ABD’de ırkçılık var bizde yok mu?
ABD'de George Floyd cinayetinin ardından Avrupa'daki kitlesel gösteriler düzenlenmesi kıta ülkelerindeki ırkçılık sorununa gözleri çevirdi. Kimi ülkelerin basını "Bizde bu tür ırkçılık yok" iddiasında
Fotoğraf: Evrensel
ABD’de 25 Mayıs’ta George Floyd’un katledilmesinin videosu, bütün dünyaya büyük bir hızla yayıldı. Cinayet lanetlendi ve yaygın dayanışma eylemleri gerçekleşti. Gösterilerin tümünde her ülkede yaşanan polis şiddeti ve ırkçılık da lanetlendi.
Almanya basını ise ABD’deki ırkçılık ve protestolara büyük yer verirken fakat iki ülke arasında karşılaştırma yapmıyor. Yapıldığında ise “Bizde böyle bir şey olmaz, ABD’de ırkçılık çok köklü” sonucuna varılıyor. Gerçekten öyle mi? Deutsche Welle’deki yorumda Batı’nın ırkçılık konusundaki karnesinin ABD’den pek de farklı olmadığı belirtiliyor.
Fransa’da da bu cinayet yıllardır süren polis şiddeti ve katliamlar üzerinden yaşanan fakat basının üstünü örttüğü tartışmalara ciddi bir ivme kazandırdı. Cinayetten birkaç gün önce bir sanatçının, binlerce yabancı kökenli gibi kendisinin de polisten korktuğunu belirtmesi üzerine adeta bir linç operasyonu başlatılmıştı. Floyd’un öldürülmesi ise Fransız polisinin tutukladığı ve benzer koşullarda ölen insanların anılarını canlandırdı.
Koronavirüs pandemisinin etkisinin hâlâ yoğun hissedildiği bu dönemde Floyd’un katline karşı tepki ve sokaklarda protesto, Britanya’da da özellikle genç nüfusun eşitsizliğin farkındalığına işaret etti. Sistematik ırkçılığın etkilerini hayatın her alanında hisseden etnik azınlıkların polis vahşetine karşı adalet mücadelesi sokaklara taştı.
FLOYD’UN ÖLDÜRÜLMESİ AVRUPA’DAKİ IRKÇILIĞI HATIRLATTI
Chiponda CHIMBELU
Deutsche Welle
George Floyd’un ölümü üzerine bazı arkadaş ve tanıdıklarım bana ırkçılık üzerine ilk kez bir şeyler yazdılar. Bir kısmı bana hislerini anlattı, bazıları da yanımda olduklarını belirttiler. Bir mesaj ise özellikle göze çarpıyordu, bir arkadaşım “Ne yazık ki gelişmeler çok üzücü, şu anda ABD’de yaşamamaktan mutlu musun?” diye sordu. Cevap vermem neredeyse bir günümü aldı. Almanya’da yaşamak benim için bir rahatlama sağlamıyor. Derinden sarsıldım ve öfkeliyim. Siyah erkek ve kadınlar, sadece ten renkleri nedeniyle yıllar boyu, polis memurları tarafından bile, öldürüldüler. George Floyd’un hikayesi bize ırkçı şiddetin bazen ölümcül olabileceğini hatırlatıyor.
ABD ve şu anda bazı büyük Avrupa şehirlerindeki protestolar, siyahların kurumsal ve yapısal ırkçılık hakkında hissettikleri hayal kırıklığını ve umutsuzluğu gösteriyor. Yanılıp da bunun tek başına bir Amerika sorunu olduğunu düşünmemeliyiz. Siyahlara karşı ırkçılık Batı dünyasında her yerde, her zaman var. 2011 yılında Londra’da polislerin siyah bir İngiliz olan Mark Duggan’ı vurması sonrası protesto gösterileri yapıldı. 2005 yılında Fransa’da iki genç Bouna Traoré ve Zyed Benna’nın, polisten kaçmak için bir trafoya sığınıp elektrik çarpması sonucu ölümü, aynı olayda Muhittin Altun’un ağır yaralanması protesto ve ayaklanmalara yol açtı. Aynı yıl, Doğu Almanya’nın Saksonya-Anhalt eyaletindeki Dessau’da Sierra Leone’den Oury Jalloh, bir polis hücresinde somyeye bağlı şekilde yanarak öldü.
