08 Haziran 2020 00:20

Eski bir kitabın içine açılan mekan: Heybeli Sahaf

"Kitapseverler için Heybeli’nin bir sürprizi olan bu yapı, ‘Heybeli Sahaf’tır. Bu mekanı Sahaf Nazım Hikmet Erkan’ın hikayesi var etmiş ve bu mekan da onun hikayesinde yeni sayfalar açmış."

Sahaf Nazım Hikmet Erkan | Fotoğraf: Fatih Polat/Evrensel

Paylaş

Fatih POLAT
İstanbul

Heybeliada’da iskeleden çarşıya girip, yokuşa doğru yöneldiğinizde, sizi Lozan Zaferi Caddesi’nin solunda küçük, şirin bir bina karşılar. Adalara özgü bir imza gibi duran tarihi ahşap konaklara kıyasla daha mütevazı, daha çok eski zamanların küçük tiyatro sahnelerini andıran bir bina. Kitapseverler için Heybeli’nin bir sürprizi olan bu yapı, ‘Heybeli Sahaf’tır.

Çok fazla bir nüfusu olmayan, yerli ve yabancı turistler uğradıkça ticaretin canlandığı bir adada restoran, bar, kafe ve hediyelik eşya dükkanlarının olması doğaldır. Kitap okuma oranının yüksek olmadığı bir ülkede, insanların önemli bir çoğunluğunun gezme zamanlarında da ilk aradıkları şeylerden birinin kitap olmayacağını tahmin etmek zor değil. Yani, bu mekanı işleten kişinin, hem kitapla hem de mekanla arasında anlamlı bir ilişki olabilmeli ki çoğu zaman ucu ucuna döndürebilme riskini göze alarak böyle bir işe girişebilsin. Sahaf Nazım Hikmet Erkan, işte tam da böyle birisi. Bu mekanı onun hikayesi var etmiş ve bu mekan da onun hikayesinde yeni sayfalar açmış.

PAROLA: "TARLAYA CAMIŞ GİRDİ"

Heybeli Sahaf’ı hissedebilmek için önce Sahaf Nazım’ın çocukluğuna gitmek gerekiyor: “Kitaplı bir evde doğdum. Babam öğretmendi. Giresun’da doğdum. Klasik bir köy öğretmeni olan babamın öğretmelik yılları genellikle sürgünlerle geçmiş. Biz de babayla birlikte köy köy dolaşmışız. Babam politik bir insandı, hâlâ öyledir. Ben küçükken annemin, babamın kitaplarını saklamaya çalıştığını da hatırlarım. Mesela bir ihbar gelir, birisi bağırır, genellikle bunu amcam yaparmış, köyün tepesine çıkarmış karşı köye doğru bağırırmış; ‘Tarlaya camış girdi!’

Bu, köye jandarma girdiğinin işaretiymiş. Herhalde öyle dönemlerden birinde annem babamın kitaplarını saklamıştı, bunları hayal meyal hatırlıyorum. Kütüphaneyi ilk olarak evimizde gördüm. Babam da bize kitaplar alırdı, dergiler getirirdi. Mesela Ziraat Bankasının Başak Çocuk’u vardı. Onları büyük bir keyifle okurdum o dönemler.”

Yaşar Kemal ve Aziz Nesin’in kitaplarının birçoğunu ilkokul dönemimde okumuş. Liseyi yatılı okuduğu Giresun merkezde ise politik bilinçlenmeyle birlikte ‘sol kitaplar’ okumaya başladığını söylüyor Sahaf Nazım.

"KİTAP HAYATIMDA ÇOCUKLUĞUMDAN BERİ OLDU"

Üniversite yıllarını anlatırken ise, “Her ay onlarca kitap alıyordum. Artık para yetiştiremeyince yeni kitaplar alıp okuyabilmek için kendi kitaplarımı satmaya başladım. O yıllar öyle geçti.” Sonra, 2004 yılı sonunda, İstanbul’a gelmiş. Bir süre iş aramış, bulamamış. “Daha doğrusu ne iş yapacağımı da bilmiyordum. Hayatım boyunca ne iş yapacağına karar veren birisi olmadım” diyor. Sonrasında bir belgesel firmasında işe başlamış.

