09 Haziran 2020 23:00

Distopyalar bir bir gerçek olurken göğe mi bakalım?

Okuduğumuz kitaplarda “bu kadar da olmaz” dediğimiz her şey bir bir gerçek olurken sonraki adımın okuduğumuz kitaplardaki uzak gelecek kadar değil yarın uyandığımızda gerçekleşebilecek kadar yakın...

Fotoğraf: Pixabay

Paylaş

Metin Berk SÜER

İTÜ

Türkiye’de uzun yıllardır en çok okunan ve sosyal medyada kendisi üzerinden türlü türlü paylaşımlar, aforizmalar ve genel politik meselelere atıflar yapılan kitapları sayalım desek muhtemelen herkesin sayacağı kitaplar az çok bir kategori içerisinde yoğunlaşacaktır. Her ön plana çıkmayı başarmış bu tür hepimizin de çok iyi bildiği gibi distopik tarzdaki romanlardan başka bir şey değil. Özellikle en ünlüsü George Orwell’ın 1984 ve Hayvan Çiftliği kitapları olmak üzere Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı ve Ray Bradburry’nin Fahrenheit 451’i de en çok okunan kitaplar listesinin tepesinde rahatlıkla görebileceğimiz başucu kitapları haline gelmiş durumdalar. En ünlüleri başta olmak üzere daha birçok popüler distopik romanın merkezinde yatan şey aslında insanlığın geleceğine yönelik farklı tarihli perspektiflerden kesitler sunmak ve insanlık tarihinin gelecekte yaşayabileceği kaotik zamanları şimdiden betimlemektir. Bunu yaparken de romanların bazı referans noktaları vardır desek yanlış olmaz. Bu referans noktalarını genel olarak yazarların içlerinde bulundukları dönemin politik atmosferi veyahut o politik atmosferi var eden tarihsel gelişmeler oluşturur. Yani, yazarlar yaşadıkları dönemde kendileri ve insanlık açısından gidişatında problem gördükleri gündelik hayattan yola çıkarak o hayatı var eden toplumsal ilişkileri kendi hayal güçlerinde geliştirerek ileriye yönelik “bu böyle devam ederse bu da olabilir” düşüncesini yazıya dökerler. Yazıya dökmeleri sonucunda ortaya çıkan düşünceler de bugün yaşadığımız sorunların çok uzağında ve çok daha karanlık bir dönemi oluşturur. Oluşan bu atmosfer de okuyuculara olabilecek en kötü gelecek üzerine düşünmeleri için bir ortam sağlar. Oluşan distopik ortamı okuyarak deneyimleyen her okuyucu, gelecek üzerine farklı tahayyüller geliştirir ve geliştirdiği bu tahayyüller üzerinden günümüz şartları ile distopik geleceği ister istemez kıyaslamaya başlar.

DİSTOPYADAN YANSIYANLAR

Buraya kadar her şey aslında okuyucu ile kitap arasında gidip gelen bir okuyucu-yazar ilişkisine denk düşmekte. İşin içine günümüzü yorumlayıp günümüz dünyasına distopik romanlar üzerinden bakmak girdiğinde durum bir ölçüde değişmeye başlar. Çünkü günümüzde okura göre kötü giden şeyler kitapta gelişen durum veya olgularla birliktelik kurmaya başladığında distopik romanlar artık kara bir gelecek senaryosu olmaktan çıkıp günümüzü ve geleceği yorumlamada insanlara yardımcı olmaya başlayan referans kitapları haline gelmeye başlar. Bunun en iyi örneklerini Türkiye ve dünyada artan devlet baskısı, vatandaşların 24 saatinin kayıt ve kontrol altına alınmaya çalışıldığı güvenlik prosedürleri ve günlük hayattaki bireysel aktiviteleri fişleme olaylarında görebiliriz. Herhangi bir devletin attığı bu tarzda bir adım kısa süre içerisinde Orwell’ın 1984 romanında yarattığı devletle benzer yapısının uygulamaları ile eşdeğer bir adım olarak ön plana çıkarak herkesin kafasında acaba 1984’teki gibi bir geleceğe mi gidiyoruz, şu kitabı bir de o gözle okuyayım düşüncesi ile ortaya çıkar sıklıkla. Bu açıdan düşünenlerin çoğalması da aslında yaşadıkları ülkelerdeki baskı mekanizmalarının dişlilerinin çok daha hızlı dönmeye başlayıp onları sıkıştırmaya başladığı zamanlarda olur.

