"Önce insanların güvende hissedecekleri bir sistem ve kent inşa etmek gerek"
Salgın ile kent arasındaki tarihsel ilişkiyi konuştuğumuz Siyaset Bilimci Dr. Örgen Uğurlu, "Sağlıklı kalabilmek tarihte de bugün de ekonomik güçle orantılı bir hak" dedi.
Fotoğraf: Evrensel
Gözde TEKİN
Kocaeli
Koronavirüs salgınından en çok yoksullar etkilendi. “Evde kal” çağrılarına uyum sağlayabilecek kadar ‘şanslı’ olanlar evlere kapanırken, nasıl bir kent tartışmaları da alevlenmiş oldu. Salgın ve kent ilişkisini, ‘Kentin ne olması gerektiğini’ ve salgın ile kentler arasındaki tarihsel ilişkiyi Siyaset Bilimci Dr. Örgen Uğurlu ile konuştuk.
Uğurlu’ya göre, önce insanların kendilerini her koşulda güvende hissetmelerini sağlayacak bir sistem ve kent inşa etmek gerek, “İşten atılma korkusu olmadan, aç kalma korkusu olmadan, barınma korkusu olmadan.”
Siyaset Bilimci Dr. Örgen Uğurlu sorularımızı yanıtladı.
Geçmişten bugüne salgın hastalıkların kentlerin yapısı ve kent yaşamı üzerinde ne gibi etkileri oldu? Ya da tersi? Kentler salgınlar üzerinde ne gibi etki yapıyor?
Her iki yönlü de bir etkileşim söz konusu diyebiliriz. Salgınlar tarih boyunca yoksulluğun ve sefaletin olduğu bölgelerden çıkmış, mal ve insan hareketleri ile geniş coğrafyalara yayılmıştır. Dışa kapalı yerleşimler, örneğin pek kimsenin ayak basmadığı ücra bir köy, bu anlamda korunaklı olma avantajı yaşamıştır. Salgınlar yalnız kentleri değil, devletleri ve hatta imparatorlukları da etkilemiş, sömürgeler oluşturmuş, çağ bitirip, çağ başlatmıştır.
Antik Yunan’da görülen salgınlar kanalizasyon sisteminin doğuşuna neden olmuş. Veba Avrupa kıtasında yüz binlerce insanın ölümüne neden olduğunda insanları gömecek yer bulamamış ve mezarları olabildiğinde derin kazıp insanları üst üste gömmüşler. Mezarlar öyle derin kazılıyormuş ki “Su bulana kadar” kazıldığına dair belgeler var. İşte bu su bulana kadar kazma derinliği vebadan ölenlerin bedenleri çürüdükçe bakteri yer altı sularından tüm kentin içme sularına karışmasına neden olmuş ve mezarlıkların kentin dışına, su kaynaklarının uzağına yapılmasına başlanmış.
Orta Çağ’da barbarların istilasından kaçan halk kilise kentlerine sığınır ve bu kentler saldırılara karşı savunma amaçlı olarak surlarla çevrilidir. Surların içine giriş ve çıkış kontrollüdür. Bu kontrol yalnız istilalar için değil, salgınlar için de kullanılmış. Hastalık taşıdığı düşünülen köylüler uzun süre sur içine alınmamış. Ne var ki, sur içinde de kalabalık bir nüfusun oluşu, içeride yaşayanları da her türlü salgına karşı korumasız bırakmış. Bugün de bu durum aynı değil mi? Salgın en çok kalabalık kentleri vurmadı mı? Kalabalıkta insanların birbiri ile temas ve hastalığı bulaştırma oranı düşük nüfuslu yerlerden her zaman için yüksek olmuştur. Örneğin kara veba Avrupa’nın kalabalık kentlerinden yayılır ve kıta nüfusunun 1/3’ünü yok eder. Bu salgında da ölenler genelde aristokratların hizmetindeki yoksul kesim olmuştur. Veba ile kölelik sisteminin ardışık yaşanması da bir tesadüf değildir. Ölen yoksulların yerine ucuz emek gücü özellikle Afrikalı köleler ile ikame edilir.
