Uzayı istila etmek ve keşfetmek arasındaki fark
Bugün hepimizin hayranlıkla izlediği uzaya insan gönderme hayalinin gerçekleşmeye başladığı ilk günlere ve o günleri var eden koşullara birlikte bakalım.
Fotoğraf: Pexels
Geçtiğimiz günlerde medyada epey genişçe bir yer bulan “ilk kez uzaya insan gönderen şirket” olması dolayısıyla SpaceX şirketinin Crew Dragon’u fırlatması olayına epey maruz kaldık. Bildiğimiz gibi uzayın insanlığa mesafe olarak yakın hale gelmesi ve hayal edilen uzay keşiflerinin mümkün hale gelmesi sadece SpaceX’in fırlattığı roketle mümkün olmadı. İnsanlığın uzaya doğru gerçekleştirdiği seferlerin merkezinde geçmişte yaşanan iki farklı bilimsel görüş ve onların geliştirdiği uzay programı var. Peki nelerdi uzayın keşfinin mihenk taşları?
GEÇMİŞE TUTULAN AYNA
İnsanlığın uzaya olan merakının binlerce yıldan beri olduğunu daha önceleri anlatmıştık zaten. Bu merak başlarda sadece gözlem olarak oluyor olsa da bilimin gelişimiyle, yapılan keşiflerle gözlemini genişleten insan bir zaman geldi ki artık Dünya’dan da çıkabilmesini sağlayan teknolojiye ulaştı. İnsanlığın kendi atmosferini aşıp ilk olarak en yakınındaki uydusuna erişebileceğinin yollarının bulunması üzerine özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Sovyetler Birliği ile ABD arasında uzay çalışmalarını nihayete erdirecek sonuçlara erişebilmek adına bir rekabet başladı. Bu rekabetin yaşandığı ülkeler farklı olduğu gibi rekabetin nedenleri de farklıydı. ABD, bilimi yeni bir rekabet alanında var etmenin ve bu alanda dünya genelinde bir tekel olabilmenin yolu olarak gören bir politika ile uzay programını başlattı. Başlattığı program dolayınca da ülkede gelişen uzay teknolojisini uzaya ilk çıkan ve Ay’a ilk olarak ayak basabilen ülke olabilmek adına büyük bir seferberliğe yöneltti. Sovyetler Birliği ise ABD’nin politikalarının aksine bilimi kar amaçlı üretim ekseninden uzaklaştırarak insanlığın genel bir birikimi olarak yeniden konumlandırmış ve uzay programına buradan yön vermeye başlamıştır. Sovyetler Birliği’nin uzaya bakış açısı genel bir rekabetin yansıdığı endüstri alanında kendini var edebilmek değil ülkedeki bilimin halkın yararına kullanıldığı başka bir alanı var etmek ve insanlığın geçmişine ve geleceğine yönelik sorulara cevap vermek üzerine kurulmuştur. Bu şekilde gelişen bir uzay programının gelişimi ile birlikte Sovyetler Birliği uzay alanında çığın açan ilklere imza atmıştır.
HAYALLER GERÇEĞE DÖNÜŞÜYOR
Sovyetler Birliği ilk olarak 4 Ekim 1957’de dünyanın ilk insan yapımı uydusu olan Rusça “yoldaş, arkadaş” anlamına gelen Sputnik’i uzaya yolladı. Herkesin işittiği “bip” sesi uzaya dair keşiflerimizin, gözlemlerimizin artık başka bir noktaya ulaştığının ilk göstergesiydi.
İnsan göndermeden önce canlıların gönderilmesi koşullara dair bilgilenmek açısından önemliydi. Sovyetler Birliği ilk olarak uzaya meyve sineklerini, ardından Laika isimli köpeği, daha sonrasında da Ay’ın etrafında dolaşan ilk canlılar olan kaplumbağaları uzaya gönderdiler. Bu süreçte farklı alanlara dair de çalışmalar devam ediyordu. Senelerce çeşitli safsataların da temelini oluşturan “Ay’ın karanlık yüzü” Sovyetler Birliği’nin 1959 yılında gönderdiği Luna 3 uzay sondasının çektiği fotoğraf sayesinde görüntülenmiş oldu. Görüntü her ne kadar şu an bakıldığında “tost makinesiyle” çekilmiş gibi kalitede denebilecek bir görsel olsa da; görsel, Ay’ın karanlık yüzünün bizim kütleçekim kilidi nedeniyle hep sürekli bize bakacak şekilde olan aydınlık yüzünden pek de bir farkı yoktu.
12 Nisan 1961’e gelindiğinde Sovyetler Birliği’nde Rus roket tasarımcısı Sergey Korolyov tarafından tasarlanan Vostok-1 aracının yörüngeye oturtulmasıyla Yuri Gagarin uzaya gönderilen ilk insan olarak tarihe geçti. Daha sonrasında 16 Haziran 1963’te Valentina Tereşkova uzaya gönderilen ilk kadın olarak tarihe geçerken, Aleksei Leonov 18 Mart 1965’te ilk uzay yürüyüşünü gerçekleştiren insan oldu.