Çevremizde bahsettiğimiz romanları hemen hemen her yerde duymamızın temel nedeni bunu yapan insanların gitgide çoğalmaları ve onlardan etkilenen, günümüz ile anlatılan bağı daha iyi kavramak için içinde merak uyanan insanların bu kitaplara gösterdiği ilgidir. Bununla birlikte bu romanların artık birer “Dünya Klasiği” sayılmaları da ilgiyi artıran görece daha kısıtlı bir nedendir diyebiliriz. İşte tam da bu noktada şu soruyu sormak gerekir, madem kötü bir gidişatın geleceğini temellendirmeye çalışıyoruz ve distopik bir gidişata doğru bir kayış içindeyiz; peki neden bunun nedenlerine ve günümüzde bunu var eden ilişkilere bakmıyoruz?

DİSTOPYALARIN BETİMLEDİKLERİ KİMİN MİRASI?

Bu soruyu sormanın önemi referans olarak aldığımız kitapların önümüze koyduğu distopik geleceklerin hangi temelden beslendiğini ve günümüzde bize aynı düşündüren süreçlerin hangi kaynaktan beslendiği arasındaki ilişkileri ve tezatları yakalamaktır. Örneğin 1984’ün beslendiği kötü süreçlerin temelinde Orwell’ın iddiasına ve anlatımına göre sosyalist bir tasavvurun baskıcılığı yatmaktadır. Temel tezat bu noktadadır. Orwell’ın sosyalizmin uygulandığı ülkelerdeki toplumsal hayatın şekillenişinden çıkardığını söylediği baskıcı rejimin gelişimi ilerleyerek 1984’ü yaratmıştır. Buradan bakıldığında 1984’ün bize gösterdiği şey sosyalizmin ne kadar kötü olduğu ve uygulandığı ülkelerde tüm özgürlükleri sınırlandırdığıdır. Bunu yaparken yaslandığı temel noktalardaki özgürlük kavramını kapitalizmin özgürlük sınırları ile kapatmış ve başka bir özgürlüğün mümkün olduğu bir geleceğin gündelik hayatta sosyalizm olarak bulunamayacağı gibi kaba bir tespite gerek duymuştur. Peki günümüzde özgürlüklerimizi sınırlandıran bir sosyalist devletin olmadığı ve bu baskının, sınırlandırmanın halen olanca hızıyla geliştiği bir dünyaya nasıl bakacağız o zaman? Madem bu distopyaları var eden baskılar sosyalizmden kaynaklıydı ve kapitalizm içinde gelişen özgürlük kavramı dokunulmazdı, o zaman neden dünyada kapitalizmin var olduğu her noktadaki devlet ve sermaye grubunun çıkarlarına olan uygulamaların bütünü özgürlükleri sınırlandıran ve dünya haklarını baskı altına alan bir noktaya evrildi? Bunun sebebi çok açıktır; kapitalizm kendi yeniden üretimini kesintiye uğratacağını düşündüğü her olayı tümüyle ortadan kaldırma ve kar döngüsünü kesintisiz devam ettirmek için elinden geleni yapar, yapmıştır ve yapacaktır. Bu yeri geldiğin asla olmaz denilen dünya savaşları ile, yeri geldiğinde insanlığa sığmaz denilen soykırım ve doğa katliamları ile kendini göstermiştir. Kapitalizm özü itibariyle sosyalizmin karşısına zaten insanlığın özgürleşebileceği bir alternatif olarak değil; insanlığın üretim ilişkilerinden kaynaklı tam bağımlılığını devam ettirecek bir gelecek sunmaktadır ve bu bağımlılığı devam ettirmek için de elinden geleni yapmaktadır. Dünyada var olduğundan beri neredeyse kendi egemenliğine karşı gördüğü her hak arayışını kan ve nefretle bastırmış bir ideolojinin; insanların hak ve taleplerinin en yücesinin merkezinde yer alan, emeğin gücüyle şekillenen bir ideolojiden baskıyı, sömürüyü ve açlığı miras aldığını söylemek ancak distopyanın içine temelsiz ayrı bir distopya koymak olacaktır. Burada bakmamız gereken temel noktalar Türkiye özelinde bugün açısından bizi daha kötü bir geleceğe mahkûm eden politikalar nasıl şartlarda var oldu, gelişti ve bizi sınırlandıracak bu noktaya kadar geldiğidir.

