Prof. Dr. Ayşen Uysal: Salgın önlemleri orta sınıfları korumak içindi
Pandemi sürecini değelendiren Prof. Dr. Ayşen Uysal: Pandemi sınıfsal farklılıkları iyice görünür kıldı. “Hayat eve sığar” sloganının kendisi sınıfsaldı bir kere. Hayat hangi eve sığar?
Fotoğraf: Ayşen Uysal/Arşiv
Dilek OMAKLILAR
Eda AKTAŞ
İzmir
Koronavirüs salgını ile birlikte ‘Evde kalma’ hali belli bir kesim için devam ederken işçilerin sokağa çıkma yasaklarında dahi çalışması da sürdü, sürüyor. Peki yaklaşık 3 aydır süren pandemide toplumda neler değişti, artan baskıya karşı değişen pratikler oldu mu? Siyaset Bilimci Prof. Dr. Ayşen Uysal ile koronavirüs salgınının başından bu yana gelinen zamanda toplum üzerindeki etkilerini ve 1 Haziran ile devam eden ‘Normalleşme’yi konuştuk.
"AZ GÖRÜNÜR AMA İTİRAZCI…"
Koronavirüs salgınının başından bu yana iktidarın ‘önlem’leri ile birlikte ele aldığımızda toplumda alınan önlemlerin karşılığı ne oldu? Yani insanlar rızası ile evlerinde kalırken, pratikleri uygulamalara karşı nasıl değişti? Gözlemleriniz neler?
Aslında o kadar da rızaları ile evlerinde kalmadılar. Sonuçta, sokağa çıkma yasakları uygulandı, kurallara ve kısıtlamalara uymayanlara idari para cezası kesildi. İşin içinde zor var yani. Ama elbette, yasak uygulanmadığı zamanlarda ya da yasak hiç olmasa dahi gönüllü izolasyon uygulayan toplumsal kesimler de var.
Salgın sürecinde gözetim, denetim ve yasaklar artarken insanlar daha fazla itaatkar, daha az itirazcı oldu. 18 Nisan, 22 Nisan ve 21 Mayıs tarihlerinde emniyet güçlerinin yaptığı denetimlerde kesilen cezalar bize, 18 Nisan’dan 21 Mayıs’a daha itaatkar bir toplum haline geldiğimizi gösteriyor. Yaklaşık bu bir aylık zaman aralığında, 65 yaş ve üstü de, 20 yaş altı da, işyeri sahipleri de kurallara giderek daha fazla riayet etmiş.
Ancak bu daha örtük, daha gündelik yaşamın içinden itiraz ve direniş biçimleri geliştirmedikleri anlamına gelmiyor. Örneğin sokağa çıkma yasaklarını bertaraf etmek için kısıtlamanın olduğu günlerde açık olan marketlere gitmek gibi. Benim yaşadığım mahallede de başka mahallelerde de bu “yasaklı günlerde” insanlar akın akın marketlere gitti. Tuz almayı bahane etti gitti, ekmek almayı bahane etti gitti. Bu süreçte marketler önemli bir toplumsallaşma mekanı haline geldi. Bazı itirazlar da bireysel düzeyde ve daha örtük biçimler aldı. Salgın öncesi benim annem konuşmalarında hep yaşını birkaç yaş daha büyük söylerdi, “Ben 60 yaşında kadınım!” derdi daha 57 yaşındayken bile. Ama salgın sürecinde 65 yaş ve üzerine kısıtlamalar getirilince, yaşını günü gününe söylemeye başladı. 65 yaşını doldurmasına sadece 2-3 ay olmasına rağmen, hep “Ben kısıtlama kapsamında değilim” diye karşı çıktı. Bu da sonuçta yasaklara karşı bir tepkiydi. Sıradan insanın, gündelik yaşamıyla iç içe geçmiş, daha az görünür olan itirazcı bir siyaset biçimi...
"HAYAT HANGİ EVE SIĞAR?"
Pandemi süresi boyunca ve sokağa çıkma yasaklarında da özel izinlerle işçilerin çalıştırılmasını siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Pandemi sınıfsal farklılıkları iyice görünür kıldı. “Hayat eve sığar” sloganının kendisi sınıfsaldı bir kere. Hayat hangi eve sığar? İki göz bodrum katına mı, gecekonduya mı, yoksa korunun içindeki güvenlikli lüks konuta mı, hangisine sığar?
Salgın önlemleri de alt sınıfları, işçileri korumaktan ziyade, daha çok orta sınıfları korumak içindi. Bu önlemlerin katılaşmasını talep edenler de daha çok orta sınıflardı. Zorlu yaşam mücadelesi içinde olanların virüsten daha önemli sorunları vardı. Kaldı ki, zaten, onlar salgında öncelikli olarak kurtarılacaklar arasında yer almıyordu. Zorunlu üretim sektörlerinde olmadıkları halde çalıştırılan mavi yakalılar (örneğin Gaziantep ve Kocaeli’de faaliyet gösteren fabrikalar), inşaat işçileri, kargo çalışanları, market çalışanları, belediye -özellikle kadrolu olmayanlar- işçileri, vs. bu süreçte en fazla çalışan, en fazla yıpranan, en korunmasız toplumsal kesimler oldu. Geçim derdi, ayrımcılık, ırkçılık gibi temel dertlerden mustarip olanlar için salgın tali bir meseleydi. Minneapolis’te George Floyd polis tarafından öldürülünce, salgın akıllara bile gelmedi, zira orada yaşayanların polis şiddeti ve ırkçılık gibi kadim bir meselesi vardı.
"HUKUKSUZLUK, KURALSIZLIK… BİR YÖNETME BİÇİMİ OLARAK DERİNLEŞECEK"
İktidarın baskısının arttığı bir süreç de yaşıyoruz. HDP’li belediyelere kayyum, İzmir’deki cami provokasyonunun ardından yaşanan tutuklama, polisin halka yönelik şiddeti… AKP’nin bundan sonrasına ilişkin yönetme biçimi ve toplumdaki yansımasına ilişkin neler söylersiniz?
Salgın döneminin koşulları iktidarın muktedirliğini pekiştirmeye elverişli koşullar sunuyor. Bu da onların yasallık ve hatta meşruluk zemininden iyice uzaklaşıp pervasızlaşmasına neden oluyor. Macaristan’da, Türkiye’de, İsrail’de az çok bu durum söz konusu.
Yani bu yönetme biçimi AKP’ye özgü değil ve ileriki süreçlerde de olmayacak, zira dünya ölçeğinde gözetleme, denetleme ve baskı sistemi giderek hakim olacak gibi görünüyor. Ama elbette nüanslar var. Salgın ortamında otoriter sistemler bu durumu fırsata çevirip baskı politikalarını daha da derinleştirdi. Bazı ülke yönetimleri attığı adımları yasal mevzuata dayandırmak konusunda ısrarlı bir tutum sergilerken, bazı ülke yönetimleri ise yasal dayanağa ihtiyaç duymuyor, yasal zemini gereksiz bir teferruat olarak görüyor. Türkiye’de de göstergeler, hukuksuzluk, kuralsızlık, keyfilik ve öngörülemezliğin bir yönetme biçimi olarak daha da derinleşeceğine işaret ediyor.
"PROTESTO BİR ARAYIŞA TANIKLIK EDER, BU NEDENLE YARATICIDIR"
Bir yandan sağlık emekçileri için balkonlarda alkış sesleri yükseldi, 1 Mayıs’ta sokağa çıkamayan halk yine balkonlarda taleplerini yükseltti. Pandemi sürecinde ülkemize baktığımızda sokağa çıkamayan halk bir şekilde ‘eylemliklerini’ sürdürüyor. Bu sürecin getirdiği bir başka tepki pratiği mi var?
Her dönemde itirazcı siyasetin repertuvarı mevcut koşullara uyarlanır. Pandemi sürecinde de böyle oldu. Her dönemde eylem biçimleri bir coğrafyadan diğerine ihraç edilir, transfer edilir, yayılır. Salgın süreci bu durumu açıkça gözler önüne serdi. İtalya’daki, İspanya’daki balkon eylemleri, Türkiye’ye, Fransa’ya yayıldı. Ortak bir mesele karşısında benzer dirençlilikler geliştirildi. Her ne kadar kamusal alandaki protesto eylemlerini tamamen ortadan kaldıramasa da, izolasyon eylem biçimlerinin bu kapanma haline uyarlanmasını zorunlu kıldı. Evle dışarısı arasında konumlanan balkonda taleplerini, itirazlarını dile getirdi, sanal dünyada protesto etti, hologram yürüyüşleri yaptı, vs. Tüm zorluklara rağmen yine de sesini duyurmanın yollarını aradı, eylem repertuvarını yeniden düzenledi. Protesto bir arayışa tanıklık eder, bu nedenle yaratıcıdır. Mevcut koşullar bu arayışı biçimlendirir. Salgın ve tecrit koşulları eylem repertuvarının yaratıcı ve koşullara uyarlanan yönünü apaçık ortaya koydu.
"SÜRÜ BAĞIŞIKLIĞI’ İFADESİ İKTİDARIN BAKIŞINI GÖSTERİYOR"
1 Haziran sonrasında pandeminin seyrine ve “sürü bağışıklığı” nitelemesine dair siz ne düşünüyorsunuz?
Sürü ve kalabalık sosyolojide pejoratif kavramlardır ve kitlelere olan negatif bakışı gösterir. Örneğin, kitle eylemlerinin kalabalıklar olarak nitelenmesi siyaset sosyolojisinde kitlelere tiksintiyle bakan, güvenmeyen, iktidar merkezli bir bakış açısına gönderme yapar. Sürü kelimesi de kitlelere benzer, hatta çok daha negatif bir bakış açısını yansıtır. Geniş kitlelerin hastalık karşısında bağışıklık kazanması temeline dayanan bir virüsle mücadele yöntemini anlatmak için aşağılayıcı bir kavram kullanılıyor. Lider yerine elebaşı, kitle yerine sürü/kalabalık demek, ayak takımı ibaresi, vs. bunlar hep kişi ya da gruplara yönelik yerici, küçümseyen ve aşağılayan bir bakışı yansıtır. O nedenle “sürü bağışıklığı” ifadesi en baştan beri sorunlu bir kullanımdı ve iktidarların yönetimleri altındakilere nasıl bir gözle baktığını yansıtıyordu.
Bir de katı bir izolasyon sistemi ile kitle bağışıklığı sistemi arasında çok sayıda ara model olduğunu, iki tipolojiye indirgeyerek meseleyi tartışmanın yanlış olduğunu düşündüğümü belirtmek isterim. Salgının başında, Türkiye’de çok sayıda kişi, ki aralarında gazeteciler, siyasetçiler de var, kitle bağışıklığı sistemini uyguladıklarını düşündükleri ülke yönetimlerine karşı sosyal medya üzerinden alaycı ve saldırgan bir dil kullandı. İngiltere ile başladı İsveç ile devam etti bu saldırganlık. Ama bugün neredeyse kimse örneğin İsveç’i eleştirmiyor. Kaldı ki İsveç uyguladığı sistemin bir kitle bağışıklığı sistemi olmadığını söylüyordu. Tipolojik ve fazla kategorik düşünme tarzının sıkıntıları bunlar. Biraz daha ileri gidip bunun Türkiye’deki kutuplaşma dilinin pandemiye uyarlanmış hali olduğunu söyleyeceğim. Takım tutar gibi, virüsle mücadele yöntemi tarafı tutmak. Toplumsal meseleler çok boyutludur ve bu kadar indirgemeci yaklaşımlarla anlaşılamazlar.
"TÜRKİYE’DE UYGULANAN EKONOMİNİN ÖNCELLENDİĞİ BİR BELİRSİZLİK MODELİ"
Virüsle mücadelede katı izolasyona dayanan modellerin mi, kitleleri kendi doğal haline bırakan modellerin mi, yüksek denetim ve gözetim modellerinin mi, kontrollü bağışıklık sistemlerinin mi daha başarılı olduğunu bize zaman gösterecek. Kaldı ki bu bitmiş bir süreç değil. Her ülke, yasal mevzuatı, toplumsal yapısı, kültürel özelliklerinden hareketle bir kriz yönetimi uyguluyor. Bazı ülkelerde ise el yordamıyla iş görülüyor. El yordamıyla iş görülürken de her zaman kural tanınmıyor, tutarlılık aranmıyor.
1 Haziran sonrası Türkiye kitle bağışıklığına mı geçiyor? Hem evet hem hayır. Bir taraftan bütün risk alanlarının açılması (restoranlar, oteller, vs.) bizi evet yanıtına götürüyor. Ama diğer yandan, hasta olanın takibi ve izolasyonu esasına dayanan sisteme geçişe dair işaretler var (HES kodu). Ayrıca 65 yaş üstü ile 18 yaş altı toplumsal kesim için kısıtlamalar devam ediyor. Bu kadar kategorik düşünmek o nedenle ne Türkiye’deki ne de başka ülkelerdeki durumu tam anlamıyla anlamamıza olanak tanımıyor. Türkiye’de uygulanan ekonominin öncellendiği bir belirsizlik modeli. Belirsizlik, neyin kısıtlanıp serbest bırakılacağının öngörülebilir olmaktan uzak ve plansız olması anlamına gelirken, ekonominin öncelliği de kararların hem ekonominin önceliklerine hem de ekonomik çıkar gruplarının etkisine göre alınmasına işaret ediyor.
"HAKLARDAN FERAGAT EDERKEN İNSANDAN KAÇIŞA MI GELDİK?"
“İnsan sanıldığı kadar da sosyal bir varlık değilmiş. İnsandan kaçış…” ifadeleri ile bir paylaşımınız vardı sosyal medyada, bu konuyu biraz daha açabilir misiniz?
Bu paylaşımı yaparken aklımda insan ilişkilerine dair yaptığım gözlemler vardı. Özellikle de temkinli orta sınıflara dair. Çevremizde görüşmekten imtina eden, kendi ailesi içine kapanan insan sayısı çok arttı. Hatta “Görüşelim mi” sorusunu sormaya bile cesaret edemez olduk. Birer izolasyon alanı olarak evler iyice “Kutsallaştı”. Yolda tesadüfen karşılaşılan tanıdıkların konuşmaktan imtina ettiğine dair gözlemlerim var. Sınıftan kaçış, özgürlüklerden kaçış, haklardan feragat derken insandan kaçışa mı geldik diye sormadan edemiyor insan.