"BİR SAHAFIN BELGESELİ DÖNÜM NOKTAM OLDU"

“O belgesel işi, benim de dönüm noktam oldu. Bir sahafın hayatını çektiğimiz bir belgesel vardı. Oktay Çetinkaya, Enis Rıza Sakızlı’nın çektiği ‘Çöpte Dostoyevski Buldum’ filmi, gerçekten benim için bir dönüm noktası oldu. Orada Oktay’ın yaşamı beni cesaretlendirdi. Uğraşına, emeğine çok saygı duydum. Oktay bunu yapabiliyorsa ben niye yapmamayım dedim. Bunu yapmak için gerçekten bir birikim gerekiyordu.”

Sonra da, Oktay’ın ortağı olan Sahaf Murat Uncu ile tanışmış. “Murat Uncu, Oktay ile ayrıldı ve büyük bir yer açtı. ‘Kitap İçin’ diye bir yer. Yayınevlerinin depolarında kalan kitapları alıp çok uygun fiyatlara satıyordu. Bana, ‘Benimle çalışmak ister misin?​’ dedi. Çok mutlu oldum, sanki hayatım boyunca beklediğim iş buymuş gibi. Balıklama atladım. 3 sene Murat Uncu’nun yanında çalıştım. Murat Uncu’nun üzerimdeki emeğini hiç inkar edemem. Bütün yayınevi ve sahaf camiasıyla tanışmam Murat Uncu sayesinde olmuştur. Artı iş öğrenme, kitap tanıma… Sahafın ne olduğunu bilmiyordum ben. İstanbul’a gelip sahaflara gidince öğrenmeye başladım.”

"BİR MAHALLE SAHAFI OLAYIM, DİYORDUM"

Murat Uncu ile 3 yıl çalıştıktan sonra ayrılarak Beyoğlu’da kendisine bir dükkan tutmuş. “Tabii çok zor anlar yaşadık. Beş yılın sonunda Heybeli’ye geldim. Çünkü Taksim’de zaten direnerek ayakta duruyorduk. Neredeyse bütün sahaflar öyledir. Ucu ucuna dengeler hayatını. Taksim’e ilk alt geçit projesi yapıldıktan, meydana kazma vurulduktan sonra kitapla ilgilenen insanların Taksim’e gidiş gelişleri de azaldı. Kapanan tiyatrolar, sinema salonları, kültür sanat merkezleri derken, Taksim’in kitlesi yavaş yavaş değişmeye başlamıştı. Artık iş yapamaz olduk. Kitapevleri kapandı, kimisi alışveriş merkezi oldu, kimi restoran ya da tatlıcı oldu. Genellikle insanlar Beşiktaş’a, Kadıköy’e kaymaya başladılar. Bizim kitle kalmadı. Ben de hep çıkış yolu arıyordum. Küçük bir semt düşünüyordum. Taksim’den yorulmuşum, işte Şişli’nin bir mahallesine mi gideyim, Kuzguncuk gibi bir yere mi gideyim? Bir mahalle sahafı olayım, diyordum.”

"BU DÜKKAN BENDE HER ŞEYİ DEĞİŞTİRDİ"

Nazım, ardından Heybeliada’daki arkadaşlarının yanına gidip gelmeye başlamış. Sonra “Bir delilik yaparak” Heybeli’de bir ev tuttuğunu ve işe buradan gidip gelmeye başladığını anlatarak devam ediyor: “Bir gün bu dükkanı gördüm. Arkadaşlar beni çok gaza getiriyorlardı. Özellikle Yücel Göktürk filan. ‘Yap Nazım, et Nazım, bak çok yakışır, bir mekanımız olsun…’ Tabii ki ticari olarak olur mu olmaz mı diye düşünüyorsun. Macera kaldırmayacak pozisyondayım, çünkü zaten gırtlağa kadar gelmişim yani bitik durumdayım. Ama bu dükkan bende her şeyi değiştirdi. Binanın güzelliği beni tavladı. Mal sahibinin okey vermesi için burayı 2 ay bekledim. 2016 senesinde de burayı açtık.”

Nazım, Heybeli Sahaf ile beşinci yazına girmiş. Ama ekonomik olarak döndürme güçlüğü bitmemiş. “Ülkenin ekonomisi her şeyi etkiliyor. İşinizi ne kadar iyi yaparsanız yapın, ne kadar güzel kitabınız olursa olsun, kitap hiçbir zaman ilk öncelik olmuyor. Belki bir akademisyenseniz oluyor. Veya çok iyi bir kitap kurduysanız oluyor ama sıradan bir vatandaşın önceliği olmuyor. Ama ben yine de sahafların bir okur kitlesi olduğunu düşünüyorum. Üniversite hocası sahafa gelir, çünkü aradığını sahafta bulur. Veya bir konuda araştırma yapan ya da yazı hazırlayanlar gelir. İlk baskı kitap, imzalı kitap koleksiyonerleri… Ekonomik koşullar ne olursa olsun, bunlar vazgeçmeyecek insanlardır. Kitaba sadece obje olarak bakan insanlarla da karşılaşıyoruz. Burası bir kitapçı ama insanlar burayı bir fotoğraf çektirmek, bir hatıra bırakmak için de tercih ediyorlar.”

Salgın ve sokağa çıkma yasağı süreciyle birlikte dükkanı döndürebilmek daha da zorlaşmış. O meşakkati de şöyle anlatıyor: “Heybeli’de PTT kapatıldı, Büyükada’ya gidiyorum. Vapur yolculuğu yaparak bir risk alıyorum. Oradaki PTT’ye giderek kargo veriyorum, onları risk altına sokuyorum. Her taraftan çetrefilli bir süreç bizim için. Ama yapmamız da gerekiyordu ayakta kalabilmek için. Kalabildik mi, e hasbelkader.”

"EN ÇOK GÜNEYDOĞUYA KİTAP SATIYORUM"

Nazım, eğer almaya değer görürse Türkiye’nin her yerine kitap almak için gittiğini ve internet üzerinden her yere kitap sattığını anlatıyor.

Peki kitap alışverişi bakımından hangi iller öne çıkıyor?

“Kitap almak ya da satmak için Türkiye’nin her yerinden arıyorlar. Çok farklı profillerle karşılaşıyorsunuz. Ama mesela güneydoğudan karşılaştığımız kitaplar daha nitelikli kitaplar. Satış olarak da öyle. Son 3 ayda benim en çok satış yaptığım iller Mardin, Van, Diyarbakır ve Batman. Van’da birkaç koleksiyoner var mesela. İlk baskı kitaplar aldılar, şaşırdım. Gündeme dair siyasi ve akademik kitapları da en çok o bölgeye satıyorum. Bu bölgelerin okur profilini verir mi, ya da bana özel mi bilemiyorum. En az da Karadeniz Bölgesi’ne kitap satıyorum.”

Dükkanında en eski hangi döneme ait kitaplar olduğu sorusuna ise şu yanıtı veriyor: “1800’lü yıllardan kitaplar var. Ama onlar Fransızca, İngilizce ve Rumca daha çok. Bu tür kitapları bulabilmek için önceden hurdacı, eskici dolaşırdım. Bit pazarlarına giderdim. Ama tanınırlığın arttıkça kitapların sana gelmesinin de yolu açılıyor. İnsanlar evlerden aramaya başlıyor.”

"BİZ BİR DEĞERİ KORUYORUZ"

Yıllar içinde biriken kitap ve belgeleri sınıflandırarak kayda geçmek için pandemi sürecini bir fırsat olarak değerlendirdiğini de anlatıyor Sahaf Nazım. “Bunu yaparken beni şaşırtan çok değerli şeylere de denk geldim. Örneğin 33. Osmanlı padişahı V. Murad’ın (1844-1904) kızı Fehime Sultan’ın bestelediği ‘Meşrutiyet’e Doğru’ marşının notasının orijinal baskısını buldum.”

Nazım, ‘Biz bir değeri koruyoruz aslında’ diyor ve evlerinden kitap aldığı insanlara dair anılarını anlatarak sohbete devam ediyor. Aralarında roman karakteri gibi tipler de var. Hatta o anlatırken bir an zaman ve mekan mefhumunu kaybedip kendinizi eski bir kitabın içinde, başka bir alemde yol alırken bile hissedebilirsiniz.

ÖNCEKİ HABER

Okan Üniversitesi YÖK Kanunu'na uymuyor, akademik kadroya düşük ücret dayatıyor

SONRAKİ HABER

İngiltere’de ırkçılığa karşı öfke yükseliyor: On binler ABD elçiliği önünde toplandı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa