarak, hem gerçek anlamda çok önemli. Ama ondan da büyük bir itiraz var bu toplumda. Bu toplumun artık ne yaşanamaz, ne kadar feci bir sömürge cumhuriyeti olduğunu gösteriyor.
Açlık grevinde ölüm sınırına gelinmişken, siyasi ve askeri operasyonları sürdürmek, Kandil’i bombalamak, karadan asker çıkarması yapmak ne anlama geliyor?
Anlaşmaya niyeti yok AKP’nin. Ben inanmıyorum buna. Zorla olacak bu. Yani AKP’nin böyle bir planı yok. 10 bin kişi açlık grevine girdi diye de durmayacak, üç kişi öldü diye de durmayacak.
Ne durduracak peki?
AKP’yi durdurmanın yolu, AKP’yi zorla durdurmak. Zor derken, çok güçlenerek, sokak eylemlerini, örgütlü muhalefeti artırarak, belli bir kritik eşiği geçinceye kadar uluslararası lobicilik yaparak… Evet, AKP yüzde 50 oyla geldi. Ama diğer yüzde 50’yi eziyor. Çok güçlü şekilde iktidara geldi ama hükümeti güçlü yapan çoğunluk değildir sadece. Aynı zamanda karşısındakini yaşatabilmesidir. Şimdi siz yüzde 50 oyla, diğer yüzde 50’ye böylesi bir zulüm uygularsanız, buradaki tek sorun öbür yüzde 50’nin iyi örgütlenememesidir. Bu yüzde 50’den sadece Kürt ve Kürtlere yakın olanlar örgütlenmiş halde. Geri kalanını örgütlediğiniz zaman AKP’yi yenebilirsiniz.
AKP’nin yenilmesi gerekiyor derken, sadece AKP isminden bahsetmiyorum. Bu yönetim biçiminin, hiç kimseye sormadan, insanı, doğayı tahrip eden, yağmalayan zihniyetin yenilmesi lazım. Ve buna karşı sizin yüzde 50 potansiyeliniz var. Bunun iyi örgütlenmesi gerek. Her şeyi cezaevindeki arkadaşların sırtına yükleyemeyiz. Onlar bir şeyler başaracak, belki anadilde savunmayı başaracak, tecridi başaracak. Ama dediğim gibi, bundan daha büyük bir şeye işaret ediyorlar ve o daha büyük şeyin sözünü kurmak onların görevi değil.
Bu yüzde 50 o büyük sözü neden kuramıyor?
Bunun içinde Kemalizm var, ötekinden korkma, Türklerin artık iliklerine işlemiş bir sömürgecilik var, cinsiyetçilik var… Bütün bunlarla ciddi mücadele eden, keskin olan, radikal ama şablon olmayan bir dile ihtiyaç var. Yeni bir dili kurmak gerekiyor. Bence cezaevinden 4 Kasım’da çıkan açıklamada böyle bir dilin izi var. Çok ciddiye alınması gereken, çok kuvvetli bir metin. O metne çok iyi bakmalıyız bence.
HALK İDAM DEĞİL BARIŞ İSTİYOR
Başbakan tecrit tartışmaları üzerinden “idam geri gelir, toplum da istiyor” dedi. Siz Türkiye toplumunun gerçekten idam istediğini düşünüyor musunuz?
Yok canım. AKP’nin bu şeylerine kanmamak lazım. İşte “ben olmasam toplum birbirini boğazlar”, “ben olmasam geriye gider” vs. Hayır, Türkiye toplumu idam falan istemiyor, barış istiyor, huzurlu olmak istiyor… Evlerinin, ağaçlarının yok edilip, oralara koskocaman siteler kurulmasını da istemiyor. Ha, AKP idam fikrini örgütleyip, çok kişiye istetebilir. Biz de ona göre mücadele edeceğiz işte.
AKP İÇİN YENİ BİR ANAYASAYA GEREK YOK
Bir tarafta da yılan hikâyesine dönen bir anayasa değişikliği var. Erdoğan geçtiğimiz hafta, “Anayasanın değişebileceğine dair umudum azaldı” dedi. Bu ne anlama geliyor?
Ben daha referandum zamanından beri bu anayasanın yapılmayacağını iddia ediyorum. Türkiye kendini bir kopuşa hazırlamadığı, yani bir kopuşu kabullenmediği sürece bu anayasa yapılamaz.
Kopuş derken?
Geçmişinden kopuş. Yeni bir anayasa yapmak demek, performatif olarak sizin artık yeni bir akit, yeni bir anlaşma yaptığınızı ilan etmenizdir. Yeni bir toplumsal anlaşma yapabilmeniz için ne demeniz lazım? “Eski anlaşma işe yaramadı, şu şu sebeplerle iflas etti. Ben şimdi o eski düzenden kopuyorum, yeni bir düzen yapıyorum” demeniz lazım. Böyle bir anlayış olmadıktan sonra, yeni bir anayasa zaten yapılamaz. AKP için şu anda yeni bir anayasaya gerek yok ki. CHP için de yok. Yeni bir anayasa isteyen bir tek biz varız. Çünkü biz yeni bir toplumsal anlaşma istiyoruz. O yüzden çok doğal karşılıyorum sürecin böyle gelişmesini.
Ama şöyle bir güzel tarafı oldu bunun. Muhalifler gerçekten harika bir anayasa tasarısı hazırladılar. STK’ların, örgütlerin ciddi çalışmaları oldu. Bence bu çok anlamlı. Herhalde Türkiye’de yeni bir anayasanın neye benzemesi gerektiğini muhalifler kadar bilen hiç kimse yok şu anda.
HERKES ÇÖZÜMÜN ÖZNESİ OLABİLİR
Akademisyenler de hükümete çözüm çağrısı yaptı ve bu en etkili çağrılardan biri oldu. Derslerde Kürt sorununun anlatılması önemli. Bu tepkiyi örgütlemek zor oldu mu?
Tersine, iki gün içinde alındı imzalar. Bu gerçekten minnacık bir şey. İki anlamı var; birincisi bu talepler barışın talepleridir, sadece Kürtlerin değil Türkiye halklarının hepsinin sahiplenebileceği taleplerdir. İkincisi, bulunduğumuz her yeri siyasi ortamlara çevirmemiz gerekiyor.
Yani herkes sokağa çıkamıyor, herkes gaz yiyemiyor, herkes taş atamıyor ama herkes kendi bulunduğu yerde bedel üzerinden bir ahlakla, bu siyasi meselenin öznesi olabilir. Akademi kendi dersini vermez, Kürtler üzerine ya da Kürtçe ders verirler, işte kırmızı kurdelelerini takarlar, ne bileyim paraların üstüne “açlık grevini unutma, unutturma” yazarlar. Bir dolu siyasi araç var. Okmeydanı’nda çatışan çocuklara da selam olsun ama herkes bunu yapamıyor. Yapamayan da kendi alanında siyaset yapsın.
BİZ VAAT DEĞİL YEMİN İSTİYORUZ
AKP, çözüm için mütemadiyen beklenti yaratıyor ama ortaya bir şey çıkmıyor. Tersine siyasi ve askeri operasyonlar sürüyor. Bakanlar, bürokratlar kendilerine açlık grevi sorulduğunda şunu söyler oldular: “Biz ne zaman olumlu bir şey yapmaya kalksak Kürtler bunu sabote ediyor.” Bu tavrı nasıl değerlendiriyorsunuz?
İki şey söyleyeceğim; birincisi, bu bir yönetim taktiği muhakkak ki. Yani çok iyi öğrendi bunu AKP. İkincisi de, bu bizi hiç ilgilendirmez. Biz AKP’yi düşünmek mecburiyetinde değiliz. Bizi düşündürmesi gereken şey, kendi sözümüzü kurmak, kendi önceliklerimizi belirlemek ve bu toplumda kalıcı bir barış olması. Diğer yüzde 50’nin sokaklarda gazlarla süründürülmediği bir ülke kurmak. AKP’nin rahatını, AKP’nin yapmak istediklerini kolayca yapmasını düşünmek gibi bir vatandaşlık sorumluluğum yok benim.
Çözüm merciinde olanların böyle söylemesi, haklı olarak beklentiye neden olmuyor mu?
Bizi ne ilgilendiriyor Erdoğan’ın “İmralı’ya müsteşarımı gönderebilirim” demesi. Biz arabuluculuklara niye soyunuyoruz?
Ama bunu söyleyen bu ülkenin Başbakanı. Başbakan, misal “müsteşarımı yine gönderebilirim” dediğinde durup bir bakmak, çok mu kabahatli?
Evet, çok kabahatli. Çünkü bizim geçmişimiz bunlarla dolu. Her seferinde “bakın iyi şeyler olacak” diye diye öldürüldü insanlar. 1980’de “asker geldi, bu kan duracak” diye gidip askere teslim olan sendikacılar işkencelerde çığlık çığlığa edildi. Sonuçta hepimiz “bir umut” diye sarılıyoruz ama tam tersine daha çok yoruyoruz kendimizi onların adına da düşünerek. Biz vaat değil, yemin istiyoruz. Arada fark var. İktidarın motivasyonlarını düşünmeye sarf edecek enerjim yok. Kendimi, sözümü, eylemimi güçlendirmek önceliğim.
TÜRKİYE BİR DAHA İFLAH OLMAZ
60. günler, ölüm kapıda... Her saat çok değerli. Tabloya bakınca umut görüyor musunuz? Çözümü yakınlaştırmak için ne yapılmalı?
Umut bir taraftan görülüyor bir taraftan görülmüyor. Yine klasik AKP taktiği. Milletvekillerinin açlık grevine girmesinin uluslararası bir anlamı var. Ama kitlesel eylemlere devam etmek gerektiğini düşünüyorum. İyi örgütlenmek gerek. Kitlesel eylemlerin de yeterli olmadığını düşünüyorum ama. Yani kitlesel eylem sadece sokağa çıkmak demek değil. O kitlesel eylemleri örgütleyecek siyasi iradenin ortaya çıkması için artık daha ne olması lazım bilmiyorum. HDK (Halkların Demokratik Kongresi) uyuyor mu? Sendikalar uyuyor mu? Bir an evvel farklı bileşenler ellerinde, eteklerinde ne varsa dökmeli ve ne yapabiliyorsa onu yapmalı. Herkes bir bedel ödemeli.
İktidar tutumunu sürdürür ve ölümler başlarsa, bu sokağa/topluma nasıl yansır?
Kürt halkıyla, Türk halkı birbirine girmez ama Türkler daha ahlaksız, kötücül, acımasız; Kürtler daha yaralı, kindar olur. Ne ahlaki ne de siyasi açıdan Türkiye Cumhuriyeti bir daha iflah olmaz. Zaten şu andan sonra iflah olur mu, onu da bilmiyorum. (İstanbul/EVRENSEL)
NAZAN ÜSTÜNDAĞ
BOĞAZİÇİ Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde Yardımcı Doçent olan Nazan Üstündağ devlet ve şiddet, maddi kültür ve toplumsal hafıza, feminist ve post-kolonyel teori alanlarında çalışıyor. Aynı zamanda 1980-1984 Diyarbakır Cezaevi Gerçekleri Araştırma ve Adalet Komisyonu ve BDP Akademik Siyasi Danışma Kurulu üyesi.