Orta Çağ’ın sıkışık kent mirası üzerine sanayi kentleri inşa edilince kentler daha da kalabalık, kirli, sağlıksız, ışık almayan, karanlık haşereler tarafından istila edilen bir yere dönüşmüş. Kentin bu sağlıksız, tekinsiz halinden aristokrat ataları gibi ilk kaçanlar burjuvalar olmuş. Kırlarda büyük çiftlik evleri kurmuşlar. Bunu gerçekleştirecek ekonomik gücü olmayanlar ise kentin sefaletinde hayatta kalmaya çalışmışlar. Burjuva sınıfının kentin kirli havasından ve işçi mahallelerinden yayılan hastalıklardan kaçmaları ile kent merkezinin dışında, yani banliyölere doğru yeni yaşam alanları kurulmuş. Uydu kentlerin öncüleri olan bu yerleşimlerin ardından kent merkezinde biriken nüfusun çepere dağıtılması, havanın, suyun ve toprağın yoğun kirlenmesinin getirdiği kaynak kaybı ve hastalıkların kontrol altına alınabilmesi için çeşitli kent modelleri geliştirilmiş. Bunlardan en bilinenleri Ebenezer Howard’ın İngiltere için geliştirdiği Bahçe Şehir teorisi ile Ildefons Cerdà’nın geliştirdiği ve Barselona’nın kent planına uyguladığı ızgara sistemli kent planıdır. Her ikisinde de amaç ışığı, yeşil alanı, sağlayıp nüfus yığılmalarını önlemektir. Böylece yolu, kaldırımı, kanalizasyon ve içme suyu şebekeleri olan modern kent yapısı doğmuştur. Özetle kentler tarih boyunca nüfus, mal, hizmet ve üretimin yoğunlaştığı yerlerken yaşadığı her salgınla dışa doğru bir saçılma göstermiştir. Açıkçası bu pandemi sürecinin ardından yeniden bir saçılma beklentisi içindeyim.
"BALKONUN NASIL BİR NİMET OLDUĞU GÖRÜLDÜ"
Salgın sürecinde bir taraftan evde kal çağrıları yapılırken, bir taraftan da işe gitmek zorunda bırakılan işçilerin yaşadıklarını biliyoruz. Evde kalabilen kesimler açısından da başka türlü zorluklar vardı, balkonsuz evler, altında oturup nefes alabilecek ağacın bile kalmadığı yerleşim yerleri, emekçilerin evlerini düşündüğümüzde doğal gazın girmediği evler hatta… Bu süreç bizlere yaşadığımız yerlerin durumuna ilişkin ne gösteriyor?
Ne yazık ki işçiler, gerekli hijyen koşulları sağlanmadan çalışmaya devam etmek zorunda bırakıldılar ve hemen hemen her fabrikada Covid-19 vakaları hızla arttı. 29 Mayıs’ı takip eden günlerde, kontrollü normalleşme denilerek AVM’ler açıldı, bir hafta içinde AVM çalışanlarında Covid-19 vakalarında artış görüldü. Gerçi bu ikincisinde sorumsuzluk biraz da o AVM’lere müşteri olarak gidenlerde. AVM çalışanlarının tüm uyarılarına karşın maske takmayan, sosyal mesafe kurallarına uymayan, hatta uyarıldığı için kavga çıkartan bir kesim var. Bunlarla gün boyu temas halinde olan çalışanlarda hastalığın görülmesi beklenen ama acı veren bir sonuç.
Evde kalan kesim için de dediğiniz gibi balkonun nasıl bir nimet olduğu görüldü. Kapatılıp eve eklenen balkonların pişmanlığı ile insanlar büyük balkonlu ev arayışına girdiler. Depremden sonra küçülüp fonksiyonsuzlaşan balkonlar yeni süreçte eski itibarlarına geri kavuşacak gibi gözüküyor. Umarım bu deneyimin ardından güvenlik nedeniyle penceresi açılmayan, balkonsuz inşa edilen rezidanslardan kutsal inşaat sektörü uzak durmaya başlar.
Salgından çok kısa bir süre önce başta İstanbul ve 99 Gölcük depreminin ardından yer yer yaralarının sarılamadığı Kocaeli olmak üzere kentlerin depreme ne kadar hazır olduğuna ilişkin pek çok tartışma sürüyordu. Ama görüyoruz ki sadece depreme değil, salgına da hazırlıklı değiliz anlaşılan. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz, büyük şehirlerin, yerleşim yerlerinin, dinlenme alanlarının salgına hazırlanması nasıl mümkün olur?
