Kapitalizmin görüngüleri ile değil özü ile savaşmak
Kamulaştırma veya özelleştirme kapitalizmin asıl özü olan sömürüyü ortadan kaldırmaz, aksine kapitalizmin farklı görünümleri olarak karşımıza çıkar.
Fotoğraf: Pixabay
Ekin BAL
ODTÜ
Kapitalizmin her kriz döneminde görüldüğü gibi bugün de pandemi ile birlikte derinleşen ekonomik kriz, “kamucu politikalar, daha fazla devlet müdahalesi” gibi tartışmaları beraberinde getirdi. Emekten yana olduğunu söyleyen birçok sosyal bilimciden dahi salgın sonrası sosyal devlet uygulamalarının artacağı veya buraya doğru bir yönelim olacağına dair çeşitli açıklamalar görebiliyoruz.
SERMAYENİN SIKIŞMIŞLIĞINA DEVLET MÜDAHALESİ
Aslında kamucu politikalar meselesi kapitalizmin ilk defa gündemine gelen bir uygulaması değil. Tarihe 1929 Ekonomik Buhranı olarak geçen dönemde Sovyetler Birliği’nin plânlı ekonomi deneyi sayesinde Sovyet halklarının bu kapitalist bunalımdan etkilenmemesi, kapitalist ekonominin sürdürülebilirliğini imkansız hale getirmiştir. Bu durumu aşmak için burjuva iktisatçıları hummalı bir araştırma ve çalışma içerisine girerler. Bunlardan biri ve en önemlisi de İngiliz iktisatçı John Maynard Keynes’tir. Klasik liberal görüşe bir karşı çıkış gibi gösterilmek istenen Keynes’in görüşleri, aslında kapitalist sistemin devamı için yeniden teorize edilmesinden başka bir şey değildir. Bu noktada John Maynard Keynes, 1936 yılında yayımladığı “İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Teorisi” isimli eserinde, talep yanlı politikalarla kapitalist işleyişin devamı için çıkış yolları önermiştir. Yani mesele üretimde yaşanan bir sorun değil halkın tüketiminin azalmasıdır, talep artarsa sorunlar çözülecektir. 1960’lara kadar Keynesçiliği “Neoklasik Sentez” temsil ederken, 1960’lardan itibaren, Neoklasik iktisatla Keynesçi iktisadı bağdaştırmaya çalışan Neoklasik senteze alternatif sayılan “Post-Keynesçi” akım güçlenmiştir. Fakat Post-Keynesçi akım da kendi başına bir bütün değildir, farklı ekolleri vardır. Keynesyen doktrin içindeki akım ve ekollerin ortak özellikleri; piyasa aksaklığında devlet müdahalesinin gerekliliğine ve ekonominin talep yönünün belirleyiciliğine inanmalarıdır. Onlara göre, piyasa mekanizmasının ve özel mülkiyetin hâkim olduğu ekonomilerde, devletin ekonomiye müdahalesi yoluyla iktisadi ve toplumsal sorunların üstesinden gelinebilir, ekonominin büyümesi ve istikrarı sağlanabilir.
Kapitalizmin girdiği her krizde Keynes’in ortaya koyduğu “devlet müdahalesi” önermesi tekrar tekrar karşımıza çıkabiliyor. Ancak burada düşünülmesi gereken devletin kapitalist toplumda ne konuma tekabül ettiğidir. 70’li yıllarda “neoliberalizm” ile birlikte özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde kamu kurumları özelleştirilmeye başladı. IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşların ortaya koyduğu programlarla birlikte hemen hemen tüm dünyada özelleştirmeler hız kazandı. Ancak her kriz döneminde hep tekrar göreve çağrılan yine devlet oldu. Son örneklerinden birini 2008 krizinde gördüğümüz gibi, başta ABD olmak üzere hemen hemen tüm ülkelerde özel şirketlerin, dev tekellerin, bankaların kurtarılması işini kamu üstlendi. En ünlü kurtarmalardan birisi hatırlanacağı üzere “General Motors”a yapıldı. Devlet bu tekelin geçici ortağı oldu ve hisselerinin üçte ikisinden fazlasını geçici olarak satın aldı. Kriz atlatıldıktan sonra bu hisseler yeniden devredildi ve sonuçta halkın paralarıyla bu örnekte olduğu gibi dev tekeller kurtarılmış oldu.
GÖRÜNGÜLERLE SAVAŞMAK
Kapitalizmde kamunun olanaklarının nasıl kullanılacağı tamamen kapitalistlerin kararına ve çıkarlarına bağlıdır. Kamulaştırma veya özelleştirme kapitalizmin asıl özü olan sömürüyü ortadan kaldırmaz, aksine kapitalizmin farklı görünümleri olarak karşımıza çıkar. Yani kapitalizmin kamulaştırma veya özelleştirme yapması sermayenin ihtiyaçlarına ve uygulanan ekonomi politikalarına göre sürekli değişkenlik gösterebilir. Bu noktada “Friedmancılık” ve “Keynesçilik” arasında gidip gelen ekonomiler ve buna yönelik incelemeler yapan sosyal bilimcilerin gözden kaçırdığı şeyler var. Kamulaştırma bugün de düzeni ve “demokrasiyi” kurtarmanın bir aracı olarak yeniden piyasaya sürülüyor. Olup bitenden sonra çıkarılacak genel sonuç şudur; iktidarın sınıfsal niteliği, yani günümüzde tekelci kapitalizmin egemenliği ve devletlerin bu tekellerin temsilcisi, koruyucusu ve kollayıcısı, sermaye düzeninin bekçisi olduğu göz önüne alınmadan bir kamuculuk, devletçilik tartışması yapılamaz. Eğer gerçekten emekten yana olan sosyal bilimlerden bahsedeceksek hem içerisinde bulunduğumuz sistemi sorgulamak hem de kapitalizmin görüngüleri ile değil özü ile savaşmak durumundayız.