 

NASIL BİR DÖNEMİN İÇİNDEYİZ

Şu anki durumumuza baktığımızda gitgide daralan bir çemberin içindeyiz diyebiliriz, en azından bugün ülkenin içinden bulunduğu şartlardan rahatsız olanlar ve bunu dile getirmek isteyenler olarak. Neredeyse her gün bir önceki günden çok daha belirsiz bir geleceğe gidişin sınırlarının genişlemesine yardımcı olan politikalar hayata geçiriliyor. İçinde bulunduğumuz eğitim kurumlarını bir gecede çıkan yasalar ve uygulanan politikalar ile tanıyamaz hale gelip yabancılaşıyoruz. “Orada bir köy var uzakta” dediğimiz köyümüzün ağaçları, dereleri bir gecede yok oluyor. İş aramaya çıktığımızda torpil işin içine girmezse sürekli bir işe, eski tabirle bileğinin hakkıyla girebilmek çok zor. Yaşadığımız tüm bu olumsuzlukları dile getirme ve bu gidişatın yanlış olduğunu belirtme ihtiyacı hissediyoruz ister istemez içimizde. “Bu böyle gitmez, ilerde çok daha kötü günlere gideriz” böyle demek istiyoruz ve yazıyoruz herhangi bir sosyal medya platformuna belki eleştirmek için değil sadece kendimizi ifade etmek için. Peki sonuç ne oluyor? Bu işleyişin nihayetinde; bir gece veya sabah vakti evinden karakola uzanan bir asayiş süreci bizleri bekliyor korkusu ile beklemek ve yaşanan örneklere bakarak daha çok korkmak veya o örneklerden biri olarak daha da çok korkmak.

Kendimizi ifade etmekten korkmak, neredeyse kendimizi ifade edebileceğimiz onlarca alan varken bir tane harfi bile düşünerek ve acaba şunu şöyle ifade etsem daha mı iyi olurdu diyerek geçiriyoruz. Biz zaten bir distopyanın gelecek tahayyülüne ihtiyaç duymadığımız bir kapitalizm gerçekliğinin içindeyiz şu an ve bunun gelişimini uzun yıllar boyunca hep birlikte izledik. Okuduğumuz kitaplarda “bu kadar da olmaz” dediğimiz her şey bir bir gerçek olurken bir sonraki adımın okuduğumuz kitaplardaki uzak gelecek kadar değil, yarın uyandığımızda gerçekleşebilecek kadar yakın olduğunu hepimiz hissedebiliyoruz. Demokratik bir ülkede yaşadığımız iddia ediliyor fakat öyle bir demokrasi ki sadece tek taraflı çalışıyor ve kendi haricinde her türlü temsiliyeti yok sayarak mahkûm ediyor. Herkesin millet iradesi olarak gördüğü seçim sonuçlarının üzerinden bir süre geçtikten sonra hükümet ve ittifakı haricindeki her belediyeye kayyum atanma tehdidi yapılıyor hatta HDP’li belediyeler tehditlerin hayata geçirildiği örnekler olarak karşımızda duruyor. Hukukun tarafsızlık ilkesinin yürürlükte olduğu iddia ediliyor fakat hukuk, meclise girmeye hak kazanmış milletvekillerinin tutuklanmaları, vekilliklerinin ellerinden alınmaları ve temsil ettikleri kitlelerin katıldığı seçimin yok sayıldığı bir düzende kendini var ediyor. Tarafsız olduğu söylenen hukuk her gün sokaklarda, evlerinde erkek şiddetine maruz kalan, hayatını kaybeden kadınların değil katillerinin tarafında onlara yeni cinayetler için çıkar arıyor. Sosyal devletin güvencesinin olduğu ve vatandaşların her açıdan devlet tarafından önemsendiği iddia ediliyor fakat hastaneye gitmek için de okula gitmek için de eğer belirli meblağları ödemezsek en basit hizmetten bile yararlanamaz durumdayız. Vatandaşına güven verdiği söylenen devletin güvenlik güçleri her gün sokaklarda hakkını arayanlara ayrı, kendisini uyaranlara ayrı bir şiddetin örneklerini sergiliyor. Barış için çalışıldığı iddia ediliyor dış politikada alınan her kararla savaş derinleşiyor, komşularla sorunlar artıyor, ölümler çoğalıyor. Yaşanan tüm bu olaylar Türkiye’de kurulması için AKP ve ittifak kurduğu diğer yapıların yoğun çaba harcadığı tek adam tek parti rejimi açısından artık atılması gereken adımlar niteliği taşıyor. Özellikle başkanlık sistemine geçiş esnasında belirtilen hızlı karar alma, uygulama için gerekli olan bir sistemin merkezinde bu kararların hızlı alınabilmesi için itiraz edecek her kesimin susturulması ve biat etmeye zorlanması yatıyor. Bu baskıcı ve her dediğini yapabilecek, kesintisiz güçteki rejimin kurulması Türkiye’deki sermaye güçleri açısından da ciddi bir temeli oluşturuyor. Çünkü ülkede baskıların artması, karşı çıkışların azalması ve örgütlülüğün suç sayılması üretimin şartlar ne olursa olsun devam edebileceği bir düzlemi yaratmanın da bir yolu. Zaten bu yüzden de Türkiye’deki tüm sermaye güçleri AKP’nin kurmak için çaba harcadığı sistemin meyvelerini toplayarak karlarına kar katıyorlar. Grevler yasak, boykotlar yasak, pandemi koşullarında ne olursa olsun ücretli izin yasak; tüm bu gelişmeler sermaye güçlerine sonuna kadar kar edebilecekleri ve risklerin neredeyse sıfıra ineceği bir üretim piyasasının ön izlemesine sunuyor. İşte tam da bu yüzden Türkiye’de bugün her şey üzerimize üzerimize geliyor gibi hissederken, bir taratan sermaye güçleri bu süreci oldukça detaylı ve istekli bir şekilde takip ediyorlar ve desteklerini sunmaktan çekinmiyorlar. Ve yaşana bunca baskının, şiddetin ve geri çekilmenin hepsinin toplamında bunların yanlışlığını ve değişmesi gerektiğini ifade edemiyoruz. Çünkü anayasal olarak en doğal hakkımız olduğu söylenen şeyler AKP’nin hukuk ve yargı hükümlerince ona saldırı niteliği taşıdığı için yasak. Böylesine bir günümüzde hangimiz içinde yaşadığımız şartları bir distopyanın en yalın hali olarak görmeyebiliriz ki?