Dirençli kentler ile. Kentler, barındırdığı tüm canlılar, yapılar, sistemler ve sektörler ile afetlerden en çok etkilenen alanlardır. Bu nedenle depremden doluya, iklim değişikliğinden salgınlara, sele, kuraklık-kıtlık risklerine kadar pek çok afet türüne ve onların artan etkilerine hazırlıklı olmak, nasıl başa çıkılacağını bilmek, bu anlamda da daha dirençli olmak gerekiyor. Kentlerin ve bu kentlerde yaşayan toplumların varlıkları, varlıklarını sürdürebilmeleri afet risklerini azaltma ve dirençlilik kapasitesini artırma yönünde atılacak adımlara bağlı. Her kent, kendi kendine yeter olmanın koşullarını araştırmalı, risklerini belirlemeli ve sürdürülebilir kentleşmenin temellerini oluşturacak dirençli kent paradigmasını tartışmaya başlamalı.
"ASLINDA SUNULAN KONTROLLÜ EKONOMİK HAYAT"
Kalabalık kentler, toplu taşımanın yetersizliği, mesire alanlarını kısıtlılığı göz önünde bulundurulursa Sağlık Bakanı Koca’nın ifade ettiği “Yeni hayat tarzımız kontrollü sosyal hayat” ne kadar mümkün? Yeni sosyal hayat tüm dünyada da tartışılıyor aslında, bunu nasıl değerlendirmeliyiz?
Bu yeni hayattın kuralları diyor ki maskesiz sokağa çıkamazsın, yemek yemek dışında o maskeyi çıkartamazsın, yemek yerken de masada tek oturacaksın ve diğer kişiler ile aranda 1.5-2 m mesafe olacak. Bu 1.5-2 metreyi de kontrollü sosyal hayatın her alanında koruyacaksın. Yeşil alanlarda, her bir kişinin oturacağı yerler çemberler ile işaretlenmiş, o kentte kaç kişiye bir çember düşüyor, onu da ayrıca tartışmak gerek. Böyle bir sosyalleşme olmaz. 18 yaşın altı ve 65 yaşın üzerinin evde tutulmaya devam edildiği, ancak iş yeri olan 65 yaş üstünün bu durumu belgelemesi kaydıyla dışarı çıkabildiği bir normalleşme yaşıyoruz. Yani sadece ekonomiye katılan iş gücü diye tanımlanan yaş aralığı için dışarısı serbest. Normalleşme bizim sosyal hayatımız için değil, duraklatılan ekonominin daha fazla kayba uğramaması, bir buhrana dönüşmemesi için atılan adımlar. Bu adımlar içinde çalışan nüfusun ulaşım hareketliliği, mal ve hizmetlerin eski üretim ve tüketim hızına ulaşması için insanların evlerinden çıkartılması gerekiyordu. Evinden ekonomik üretim için çıkan insanların da bir takım yaşamsal gereksinimlerinin karşılanması, tüketim boyutundaki yerini alması için buna kontrollü sosyal hayat denildi. Bir kere bunun adını doğru koyalım: Aslında sunulan kontrollü ekonomik hayat. Ekonomide normalleşme hedefleniyor. Hepsi bu.
Pandemi sürecinde insanlar sosyalleşmelerini sanal kanallar üzerinden gerçekleştiriyor. Hemen hemen her gün, ilgi duyduğunuz alanda bir söyleşiye katılmanız, sevdiğiniz sanatçıların oyunlarını izlemeniz, arkadaşlarınız ile toplu olarak online bir spor ya da sanat ya da dil kursuna katılmanız mümkün. Tüm dünyada böyle bir sınır ötesi sosyalleşme var. Manuel Castells’in dikkatimizi çektiği gibi “ağ toplumunun yükselişi”ne şahit oluyoruz. Tabii bu sınırları aşan özgür sosyalleşme internetin varlığına bağlı. Bu hizmete ulaşmak, bedelini ödeme gücünde olanlar için geçerli. Ayrıca bir emir ile Gezi eylemlerinde olduğu gibi sosyal medyaya ulaşım ya da bazı sitelere giriş yasaklanıp haber sayfalarının kapatılması söz konusu olursa, sanal sosyal mekanı da kaybedebiliriz. Elbette sanal dünyadaki sosyalleşme gerçeğinin yerini tutmaz. Ama kime göre? Hayatının önemli bir kısmını dirsek teması ile sosyalleşerek geçirmiş bir nüfus için tutmaz. Gelecek kuşağın yani bugünün 5 yaş altı çocukları için belki de bu, sosyalleşmenin normal hali olacak. Bu sosyalleşme içinde örülen ilişki ağları ile politikleşecekler ve belki de artık toplumsal hareketler kendilerini bu kanaldan ifade etmeye başlayacak.
Bu salgının ortaya çıkışını; küresel ısınma, biyoçeşitliliğin tahrip edilmesi, tarımın endüstrileştirilmesi ve doğal tarım alanlarının azaltılmasından bağımsız düşünemeyiz belki de. Öte yandan salgın başladığında büyük şehirlerde insanların temel ihtiyaçlarını karşılamak için marketlere akın ettiği görüntüleri izledik hep birlikte. Bu salgının bir kıtlık krizine yol açabileceği de öngörülüyor, siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Buna dair nasıl önlemler alınmalı?
Salgının nasıl ortaya çıktığına ilişkin bir dolu teori var. Ben açıkçası onlar ile ilgilenmiyorum ama sorunuzda dediğiniz kısım doğru: Küresel ısınma, biyolojik çeşitliliğin azalması, su ve toprak kaynaklarının hızla tahrip edilmesi bu salgının etkilerini büyüteceği gibi yeni salgınların oluşumunda da hızlandırıcı olacaktır. Ben buna da yine dirençli kentler diyerek yanıt vereceğim.
Yürüme mesafesinde kentlerde kendine yeten kentsel tarım belki bunun ilk adımları olabilir.
Örneğin İkinci Dünya Savaşı’nda ABD’de 20 milyon ev, kendi sebzelerini yetiştirmiş ve yıllık tarım hasadının neredeyse yarısına yakın ürün elde etmiş. ABD ambargosu karşısında Küba’nın gıda ihtiyacının önemli bir kısmının kent tarımıyla karşılanması da örnek alınabilir. Tabii ki her şey kent tarımı ile çözülecek kadar basit değil. Bölgesel gıda ve ilaç stoklarının olması, malzemelerin tek merkezden değil, bölge içinden sağlanacağı planlamaların yapılması da buna eklenmeli. Hatırlarsanız Rize’de çayları toplayacak mevsimlik işçi bulunamadı. Çaylar dallarında yanıp ziyan olacaktı, mevsimlik işçiler için ulaşım hakkı tanındı da çaylar toplandı. Gerçi bu kez de işçiler arasında vaka sayısı arttı. Tam da bu nedenle olumlu-olumsuz tüm yönleri ile kentler kendi durumlarını incelemeli ve her türlü afete, istenmeyen duruma karşı dirençli olmalı.
O zaman insanlar aç kalma korkusu ile marketlere akın etmez, birbirini ezme pahasına alışveriş yapmaz. Yağmalarcasına alışverişin altında insanların gelecek korkusu yatıyor. Önce insanların kendilerini her koşulda güvende hissetmelerini sağlayacak bir sistem ve kent inşa etmek gerek. İşten atılma korkusu olmadan, aç kalma korkusu olmadan, barınma korkusu olmadan.
"SAĞLIKLI KALABİLMEK HEP EKONOMİK GÜÇLE ORANTILI OLDU"
Kovid-19’un hem dünyada hem de ülkemizde yayılma haritasına baktığımızda ağırlıklı olarak yoksul ve nüfus yoğunluğunun fazla olduğu bölgelerde vaka artış hızının fazla olduğu yönünde değerlendirmeler yapıldı. Bu değerlendirmelerle ilgili ne söylersiniz?
Yoksul kesimin kendilerini hastalıktan koruyacak hijyen koşullarına ya da hastalığa karşı dirençli olacak beslenme koşullarına ulaşma şansları olmadığı için ve tabii küçük barınma alanlarında kötü koşullar altında, kalabalık aileler olarak yaşadıkları için bir kişinin hastalığı kapması, bütün ailenin ve hatta o yoksul mahallenin hastalığı kapması anlamına geliyor. Sağlıklı kalabilmek tarihte de, bugün de ekonomik güçle orantılı bir hak.