Bazı Avrupalılar için ABD’de olanlara bakıp burada böyle bir şey olmaz demek kolay olabilir ancak siyah Avrupalılar böyle bir lükse sahip değil. Onlar için ırkçı polis şiddeti, medyada pek öyle öne çıkmasa da, Avrupa’da ırkçılık son derece canlı. George Floyd’un ölümünün Amerika Birleşik Devletleri’nin ötesinde bu kadar yaygın protestolara yol açmasının bir nedeni de bu: Orada olanlar buradaki yaraların depreşmesine neden olmakta!
Batı toplumları, siyah olmanın ne anlama geldiğine dair algılarında pek farklılık göstermiyorlar. Algıları büyük ölçüde iki tarihsel olay tarafından belirleniyor: Kölelik ve sömürgecilik.
İngiliz Yazar Johny Pitts, “Afropean - Siyah Avrupa Yolculuğu” adlı kitabında, Atlantik ötesi köle ticaretinin Batı’nın etnik grupları algılama biçiminde önemli bir rol oynadığını yazıyor. Bu, dünya çapında Batı medeniyetlerindeki hiyerarşilere -çoğu zaman bilinçsiz de olsa- nüfuz edip destekliyor.
Ne yazık ki, medya ve okul müfredatı insanların etnik kökenlerine bakışı değiştirmek için çok az şey yapıyor. Almanya’da yaşamaktan memnun olup olmadığımı soran arkadaşımın mesajı, bu ülkedeki günlük ırkçılığın açıkça bilinmemesinden ya da bilinmek istenmemesinden kaynaklanıyor. Alman Irkçılığa Karşı Ulusal Eylem Planı, 2017 yılında siyahi insanları ırkçılık riski yüksek beş gruptan biri olarak tanımladı. Ancak bu açıklama BM Irk Ayrımcılığına Karşı Komitesinin yıllarca Berlin’e ırkçılıkla yeterince mücadele etmediği için baskı yapmasının ardından geldi.
IRKÇILIK KONUSUNDA FARKINDALIK YOK
Almanya Avrupa’da yalnız değil. Farkındalık ve halktaki ırkçılık bilinci eksikliği tüm kıtada dikkat çekici. Ve İngiltere dışında veri toplanmadığı için ırk ayrımcılığının beyaz olmayan insanları nasıl etkilediğine dair net bir tablo elde etmek zor. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki mevcut protestolar göz önüne alındığında, Avrupalıların durumun burada daha iyi olduğunu söylemelerinin zamanı da yeri de uygun değil. Sadece Yunanistan’a ve mültecilere yönelik muameleye bakılması yeter. Renkli insanlar, özellikle siyahlar, genellikle bir bütün olarak otoritelerin ve toplumun davranışlarından muzdarip. Irkçılığa Karşı Avrupa Ağı, ırksal profil oluşturma ve polis şiddetinin özellikle korona salgını sırasında etnik azınlıkları daha fazla etkilediğini açıkladı.
George Floyd’un ölümü Avrupa’daki kurumsal ve yapısal ırkçılığı bir kez daha anımsattı. Afrika kökenli Alman siyasetçi Aminata Touré’un dediği gibi “ABD’de değil burada yaşadığınıza şükredin!” açıklamaları işte bu yaklaşımın sonucu. ABD’deki gibi ölüm haberleri okumamamız ırkçılığın Avrupa’da bir sorun olmadığı anlamına gelmez. Adaletsizlik biçimleri söz konusu olduğunda hangimizde daha çok yarışı yapılmaz. Dayanışmamızı göstermenin en iyi yolu George Floyd’dan bahsederek ırksal adaletsizlikleri ve onların kendi toplumlarımızdaki insanların yaşamlarını nasıl etkilediğini tartışmaktır - onları böylece önleyebiliriz.
(Çeviren: Semra Çelik)
ADAMA TRAORE, GEOGE FLOYD, AYNI KAVGA
Jean-Riad KECHAOU
Politis
George Floyd’un ölümünden bu yana gözler Minneapolis ve yanan diğer büyük Amerikan şehirlerine döndü. Yol açtığı öfke ise bu cellattın acımazlığının seviyesinde oldu. Fransa’da her zaman olduğu gibi büyük bir yankı buldu. Trump’ın beyaz ve ırkçı Amerika’sı çok rahat bir şekilde teşhir ediliyor, eleştiriliyor. Birçok şahsiyet kolayca Atlantik ötesindeki polis şiddetini teşhir etmek için harekete geçti. Bunda şaşıracak bir mesele yok, fakat bu konu Fransa’da George Floyd’un ölümünden önce (Sanatçı) Camelia Jordana’nın Laurent televizyon programında yaptığı konuşmadan dolayı zaten gündemdeydi. Camelia Jordana “Binlerce insan bir polis karşısında kendisini güvende hissetmiyor, bende bunlardan birisiyim” diye belirtikten sonra “Banliyölerde her sabah işe giden kadın ve erkekler deri renkleri dışında hiçbir neden olmaksızın katlediliyorlar” diye söylemişti.
Bu sözleri derhal içişleri bakanı, polis sendikaları ve sağ aydınlar sert bir şekilde mahkum etti, fakat bunlara, bugün Minneapolis katliamını teşhir eden soldan şahsiyetler de katılmıştı, ki bu yazımızın bir nevi konusu bu kişilerdir. (…)
George Floyd’un trajik ölümü Adama Traore’ninkini sahne önüne tekrar getirdi ve iyi de oldu. Adama Traore, Beaumont-sur-Oise kentinde üç jandarma tarafından tutuklanması ardından ölen siyah genç bir insandır. İki ülkenin polisleri arasındaki benzerlikler de apaçık ortada. Bu ne kadar haber kanallarının editörlerinin hoşuna gitmese de durum budur.
Fransa’da polis tutuklamasından sonra yaşanan ölümlerin ezici çoğunluğu Mağrip ve Sahraaltı Afrika’sı kökenli insanlardan oluşuyor. Bastamag haber sitesine göre son 43 yıl içinde toplam 676 kişi yaşamını yitirmiş. ABD’de ise ölenler esas olarak siyahlardır.
Bu da mı tesadüf?
Fransa’da olduğu gibi ABD’de de adli doktorlar polisleri suçsuz kılmakta hiç zorlanmıyorlar. George Floyd’da bir kalp bozukluğu varmış, tıpkı Adama Traore’de de olduğu iddia edildiği gibi, oysa ki iki defa bağımsız bilirkişi raporu bunu yalanlandı. Assa Traore, Adama Traore’nin kız kardeşi. Onca zorlukları göğüslemek zorunda olsa da adaletin yerini bulması için iyi direniyor. Hakkında dava açıldı, üç erkek kardeşi tutuklandı ama Assa Traore boyun eğmedi.
Dün (salı günü) Adama için Adalet Kolektifi, başkentin valisi Didier Lallement’in birkaç saat önce gösteriyi yasaklamasına rağmen adalet sarayının önünde 40 bin kişinin toplanmasını sağlayarak büyük bir başarı sağladı. Toplananların ezici çoğunluğu 15-25 yaş grubundandı. İkinci olarak ise siyah insanların çoğunluğu oluşturması ve kolektif olarak hayır demesi göze çarpıyordu. Bu büyük gösteri kuşkusuz adalet için mücadelenin yeni bir aşamasının başlangıcıdır.
(Çeviren : Deniz Uztopal)
SİSTEMSEL IRKÇILIK VE POLİS VAHŞETİ BRİTANYA’NIN DA SORUNU
Kojo KORAM
The Guardian
EKİM 2019’da çok satan yazarlar Douglas Murray ve Lionel Shriver, Westminster’da yaptıkları bir panel toplantısında Murray 2016 Siyah Hayatlar Önemlidir (Black Lives Matter - BLM) hareketini eleştirirken “Amerika’ya özgün bir ırkçılık sorununun globalleştirilmesi” sorunundan yakınıyordu. Murray şöyle diyordu: “Oxford Street’te bir BLM yürüyüşü görmek garipti. Elleri havada BLM’nin ‘Ellerim havada ateş etme’ hareketini yaparken silah taşımayan Britanya polisinin koruması altındaydılar”. Britanyalıların kendilerini ilgilendirmeyen bir sorun için yürüyüş yapmasının bu açıkça gözlenen komikliği karşısında salondaki dinleyenler kahkahalara boğulmuştu.
BLM’nin çağrısına karşılık vererek binlerce protestocunun Hyde Park’ta toplanması sonrası Amerikan ırkçılığının kurbanlarına Britanyalıların verdiği destek o kadar da komik görünmüyor. Devam eden koronavirüs pandemisine rağmen katılım beklenenin çok üzerinde ve 2016’dakinden de çok daha fazlaydı.
Hâlâ Britanya’da insanlar bu ülkeyle hiç alakası olmayan bir sorunla ilgilenmekle suçlanıyorlar. BLM’nin protesto ettiği sorunların sadece Amerika’ya özgü olduğu iddiaları gülünç; sanki ırk ve polis faaliyetleri sorunları küresel değilmiş; aynı dinamikler Brezilya, Avusturya ve Britanya’da gözlemlenmiyormuş gibi.
ABD’de sorunun boyutunu daha da artıran faktörler kesinlikle mevcut; Britanya’da küçük kasabalar büyüklüğünde hapishaneler yok ve polis memurları üzerlerinde AR15’lerle dolaşmıyor. Fakat George Floyd olayı polisin öldürmek için silaha ihtiyacı olmadığını gösterdi. İnsanın kanını donduran Floyd’un son sözleri “Nefes alamıyorum” sadece 2014’te New York’ta polisin boğazını sıkarken Eric Garner’ın sözleri değil aynı zamanda 2010’da Heathrow Havaalanı pistindeki bir uçakta üç göçmen bürosu memurunun müdahalesiyle ölen Jimmy Mubenga’nın da sözleriydi.
Mubenga’nın ölümünü takiben yapılan araştırma ölümünün yasal olmadığını ispatlamış olsa da göçmen bürosu memurları ölüme sebebiyet davasında beraat etmişlerdi. 2017’de Rashan Charles batı Londra’nın Hackney bölgesinde, ağzında bir kafein ve ağrı kesici paketi, polisin müdahalesi sonucu boğularak hayatını kaybetti. Aynı yıl, yine 25 yaşındaki siyah Edson Da Costa, yakın mesafedeki Newham’da benzeri koşullarda hayatını kaybetti. Ölümlerini takip eden araştırmalar ilgili polis memurlarının ölümlerinden sorumlu olmadığı sonucuna vardı. Bu isimlere birçok diğerleri eklenebilir.
Birleşik Krallık’ta polis gözetiminde birisinin ölümünden bir polis memurunun sorumlu bulunduğu son dava 1969 yılındaydı ve Beatles hâlâ grup olarak devam ediyordu. O sene Leeds şehrinde iki polis memuru, şehirden sürmek maksadıyla sürekli hedef aldıkları, sokakta yaşayan Nijerya doğumlu David Oluwale’nin ölümüne karışmışlardı. Oluwale’yi her gördüklerinde taciz eden memurlar, tutuklandığı rapor kağıdında vatandaşlık bölümüne ‘Beyaz olmayan’ anlamında bir hakaret olan ‘wog’ yazmışlardı. Oluwale onların nezaretinde öldüğünde ölüme sebep olma suçundan yargılandılar. Mahkemeleri süresince itham edildikleri suçlar tartaklamaya indirgenmiş ve üç yıllık kısa bir hapis cezasına çarptırılmışlardı. Bu davanın üzerinden geçen yarım asırda polis nezaretinde ölümlerden bir polis memuru bile sorumlu bulunmadı.
Britanya’da polisle kontak sonrası ölümler ABD’de olduğu kadar yüksek değil fakat ırkçılık ve polis etkinlikleri konusunda kendi yapısal sorunlarımızı hafife alamayız. Kimlerin polis tarafından durdurulup üzerinin aranacağından, itham edileceğine ve hapse gideceğine kadar ceza yargılama sistemimizin her seviyesinde kurumsal ırkçılık mevcut.
2017’de yapılan Lammy Araştırması’na göre İngiltere ve Galler’de nüfusun sadece yüzde 3’ü siyahken cezaevi nüfusunun yüzde 12’sini siyahlar oluşturuyor. Büyük ve kötü ABD’nin cezaevine attığından daha fazla siyah vatandaşı hapse atıyoruz. 18 yaş altı tutukluların yüzde 48’ini siyah ve diğer etnik azınlık kökenli gençler oluşturuyor.
Britanya’daki bu son BLM dalgasının itici gücü olan yeni jenerasyon durumun zaten farkında. Ucuz Amerikan taklitçileri olmakla suçlayacağımıza onları dinlemeli ve bu dönemde Afrika kökenli Amerikalılarla empati kurmanın yanı sıra kendi polis aktivitesi, cezalandırma ve göçmen gözaltı yöntemlerimizi sorgulamalıyız.
(Çeviren: Haldun Sonkaynar)