Corona günlerine nasıl geldik?
Bu yazıda biyoteknolojik tarihsel sürecin insanlığı getirdiği son duruma nasıl ve neden ulaştığımızın felsefi, antropolojik ve sosyolojik bir incelemesini yapmaya çalışacağım.

Fotoğraf: Pixabay
İLGİLİ HABERLER

Bağırsak gazlarının kültür tarihi-5: Selam söyle o yare!..

Bağırsak gazlarının kültür tarihi-4: Selam söyle o yare!..
Bundan önceki beş hafta Habertürk’teki bir gaz çıkarma hadisesi bana ilham kaynağı olmuş ve osuruğun kültür tarihini yazmamı sağlamıştı. Tam bu yazılar bitti yine Habertürk’te ikinci hadise meydana geldi. Bu durumda aslında yapılması gereken yazıları tekrar yayınlatmaktı. Ancak elbette bu işin en kolayı bununla birlikte bütün bu yazıların ve olayların müsebbibi olan Corona’ya değinmek de gerek. O nedenle tek bölümlük bu yazıyı siz okuyucuların takdirine ihtiyatla sunuyorum.
İnsanın kendi besinini üretmesi esas olarak doğadan kopmaya başladığının da göstergesidir. Besin üretmek bir yerde de insanın doğayı kendi istediği şekilde biçimlendirmeye başlamasının yani doğayla uyum içinde yaşamak yerine onunla mücadele etmesinin de başlangıcıdır denilebilir. Günümüzden yaklaşık 15 bin yıl önce başlayan bu süreç yerleşik yaşam ve çiftçiliğin yani tarımsal üretimin avcı-toplayıcı yaşam biçiminin yerine geçmesiyle ortaya çıkmıştır. Besin saklamak için yapılan ve doğayı gözleme dayalı kurutma teknikleri iklim ve coğrafyanın elverdiği her yerde deneme yanılma yoluyla gelişirken doğayı kontrol altına almanın belki de o dönemler için en uç noktası olan mikrobiyal aktivitelerden yararlanma üzerine kurulmuş fermantasyon yani mayalanma da insanın dikkatini çeken bir görüngü olarak fark edilmiş ve giderek uygulanmaya da başlamıştır. Mikrobiyal aktivitenin kullanılmasının tarihi esasında kültür tarihi ile koşut olup insanın son derece hızlı biçimde ziraat sanatlarını öğrenmesi ve uygulamasının da tarihidir. Dolayısıyla bu yazıda biyoteknolojik tarihsel sürecin insanlığı getirdiği son duruma nasıl ve neden ulaştığımızın felsefi, antropolojik ve sosyolojik bir incelemesini yapmaya çalışacağım.
Keşke insanlık doğayla mücadele yerine onunla uyum içerisinde yaşayabilecek bir felsefeyi ya da düşünce yapısını bu erken çağlarda geliştirebilseydi. Zira 3.500.000 yıldır dünyada var olan insan için son 15.000 yılda hızlı biçimde doğadan kopuş bugünlerin umutsuz çırpınışlarını da beraberinde getirmiştir.
Bir düşünelim bu konuda. Sen insan olarak 3.485.000 yıl avcı-toplayıcı yaşa doğanın kurallarına uy sonra tarıma ve yerleşik yaşama geçtiğinde de sadece 15.000 yılda doğayı kendi istediğin biçimde dönüştürmeye kalk. Bunun sonucunda da giderek hızlanan bilgi birikimin ve bu bilgi birikiminin getirdiği kibirle ve bu kibire eşlik eden eşref-i mahlûkat söyleminle doğaya uyumun yerine doğayla mücadele etmeye kalk. İşte sonuç ortada doğayı bozarsan o da geri dönüp intikam alır ve küçücük bir virüs yollar bunun için, fırtına veya depreme ya da sel felaketine gerek yok küçücük bir virüs yeterli olur. Eşref-i mahlûkat, dünyanın neredeyse bütün dinlerinde benzeri olan bu söylem insanın kibrinin en önemli ifadesidir. Bilim bir yanda din bir yanda ama ikisi de kibirli, ikisi de insanı yüceltiyor. Tayfun Atay’ın bir konuşmasında belirttiği gibi insanlığın bir ucunda ruhani yol göstericiler yani din, mitoloji ve dinsel düşünce diğer ucundaysa bilim ve evrimsel düşünce var. Bu süreç içinde seküler veya dinsel iki düşünceden birini de kabul etsen değişmeyecek şey insanın kibirli oluşu. Hatta bir adım daha ileri gidip insanın doğaya hükmetmek için yaptıklarına bakalım. Öncelikle Mezopotamya ve Mısır’da başlayan tarımsal sulama için gereken kanal ve suyolları yapımı, suyu kontrol için bent yapmak gibi mühendislik faaliyetleri ile yine tanrısal olduğu düşünülen bazı felaketleri önlemek için ruhban sınıfı aracılığıyla yapımı dayatılan tapınaklar.
Bütün bu yapılar için gereken iki ayrı uzmanlık alanı olduğu da gözden kaçmamalı. Bu alanların birincisi mühendislik ya da fen bilimleri diğeri de dinsel faaliyetlerle felaketlerin önlenebileceği ya da verimliliğin arttırılabileceği inancını ortaya atan ruhban sınıfı. Bu iki sınıfın temel niteliği de doğayla mücadele ve bilgiyle gelen kibir. Üstelik eldeki bilgi birikimi çok hızlı bir şekilde ki 15.000 yıl insanlık tarihinin sadece onbinde dördü kadar bir süredir ve bu anlamda çok hızlı bir dönüşümü işaret eder, işte bu hız ve yavaşlamama/yavaşlayamama insanı yarar ve zararı tartışılabilir bugünkü konuma getirmiştir. Peki, bu hıza dur diyecek ve aklıyla, öngörüsüyle, gözlem gücüyle insanlığı yavaşlatacak doğaya zaman tanıyın veya buna benzer uyarıda bulunacak kimse yok muydu?
Vardı elbette ama sayıca çok azdı. Bu insanlara bugün felsefeci diyoruz ve bana felsefe yapma sözünde olduğu gibi boş işlerle uğraştıklarını ima eden aşağılamalarla küçük görüyoruz. Tarihsel süreç içinde tam olarak söylemem zor ama dünyada başta mühendisler olmak üzere fen bilimcilerle ruhban sınıfı üyelerinin sayısının her zaman felsefecilerden fazla olduğu da aşikârdır. Bu ikilinin göreli sayısal üstünlükleri insanların hızlı biçimde doğaya zarar vermesini de beraberinde getirmiştir desem yanlış yapmış sayılmam. Çok büyük ölçeklerde tarımsal üretim için tahrip edilen ve tarlaya ya da hayvan çiftliklerine çevrilen, sanayi için gereken fabrika arazilerine dönüştürülen, maden sahaları için delik deşik edilen doğa da elbette bir tepki verdi ve insanın daha önce tanımadığı canlılarla karşılaşması da bu nedenle oldu. İnsan doğada girmemesi gereken yerlere girdi, diğer canlıların yaşam alanını tehdit etti ve sonucunda virüs insana bulaşmadı insan virüse bulaştı. Küçük bir virüs olmasa belki de bunları yazamayacaktım hoş gelmedin Corona Virüs…
Evrensel'i Takip Et