DİSTOPYALARIN DEĞİL BİZİM GELECEĞİMİZ

İçinde yaşadığımız günü distopya kılan şartlar distopya kitaplarında yazdığı kadar uzun erimli bir gelecekte olacak durumlar değil; bizzat içinde yaşadığımız dönemi var eden kapitalizmin şartlarının ve onun politikalarının bizlere dayattığı zorun olabildiğince en hızlı şekilde var olabilmesinin şartlarıdır. Bugünü hem Türkiye hem de dünyada tüm insanlık için yaşanamaz bir hale getiren politikaların merkezinde yer alan kapitalizmin kar dürtüsünü görmeden safi gerçeklikten ve farklı ideolojileri düşmanlaştıran bir distopyadan değil günümüzün içinde yaşadığımız, pasif aktörleri olduğumuz ve karşı koymazsak geri dönüşün her gün daha da zor olacağı kapitalizm distopyasından okumamız gereklidir. Edebi bir değere denk düşen eserlerin oluşturduğu gerçek üstü baskıların, yaşanamaz dünyaların gerçek olabileceği ve bunun en kısa zamanda olabileceği durumunu kitapların içerisinden çıkartmamız ve satırların cisimleşip karşımızda durduğu, vücut bulduğu kapitalizmde gözlemlememiz bugün açısından önemli ve gereklidir. İçinde bulunduğumuz kapitalist koşulları ve piyasaları sadece eleştirmek yerine, gidilecek en kötü gelecek senaryolarından sıyrılmanın bir yolu olarak distopyaları kendi kuracağımız her şeyin adil ve emek temelinde yükseleceği insanlığın kurtuluşu olan geleceğimizle imkânsız kılabiliriz. Bu gelecek bize vaat edilen distopik geleceklerin hepsinin ötesine geçmenin ve gerçek anlamda özgür olabilmenin de temelini oluşturacaktır.

ÖNCEKİ HABER

Koronanın bize gösterdikleri salgından ibaret değil!

SONRAKİ HABER

Sinemanın “yeni normali” ne olacak?

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa